30 Haziran 2010 Çarşamba

MONET MAVİSİ


8 Yıl önce Paris'de Eiffel kulesi yanında sokak ressamlarından birinden Eiffel manzaralı yağlı boya resim almıştım.
Kenarları krem paspartulu bir çerçeveye yerleştirdim ve salona astım.
Allah allah .. Sağdan soldan bakıyorum kulenin tepelerine doğru bir yamukluk var. Acaba perspektif olarak mı böyle görünüyor, yoksa astigmatım mı ilerledi de bana öyle geliyor bir türlü anlayamıyorum. Resme bakanlara soruyorum. Kimi - A evet, doğru diyor. Kimi ayıp olmasın diye ses çıkarmıyor.. Ama resimde bir gariplik var.
..
Zamanın ünlü ressamlarından Apel yaptığı resimleri halka açar kendisi de bir perdenin ardında onların yorumlarını dinlermiş. Bu yorumlardan ilham alır kendini geliştirirmiş.
Yine böyle bir sergide bir kunduracı Apel'in resimlerini eleştirmeye başlamış.
" Resimde adamın ayağındaki çizmelerin duruşu yanlış, çizme bu kadar uzun olduğunda adamın duruşu değişir, Çizmenin topukları da iyi çizilmemiş." diyerek fikrini söylemiş. 
Apel kunduracının bu eleştirilerini not etmiş.
Fakat kunduracı resimdeki adamın giysilerine, arkasından vuran ışığın yetersizliğine, renklerin uyumsuzluğuna yorum yapınca Apel dayanamamış ve perdenin ardından seslenmiş;
- Efendi; haddini bil ve çizmeden yukarıyı aşma !

Benim eleştirim sırasında bunları diyecek ressam da olmadığına göre çizmeyi aşmayayım ve size ünlü ressamlarla ilgili birkaç anekdot yazayım.
..
Picasso alman ordusunun Guernica'yı bombalamasının anlatıldığı resmi  "Guernica" yı inceleyen Alman generali sorar;
- Bu resmi siz mi yaptınız?
Picasso cevap verir;
- Hayır siz yaptınız.
..
Picasso bir restoranda dostları ile yemek yerken şef garson "Bana bir şeyler karalarmısınız. Çocuklarıma torunlarıma anı olarak saklayayım." Picasso elindeki peçeteye bir şeyler çizer ve imza atar.
Garson heyecanla; " Bu benim için çok değerli" deyince;
 Picasso" Evet değerli o elinde tuttuğun peçete 100 bin dolar."
Garson dehşetle; " Aman efendim çizdiğiniz şey iki dakika bile sürmedi. Nasıl pahalı olabilir?
Picasso; " İki dakika artı  60 yıl."

Ünlü İspanyol  ressam salvador Dali'ye sorarlar;
- nasıl iyi bir ressam olunur.
- İyi bir ressam olmak çok kolaydır. Sadece iki şartı vardır. Birincisi İspanyol olacaksınız, ikincisi de Salvador Dali olacaksınız.
..
Dünyada en çok Roprüdüksiyon'u (Aslına uygun kopyası) olan ressam Vincent Van Gogh ölene kadar sadece bir tek tablo satabilmiş ve sefalet içinde akıl hastalığına yakalanıp intihar etmeden önce;
" Bana kalsaydı ve seçim hakkım olsaydı bilmelisiniz ki asla çılgınlığı seçmezdim." demiş.
Ölümünden sonra 1986 yılında meşhur Günebakan (Ayçiçeği) tablosu  180 milyon pounda satılmış.
..
Bülent Ecevit'in Monet mavisi gömlekleriyle bildiğimiz ve hemen her hastanenin koridorunda Nilüferler isimli roprüdüksiyonu bulunan Monet  hakkında bir anekdot bulamadım. Rahmetli kendi halinde biriymiş.
..
Bu kadar ressamdan bahsedince kulesi eğri Eiffel tabloma baktım.
Ressamı  yaşıyor mu acaba?







29 Haziran 2010 Salı

GELİR - KAÇAR - BASTIRIR - TUTMAZ


Daha önceki yazılarımdan birinde uyuma zorluğu çektiğimden bahsetmiştim.
Eskiden başucu kitaplarımı elime alır, birkaç sayfa okumaya kalmadan uyurdum. Bir ara uyumadan önce sudoku çözmeye kalktım, hiç iyi olmadı. Bu sefer de çözemediğim oyunlar için uykum kaçtı.
Sevgili anneciğim eskiden beri " Sabaha kadar uyuyamadım." der. Aman allahım yoksa annem gibi mi olacağım?
Yirmili yaşlarımda işe giderken hafta içi  erken kalktığımdan, hafta sonları saati  aynı zamana kurar o saatte kalkardım. Ama sadece birkaç dakikalığına. Bunun anlamı şöyleydi." Haftanın iki günü bana ait, istediğim saatte kalkarım." 
Annem uyumayı seven biri olduğu için hafta sonları geç kalkabilirdik ama benim geç anlayışım 10'u geçmezdi.
Eskiden beri çok uyuyan biri olmadığım halde gece rahatsız bir uyku çektiysem günüm iyi geçmez.

Bir yetişkin için ideal uyku süresi 6-8 saat arasıymış.
Dünyada uyumama rekoru 18 günmüş ve rekoru kıran kişi halüsinasyonlar  görmeye başlıyormuş.
Yatağa yattıktan sonra beş dakikadan önce uykuya dalıyorsanız bu sizin uykuya ihtiyacınız olduğunu gösterirmiş.
İnsanlar hayvanlara göre üç saat daha az uyurmuş.
Uyku ile ilgili bütün bilimsel veriler son 25 yıl içinde bulunmuş.
Öğle uykuları (Siesta) sayesinde İspanyollar diğer Avrupa ülkelerinden  40 dakika daha az uyuyormuş . Fakat en çok iş kazaları ve üretkenlik oranı en düşük ülkeymiş. Bu yüzden Devlet Siesta'yı kaldırmış.
Amerikalılar bir yıl içinde 34 milyon uyku ilacı reçetesi doldurmuş.
Uyku hakkında Neitsche söyle demiş; " Önce göze vurur kapatır, sonra ağıza vurur o da açık kalır."

Temel gece uykusuzluk çektiği için sabah işe geç kalıyordu. Sonunda müdür temel'i uyardı.
- Bak Temel yarın da işe geç gelirsen seni rapor etmek zorunda kalacağım.
Olayın bu aşamaya gelmesinden iyice rahatsız olan Temel iş çıkışı bir eczaneye uğrayıp etkili bir uyku ilacı aldı.
Akşam yemeğinden sonra ilacı içen Temel derin bir uykuya daldı ve sabah erkenden kalkıp işe gitti.
Müdürün kapısından geçerken ;
- Haçan Müdür bey bakun bugün tam zamanında geldum da.
Müdür sinirle;
- Oğlum bugün tam zamanında geldin de , dün neredeydin?


28 Haziran 2010 Pazartesi

SOYADIMDA KAYA VAR


Kahvaltı yaparken küçük kızım soyadının dört heceli ve uzun olduğundan şikayet ederek," Keşke Özkan, Şahin, Ayaz gibi kısa bir soyadım olsa" diye söylendi. Bizde evlenince kısa soyadılı birini bulursun diye şaka yaptık.
Diğer kızlarımla çok daha uzun soyadıları olan insanlar olduğunu, allahtan Elif gibi kısa bir isim taktığımız için mutlu olması gerektiğini söylediysek de, o soyadının uzunluğundan hoşnut olmadığında ısrar etti.
Biz de yemek boyunca uzun soyadıları bulmaya çalıştık.
Eskiden en uzun soyadı olarak bir şehir efsanesi dolaşırdı. Uzunkavakaltındayatardauyumazoğlu..
Hakikaten böyle bir soyadı var mı bilemiyorum ama çok garip soyadı olan insanlar biliyorum.
Bir de haber spikeri Kaan Yakuphanoğullarından'ı tanımıştık uzun soyadılı biri olarak. Sonra o da mahkeme kararı ile soyadını Yakuphan olarak kısaltmış.
Bazı İnsanlar soyadıları bakımından şanslılar.
Bir akrabamız zamanın istanbul Valisi ile aynı soyadı taşıyor diye Sapanca'dan İstanbul'a gezmeye geldiğinde ünlü eğlence yerlerine rahatça girebildiğini söylüyordu.
Bir başka tanıdığımın soyadı o dönemin İstanbul Emniyet amiri ile aynı olduğu için iş bulmuşluğu bile vardı.
Bazı insanlar soyadılarından memnun olmadığından  mahkeme kapılarını aşındırıyorlar.
Koyun, Sülük, Dana, Ördek, Balta, Tren gibi soyadılarını, Mert, Kaya, Bayrak, Çelik gibi Maskulen bir soyadıyla değiştirenler çoğunlukta.
Gazeteden okuduğum habere göre Diyarbakırlı Mehmet Uçarturnagurbetgezer, Gines rekorlar kitabına girmek için, 20 harflik soyadını uçarturnagurbetgezerdiyardiyarellerde olarak değiştirmek ve 37 harfe çıkarmak için mahkemeye başvurmuş.
Resmi verilere  göre Türkiye'de en uzun soyadı;  Ayyıldızlıkırmızıbayraktaşıyankahramanoğlu olarak açıklanmış.
Dünyadaki en uzun soyadını araştırırken önce inanamadım fakat bir çok farklı sitede aynı soyadına rastlayınca emin oldum. Maalesef buraya yazmam mümkün değil. Neredeyse sayfanın yarısına tekabül ediyor. O yüzden yabancı soyadı olarak aşağıdakileri seçtim.
Ferrari, Lamborghini, Porsche da bir soyadıymış  Ne kadar havalı değil mi?

Aziz Nesin'in dilinden soyadı;
Soyadı Kanunu çıktığında, Dünyanın en cimrileri Eliaçık, Dünyanın en korkakları Yürekli , Dünyanın en tembelleri çalışkan soyadını aldılar. Her türlü yağmada sona kaldığım için güzel soyadı almada da sona kaldım. Bana böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından kendime; " Nesin?" diye sordum. Herkes " Nesin" diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.
..  
Son olarak size en  güzel soyadını ve hikayesini söyleyeyim.
Soyadı Kanunu çıktığında ona önerilen soyadılarından birkaçı şöyleymiş;
Mustafa Kemal Ergin, Mustafa Kemal Beşe, Mustafa Kemal Emen, Mustafa Kemal Ulaş, Mustafa Kemal Etel, Mustafa Kemal Türkata.. Atatürk yanında bulunan Nazım Onat'a; " siz ne diyorsunuz?" diye sormuş O da; " Biliyorsunuz tarihte Atabey Unvanı vardır. Türk'ün atasıdır. Bizde Türk'ü istiklaline kavuşturmuş büyük atamıza Atatürk diyelim." demiş. Atatürk'de bu soyadı onurla  kabul etmiş.

27 Haziran 2010 Pazar

KIRMIZI - BEYAZ


Sitemin takipçilerinden sevgili arkadaşım  dörtgöz teletabi anlatmıştı.
Gittikleri mavi yolculukta Atatürk'ün yatı Savarona'yı görmüşler. Heyecanla yata bakarken yatta dalgalanan bayrağın yıpranmış, eskimiş olduğunu fark etmişler. 
" Yazık yazık, hem Ataya hem de Türk bayrağına yakışmıyor." diye yorum yapıp işlerine bakacaklarına ilgili yerleri arayıp durumu bildirmişler.
Ertesi sabah baktıklarında Savarona'da pırıl pırıl bir Türk bayrağı dalgalanıyormuş. Arkadaşım bunu anlatırken Savarona'nın Arap bir iş adamına satılacağı haberini okuduk. İçimiz burkuldu.
Türk milleti olarak bayrağımıza karşı hassasiyetimiz gurur verici. Bazı Avrupa ülkelerinin iç çamaşırı, havlu, yorgan, mayo yaptığı bayrak yasalarımız ile korumaya alınmış. Hatta son yıllara kadar türk bayrağından tişörtlerimiz bile yoktu.
Bayrağımızın hikayesini ilkokula başladığımız andan itibaren öğreniyoruz.
Birinci Kosova savaşında ölen Türk askerlerinin kanının bir çukura dolması sonucu ay ve yıldızın bu göl üzerine yansıması sonucu oluştuğu söylenir.
Her ülke kendi bayrağı ile gururlanır. Acaba bizim bayrağımız kadar anlamlı başka bayrak hikayeleri var mı?


 ALMANYA
Üzerindeki siyah, sarı kırmızı'yı Napolyon'la yapılan savaşlarda Alman askerlerinin giydiği üniformadan dolayı almıştır. 1919 yılında İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte resmi olarak kabul edilmiş.

FRANSA 
Renklerindeki beyaz eşitliği, mavi özgürlüğü, kırmızı ise kardeşliği temsil ettiği söylense de, mavi kırmızı Paris'in renklerini ,beyaz ise Bourbon sarayını temsil ettiği için bayrak olarak seçildiği de söylenir.

İNGİLTERE
Kraliyeti dünyaya yaymak için yapılan deniz seferlerine din görevlisi St.George'un hazırladığı beyaz zemin üzerine kırmızı haç ile gidiliyormuş. Daha sonra İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda'nın katılımıyla kurulan Birleşik Krallık ( United Kingdom) mavi çizgileriyle bugünkü halini almış.

İTALYA
1796 Yılında İtalya Napolyon yönetimi altındayken, dikey olarak Yeşil, Beyaz, Kırmızı renkleri Napolyon tasarlamış. 1814 yılında Napolyon'un çöküşü ile kullanılmamaya başlansa da 1861 yılında yeni krallık ile birlikte tekrar kullanılmaya başlamış. Renkleri hakkında bilinen tek şey Napolyon'un yeşil rengi çok sevmesi imiş.

YUNANİSTAN
İlk kez 1821 yılında şekillenmiş. Mavi rengi ege denizini simgeliyormuş.Üzerindeki yatay dokuz çizgi ise Özgürlük kelimesinin dokuz harfiymiş. Başka bir araştırmaya göre Dokuz çizgi Osmanlı döneminde Osmanlıdan talep ettikleri 9 isteğin işaretiymiş. ( Bu 9 isteği de siz araştırın.)

ÇİN
Çin bayrağı 1872 yılında Manchu hanedanını simgelemek için sarı zemin üzerine mavi ejderha imiş. Komünist devriminden sonra şimdiki halini almış. Kırmızı zemin devrimi, büyük sarı yıldız komünizmi, etrafındaki küçük sarı yıldızlar da köylüyü, işçiyi, burjuvaziyi, yurtsever kapitalistleri ifade ediyormuş.

JAPONYA
Ortadaki daire güneşi simgeliyormuş çünkü, Japonlar ülkeleri için güneşin doğduğu ülke derler.

MISIR
Üç şeritten oluşur. Kırmızı, siyah, beyaz arap halkını temsil eder. Ortadaki kartal ise Ünlü arap hükümdarı Saladin ( selahattin)' in simgesiymiş.

İSPANYA
Yatay olarak  sarı ve kırmızı renk kullanılmış. 18. Yüzyılda Sömürgecilik ve denizcilikte büyük gelişmeler gösteren İspanya diğer ülkelerin bayraklarında bu iki rengin kombinasyonu olmadığı için seçmiş. Aynı zamanda kastonya ve Aragon gençlerinin rengi olarak biliniyormuş. 1927 yılında  Kraliyeti temsilen ortaya arma yerleştirilmiş.

26 Haziran 2010 Cumartesi

11'E 10 KALA


İlginç bir film izledim.
11'e 10 kala.
Neden bu ismin koyulduğuna dair filmde hiç bir ipucu yok.
Başrollerinde Nejat İşler  ve Mithat Esmer rol alıyor.
Nejat işler'i sinemaya ilgisi olan herkes tanır. Ama ismi ondan önce yazılan Mithat Esmer kim?
Stanford Üniversitesi'nde  Elektronik ve Matematik okumuş.
Polis Radyosunun kurucularından 83 yaşında bir koleksiyoncu.
Yönetmen Pelin Esmer'in amcası.
..
Pelin Esmer koleksiyoncu amcasının hikayesini anlattığı filmde, doğal olarak amcasını oynatmayı tercih etmiş.
Mithat Esmer  biriktirilmiş gazeteler, içkiler, kitaplarla tıka basa dolu evinde tek başına yaşayan yaşlı bir adamı, Nejat İşler ise apartmanın kapıcısını canlandırıyor. 
Kapıcının yaşlı koleksiyoncuya yardımı ile başlayan ilişki, kapıcının apartman dışında bir hayatın varlığını keşfetmesiyle farklılaşıyor.
Aslında  festivalde ödül alan filmlerden pek hazzetmem ama 28.uluslararası Film Festivalinde Jüri Özel Ödülünü alan bu filmi izlemenizi tavsiye ediyorum.
Sinemalarda bulamazsanız DVD'sini izleyebilirsiniz.
...
Bizde koleksiyon deyince akla ilk gelen, eskiden genç erkeklerin kızlara söylediği "Gel sana evimdeki pul koleksiyonumu göstereyim" sözüdür. Ama çevremde hiç kimsenin böyle bir sözü duyduğunu da hatırlamıyorum.
Şimdi gençlerin koleksiyon gibi bahaneler kullanmasına da gerek yok.
Artık kimse mektuplaşmadığı için pulun ne olduğunu bilmeyen bile var.


25 Haziran 2010 Cuma

HIRSIZA KİLİT DAYANMAZ


Pek çoğumuz hayatımızın bir döneminde hırsızlık olaylarına maruz kalmışızdır. 
"Benim başıma gelmedi." diyorsanız sizi tebrik ederim. Sanırım siz mutlu azınlıktansınız.
8. Cumhurbaşkanımız rahmetli Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ın evine giren hırsızlar mücevher namına ne buldularsa almışlar.
 Hırsızlar Eski Başbakanlarımızdan Tansu Çiller'in yatak odasına kadar girmiş.
..
İstanbul'a geldiğim ilk yıllarda bindiğim banliyö treninde kızımın pusetini indirmekte zorlanınca iki genç bana yardım etmişti. Trenden inip onlara teşekkür etmek istediğimde kahkaha ile gülmüş içeri kaçmışlardı. Sonra çantamın fermuarının açılmış içinden cüzdanımın alınmış olduğunu fark ettim.
Gittiğim karakolda memur; " Dua et de kimliğini kullanıp olay yapmasınlar yoksa karakola gidip gelmekten bıkarsın" demişti.
..
Gelin ilginç hırsızlık olaylarına bir bakalım.
Bir şirkete giren hırsız büro malzemeleri ile birlikte laptopu da almış. Buraya kadar olağan bir hırsızlık vakası diyebilirsiniz ama durum farklı. Laptopun adaptörünü almadığını fark eden hırsız iki gün sonra aynı yere tekrar gelince, polis tarafından yakalanmış.

Şimdi yazacağım hırsızlık olayı Yuh dedirten cinsten.
Gazetedeki habere göre;
Macaristan'da ev sahibi  yazlığına gelince evini bulamamış. 40 metrekarelik müstakil ev hırsızlar tarafından parçalanıp götürülmüş. Hırsızların bahçedeki 20 adet meyve ağacını da keserek aldıkları ve bütün aramalara rağmen evden çıkan inşaat malzemelerinin  bulunamadığı bildirilmiş.

Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde su deposuna ait elektrik trafosu çalınmış. Köyde suyun kesilmesi üzerine yapılan araştırmada, Trafonun yerinden sökülüp götürüldüğü fark edilmiş. hırsızlar aranıyormuş.

Ancak filmlerde olabilecek başka bir soygun olayı şöyle gelişmiş;
Adana'da 2003 yılının yılbaşı gecesinde bir bankanın elektrik teknisyeni Kenan Ş.. arkadaşı ile birlikte  oksijen kaynağı ile boşalttığı kasadan 580 bin lira aldı. Çaldığı paranın 140 bin lirasını saklaması için kayınbiraderine verdi.
Kenan Ş.. çaldığı paraların yüklüce bir miktarını gittiği restoranda dağıttı. Parayı alan kişilerin bir kısmı bu parayla büyükbaş hayvan aldı. Bir kısmı paralarını bankaya yatırdı.
Kenan Şimşek 17 gün sonra yakalandı.
İfadesi doğrultusunda  dağıttığı kişilerden para geri alındı. Kayınbiraderi verdiği 140 bin liranın 120 bin lirasını saksının içine gömmüştü. Saksıdaki paranın  25 bin lirasını  komşuları  Fatma A'nın aldığı ortaya çıktı. Geri kalan para saksı ile birlikte kayboldu.
3.5 yıl süren davada yaşları 30 ile 65 arasındaki sanıklar çeşitli cezalara çarptırıldı.
Bu haberi Cem Yılmaz okusaydı güzel bir komedi filmi çıkarırdı.
Nuri Bilge Ceylan okusaydı belki de Cannes'da ödül alırdı.

Hırsızlıkta Arsen Lupen'i aratmayacağız diyecekken aklıma geldi. Bulunduğum semtte yıllar önce Arsen Lupen takma isimli hırsız Villalara giriyor, sadece araba anahtarı çalıyordu. Adamın parayla pulla işi yoktu. Çalıntı bir arabayla evin önüne geliyor, evdekiler uyurken anahtarlığı alıp kaçıyordu.
Bir süre sonra yakalandığında " Yeni arabalara dayanamıyorum." demiş.

24 Haziran 2010 Perşembe

MANHATTAN OLDUK VESSELAM


Bir yıl önce evimin balkonundan baktığımda uzaklarda yeşillikler görürdüm. Bir sabah  baktım yeşillikler azalmış. Hiç fark etmeden gözümüz alışa alışa yeşillikleri kaybediyoruz.
Kafamızı nereye çevirsek orada bir inşaat görüyoruz..
Bu kadar evi kim alır neden alır anlayamadım. 
İnşaat firmaları galeyana gelmiş durumda.
- Peşinat, Faiz, Ara ödeme yok.
- 60 ay vade.
- Şimdi al iki yıl sonra öde.
- Banka kredini biz alalım.
- Almazsan dayağı yiyeceksin.
- Şimdi al Ödemezsen nasıl olsa geri alacağız.
Bir binada bir mahalle kadar daire var. Yatay değil dikey yaşama geçtik. Topraktan uzaklaştıkça sanal bir dünyada yaşar olduk.
Üst komşunun kavgasını, alt komşunun takımı gol attığındaki sevincini duyuyoruz canlı canlı.
Karşı apartmanın balkonunda yenen yemeğe ortak olacağız neredeyse. 


Sapanca'da bile evlerin üst katlarına kat çıkmak moda olmuş. " Oğlum oturacak." mantığı.
8. katta oturan biri olarak bu yazı beni ne kadar bağlıyor siz tahmin edin. 23 yıllık İstanbul maceramda iki yıldır yüksek katta oturuyorum. Daha önce 4. katın üstüne çıkmamıştım. 
Şimdi 8. kat sonra biraz daha yukarı.. Derken yaş da ilerledi,  yukarıya bir mesaj mı veriyoruz anlamadım.
Gerçi yaş ilerlemesinin bir başka deyimi de bir ayağın çukurda olmasıdır. Yani yukarıya değil aşağıya inmek lazım.. Hadi hayırlısı..
..
Hep fıkra yazacak değiliz ya !
Şimdi de fıkra gibi bir inşaat haberi.
Rize'nin Güneysuyu Beldesinde yapılmakta olan Hükümet Konağının kapıları 20 cm. kısa olmuş.
İnşaatın projesini Bayındırlık Ve İskan Bakanlığı onaylamış.
Konağın açılışını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapacakmış.
İnşaat bitmek üzereyken incelemelerde bulunan Kaymakam ve Belediye Başkanı hatayı fark edip inşaatı durdurmuş.
Hata fark edilmeseydi boyu 1.87 cm olan Başbakan, 1.80 cm olan kapıdan giremeyecekti.

23 Haziran 2010 Çarşamba

İŞTE BU TADI SEVİYORUM


"Türkiye'de birkaç kişi bir arada kitap  okuyorsa, orası ya kütüphanedir, ya da tatilde güneşlenirken kitap okuyorlardır." dedi arkadaşım.
"Japonya metrosunda kitap okuyanlar okumayanlardan daha çoktur." dedi diğeri.
Küçük kızım ilkokul birinci sınıftayken hafta sonu gittiğimiz yemekte, bir fastfood restoranının reklamını okuyuverdi aniden; " İşte bu tadı seviyorum." Hazine bulmuş kadar sevinmiş ve çığlığı basmıştık. Kızımız okumayı öğrenmişti.

Vikipedi'de dolaşırken okuryazarlık ile ilgili sayfaya girdim. Ülkemizdeki okuryazarlık oranı tahminlerimin biraz altında görünüyor .%88 
Acaba diğer ülkelerde durum nasıl?
Avustralya, Avusturya, Kanada, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Japonya, İzlanda, Norveç, İsviçre, Kazakistan, Tacikistan, Ermenistan,
% 99'luk oranla birinci sırayı paylaşıyorlar.
Azerbaycan, İtalya, Bulgaristan, Arnavutluk, Türkmenistan % 98 ile ikinci sırada.
Güney Kore , İspanya, Yunanistan, Arjantin, ABD gibi ülkeler % 97 ile Üçüncü sırada.
Çin, Vietnam, Sirilanka, Meksika % 90
Ürdün ve Katar % 89 ile bizden üst sıralarda.
Malezya, Brezilya, Dominik Cumhuriyeti, Surinam ile Türkiye aynı oranda % 88
Çat % 25 ,
Mali% 19
Nijerya % 14 ile sonuncu sıradalar.
Türkiye sıralamaya giren 127 ülke arasında 52'nci sırada.
Azerbaycan'ın , Türkmenistan'ın, Srilanka'nın, Bulgaristan'ın bile altında olmamız üzücü değil mi?
Türkiye'de okuma yazma bilmeyenlerin % 75.5' ini kadınlar oluşturuyor. Her 5 kadından biri okuma yazma bilmiyor.
Sıkıldınız değil mi?
Ben de öyle..

..
Karadenizin bir ilini oranın Milletvekili ziyaret etmiş. Vaadlerde bulunmuş ve seçimde tekrar kendisine oy vermelerini istemiş.
Milletvekili konuşmasını bitirince Temel atılmış;
-  Milletvekilum artuk sana değil okuma yazma bilen birine oy vereceğuz.
Milletvekili şaşkın.
- Ama benim okuma yazmam var.
- Haçan maden okuma yazman vardi, sana yolladuğumuz şehrimizle ilgili istek mektuplarına  niçin cevap vermedun?

22 Haziran 2010 Salı

YAŞSIZ GENÇLİK


Arkadaşlarla kahve içiyoruz. Okul tatil olduğu için etraf gençlerle dolu.
Arkadaşımın da üniversite sınavlarına giren iki kızı var. Etraftaki kızlara bakarak şöyle dedi.
- Şimdiki kızların yaşlarını kestirmek zor. 12 yaşındaki bir kız rahatlıkla 17 gösterebiliyor. Veya 25 yaşındaki bir kız 16 görünüyor.
Gerçekten de dilimize yeni yerleşen  değimle  "Çakma" Louis Vuitton çantalar ellerinde, Skinny Jeans altlarında, saçlar mutlaka uzun ve düz fönlü. 
İstinye Park'da paparazilere yakalanmış da hayret etmiş bir yüz ifadesi ile etrafta arz-ı endam ediyorlar. Allahım hepsi mi bu kadar birbirine benzer. Oturduğum yerden bir grup görüyorum.
- Aaa benim kız evde değilmiydi diyeceğim , bir bakıyorum başka bir kız.. Allahtan bizimkiler ablalarının "Çakma birşey giymektense gidin pazardan giyinin." gibi telkinlerinden etkilemişler,  Louis Vuitton çantalar takmıyorlar.
...
Ama hepsinin bir ortak özelliği var ki yıllar sonra çok utanacaklar adım gibi biliyorum. 
İnternette ki paylaşım sitelerinde profilden resimleri aynı. Banu Alkan'ın popüler olduğu dönemde yaşasalar ondan özendiklerini düşüneceğim. Çoğu tanımaz bile.. 
Dudaklar ileri doğru uzatılmış, gözler kısık, yandan objektife ölü balık gibi bakıyorlar. Resimler çoğunlukla cep telefonundan çekiliyor, kendi kendilerini çektikleri için tek el görünmüyor. 

Bir insan kendine bu eziyeti neden yapar?
Güzelim çocuklar çocukluklarını yaşasalar, giyim kuşam derdi olmadan bir kot bir tişortla dolaşsalar. Roma dönemini hatırlatan Gladyatör  denilen giymesi çok zor sandaletlerle ya da Platform topuklu iki karış ayakkabılarla gezeceklerine rahat terlikler ve keten ayakkabılar giyseler ne güzel olmaz mıydı?
..
Bizim zamanımızdayken....

21 Haziran 2010 Pazartesi

KARPUZ KABUĞU VE DENİZ


Televizyonda artık İstanbul'da bazı plajlardan koli basili olmadığı için denize girilebildiği söyleniyordu.
Görüntüde Florya plajında yüzenler ,güneşlenenler görülüyor. Mikrofonu uzattıkları genç kız; " Ama rahat güneşlenemiyoruz bile." derken eliyle gençleri işaret ediyordu.
Yıllardır karikatürlerde gördüğümüz manzaranın aynısını ekranda görünce gülmeden edemedim. Aslında kızcağız ufak tefek çelimsiz. Kapalı sayılabilecek bir mayo giymiş, erkekler yarım daire şeklinde yüzleri kıza dönük uzanmış onu seyrediyorlar.
Yıllar önceki manzaralardan farklı olarak, (Sanıyorum belediye yasaklamış) iç çamaşırı ile denize girmiyorlar.
Bir de denize girmek için gelen kadınlar az.
Yaşlı bir adamı boynuna kadar kuma gömmüşler, kafasında şapka yatıyor öylece.
20 yıl önce Florya'da denize girdiğimi hatırladım. Evimize çok yakın olduğu halde sadece bir kez gitmiştik ve o kalabalıktan hiç hoşlanmamıştım.

Sapanca'da ise göle girmenin iki yolu vardı. Ya göl kenarındaki tarlanızdan, ya da askeriye gazinosu denilen yerden girecektiniz.
Kendi tarlanızdan gireceğiniz gölün pek bir havası olmazdı. Askeriye gazinosu havalıydı fakat girmek için asker bir tanıdığınızın olması gerekiyordu.
Eniştelerimden biri subay olduğundan onun adını vererek girerdim. Bu sefer de orada bir şeyler yemek içmek gerekirdi. Bahçemizden getirdiğim Erik, kiraz, Şeftaliyi gizlice çantamdan çıkarır  onları yerdim.
Pet şişe sular henüz çıkmamıştı kola da her daim alınamazdı.

Güneşlenmek sadece sırtı yakmak demekti. Arkadaşlarına hava atmak için yüzünü değil sırtını göstermek zorundaydın. Çünkü Sapanca'da tarlada çalışmaktan zaten herkesin yüzü ve kolları yanmış olurdu.
Hatta güneşlendiğini belli etmek için zaman zaman sırtının çok acıdığını söylemek zorundaydın. Karşındaki de sebebini sorduğunda;
"Askeri gazinoda yandım, sırtım çok acıyor." demek gerekti.
Yalova, Çınarcık ve Kefken tatil yerlerimizdi. Amcamlarla kalabalık bir grup gider denizden çıkmazdık.
23 yaşımda kendi paramla ilk uzak tatilimi Marmaris'e annem, arkadaşım ve onun annesi ile yaptık.
Askeri gazinodan alışkanlığımız ile sırt yakma maceramız 2. derecelik bir yanıkla sona erdi. Bir haftalık tatilin üç günü ağrıdan sızıdan odadan çıkamadan geçmişti.
..
Havuz bilmezdik. Gölde yüzmeyi öğrenmiş biri için havuz saçma sapan bir şeydi.
Yıllar sonra rahmetli eşim evimizin bahçesinde havuz yaptırdığında hiç hoşuma gitmemişti. Beş kulaç bir tarafa altı kulaç bir tarafa yüzmek mi olurdu?
..
Şimdi İstanbul plajları koli basilinden arınmış olarak tatilini güneyde  geçiremeyenleri ağırlayacak, İstanbullu uzaklara, uzaktakiler istanbul'a koşacak..

photo- tumbl

20 Haziran 2010 Pazar

İNSANLAR ÇILDIRMIŞ OLMALI


Ortanca kızım bir paylaşım siyesinde videosunu gösterdiğinde " Yok canım bu kadar da olmaz" demiştim.
Garip giyimli garip saçlı çocuklar gördüğün en saçma sapan hareketlerle dans ediyorlardı.
Çocuklar kendilerine  " Apaçi" diyorlar. Apaçi Dansı denen garip hareketler yapıyorlardı.
Kolbastı.. Hop tek gibi oyunlarla zaten bünyemiz tahrip edilmişken, Apaçilerle ne işimiz var?
..
Geçen yıl bir show programına  İş adamlarından oluşan bir grup aklı başında adam çıkmıştı. Adamlar önce güzel güzel konuştular. İş stresinden uzaklaşmak için kolbastı oynadıklarını söylediler.
Ben de kolbastıyı Satranç, Tavla, hadi bilemedin Okey gibi bir oyun olarak  düşündüm. Müzik başladı. Ölmek üzere olan bir balığın can çekişmesi gibi hareketler sergileyen iş adamlarını dehşetle izlediğimi kızıma söylediğimde, "Oynayanlardan biri arkadaşımın babasıydı." demez mi?

Apaçi dansı bu gösteriden daha garip figürler içeriyor. Aslında figür falan da yok oyunda. Bir ağacın dibinde sakin sakin dururken birden onlarca arının saldırısına uğradığınızı düşünün. Arılardan kurtulmak için eliniz, ayaklarınız, kafanızla ne hareketler yapabildiğinizi hayat edin. Bu yetmezmiş gibi bir de  yüzünüze gülen bir ifade verin... İşte Apaçi dansı bu..
İzlediğim videoda gelin ve damat da bu dansa katılmış hoplayıp zıplıyor. 
İleride boşanmak isterlerse, delil olarak bu videoyu göstersinler hakim bunları deli diye bir celsede boşar.
Birini vursanız avukatınız hakime bu görüntüleri izletsin. Akli melekeleriniz yerinde değil diye hapisten kurtulursunuz.
Büyük kızım bir gün önce bir sünnet düğününe gitmiş. Düğün sahipleri çerkez. 
" Çok güzel çerkez oyunları oynandı." dedi.
Bilmeyenler için söylüyorum. Çerkez oyunlarında kızlar kuğu gibi süzülür erkeklerin figürleri görmeye değerdir.
Annem genç iken o kadar güzel çerkez oyunu oynarmış ki ayaklarının dibinde silahlar atılırmış.
Şimdi apaçi dansı yapan bir kız için " vah vah .. Okul, sınavlar derken kız telef olmuş." diyeceklerdir.
Evinizde yaşayan yeni nesil biri, kıçına sinek girmiş at gibi debelenip duruyorsa bilin ki apaçi dansı yapıyordur.
Merak etmeyin...

19 Haziran 2010 Cumartesi

RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLSAM


Bir adam market arabasına ondan fazla rakı koymuş, tezgahından kavun seçiyordu. Bir yandan da telefonda konuşuyordu.
- Balıklar hazırlanıyor, bekliyoruz...
Belli ki bir arkadaş muhabbeti olacak, şişenin dibi gözüktükçe,
" Öpeyim abi" konuşmaları başlayacaktı.
Çoğunluğu müslüman olan bir ülkenin resmi içeceği olan rakıyı tanıyalım mı birlikte?
...
İçmesini bilene zevk-ü sefadır rakı
İçmeyi bilmeyene  cevr-ü cefadır rakı
Bir münasip miktarı muhabbet anahtarı
Kaçırırsan ayarı cana ezadır rakı.
..
Böyle demiş şair.


Sofrası samimidir, mezesi muhabbettir.
Balığın olmazsa olmazıdır. Hatta bazıları rakı yoksa balık mundar olur der.
Beyaz Peynir, Roka , Balık, Kavun, karşıda deniz ve de dost muhabbeti varsa  tadından yenmez.
Kimi dar uzun bardakta, kimi çay bardağında içmeyi sever. Kimi su katarak içer, kimi ise bolca buz ile iki parça nane eşliğinde içmeyi sever.
Şarap içen kadın çekici, rakı içen kadın sevimlidir..
..
Rakı denince Atatürk hatırlanır. Yanında leblebi ile birlikte içmekten pek hoşlanırmış.
İzmir'in kurtuluşundan sonra  Atatürk yanında yaverleri olmadan tek başına Dönemin ünlü Oteli Kramer'e gitmiş. Otelin lokantası çok kalabalıkmış. Garsonlar önce Ata'yı tanımadıklarından yer olmadığını söylemişler.
Fakat garsonlardan biri Atatürk'ü tanıyınca hepsini bir telaş almış. Ona hemen bir yer bulmuşlar. Yemeği ve rakısı gelmiş.
Atatürk kendisine hizmet etmek için yanına gelen Rum şefe sormuş;
- Kral Konstantin buraya geldi mi?
- Geldi paşam.
- Peki buradan Egeye bakıp rakı içti mi?
- İçmedi Paşam.
- Öyleyse neden İzmir'i almak istemiş ki?

18 Haziran 2010 Cuma

DAĞILIN KOKU VAR


Kızımın iş çıkışına rastlayan bir saatte buluşmak için yola koyuldum. 
Evden çıkarken bindiğim asansöre sinen ayak kokusundan 8 katı nasıl indim anlatamam. Bir insanın ayak kokusunun asansörde kalması demek o kişinin yürüyen şehir çöplüğü gibi gezdiğini gösterir.
Otobüse biniyorum içerisi ağır bir koku ile dolmuş. Kalabalığın olduğu her yerde ter kokusunu duyuyorum.
Ter kokusunu önleyen spreyleri temiz cilde değil de elbisenin üzerine sıkmak gerektiğini düşünen insanların olduğu bir toplumda ne söylenebilir  ki?
Hani temizlik imandan gelirdi?
Günde beş vakit namaz kılmak için abdest almamızı öğütleyen dinimiz bunu gerektiriyor.
Üstelik başkalarını rahatsız etmemeniz gerektiğini de öğütlüyor.
Yaz gelince otobüsler, mağazalar, tokalaşmak için yanına gittiğiniz  biri, kuyrukta beklerken arkanızdaki..
Kokuyoruz maalesef..
Londra'da yerin sekiz kat altında metroya bindik. Arkadaşım İngilizlerin Klozetlerinde musluk yok diye şikayet ediyor." Bu kalabalıkta kokudan duramayız şimdi" diyerek.
Tuvaletlerinde musluk olmayan ingilizlerin bir tanesinden bile koku gelmedi.
Paris'de Metroya bindik, Protesto yürüyüşü yapan kalabalık bir grubun içinde kaldık, sıraya girdik, mağazalarında kalabalık içinde dolaştık tek bir kişiden koku gelmedi.

Amerika'da Temmuz ayında etrafımızda obez ve terli insanlarla Disneyland'da kuyruklarda bekledik, Empire State binasına çıkmak için 20 kişi aynı asansörü kullandık bir koku duymadım.
Dönüşte Almanya'da uçak değiştirdik. Frankfurt'da Amerika'lıların çoğu indi Türkler bindi. Baharat kokuları uçağı sardı.
Mübağala yaptığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Kokuyoruz... Kokuyoruz....
İşin garibi kokan kişi yakınımız bile olsa ayıp olmasın diye ona koktuğunu söylemiyoruz.

17 Haziran 2010 Perşembe

KARNE


Bugün Karne günü.
Ailenizde veya çevrenizde okula giden biri mutlaka vardır.
Her zaman olduğu gibi birileri sevinecek, birileri de anne - babadan azarı yiyecek. Karne anıları askerlik anıları gibi bir şekilde hep hatırlanacak.
Küçük kızım ilkokul birinci sınıfta aldığı karneyi görünce ağlamaya başlamıştı.
Nedenini sorduğumda;" Bütün derslerim Pek iyi ama ben iyi almadığım halde neden pek iyi oldu?"
Kızım  pekiyi'yi  iyi olarak algılamıştı.
Hakikatten ; Zayıf, Orta , İyi den sonra  Şahane, Süper, Mükemmel gibi terimler daha yerinde olmaz mıydı?
..
Öğrencilik yıllarımda bazı arkadaşlarım karnede değişiklikler yaparak ailelerini kandırırlar, yazı rahat geçirirlerdi. Biraz ödlek bir öğrenci olmalıyım ki kopya çekmekten de karnede bir tahribat yapmaktan da imtina ederdim. Tahribat yapılmasını gerektirecek karnem pek olmadı fakat bir kez kopya çekmeye yeltenmiştim.
Liseye başladığım yıl, Fizik dersinde küçük kağıtlara yazdığım kopyaları kalem kutumun içine koymuştum. En ön sırada oturuyorum. Tam sınav başladı, hocanın kalemi yazmadı. Benim kalem kutuma uzandı. Kopya kağıtlarının arasından kullanmadığım bir kalemi çıkarıp aldı, hiçbir şey olmamış gibi kalem kutusunu kapattı. O kadar korkmuştum ki; Değil kopya çekmek, sınav boyunca kalem kutusuna doğru bakamadım bile.
..
İlkokul yıllarımda aynı zamanda mahalle komşumuz olan sevgi öğretmenimi çok severdim. diz üzerinde dar etekleri, fırfırlı kolsuz bluzları, sivri burun-çelik topuklu ayakkabıları ile sinema yıldızlarına benzerdi. Kendinden bir hayli yaşlı biriydi evlendiğini duyduğumda  neden Ayhan Işık veya Cüneyt Arkın ile evlenmedi diye çok şaşırmıştım. Aynı mahallede olmamızdan mı yoksa sorunsuz bir öğrenci olduğumdan  mı bilmiyorum. Beni kollar kayırır, karne aldıktan sonra elini öptüğümüzde yanaklarımdan öperdi.
..
Şimdi çocuklar karne almaktan ziyade karne günü serbest kıyafet özgürlüğünde  "Acaba ne giysek?" düşüncesindeler.
Bu düşünce ile büyükler ve çocuk arasında garip karne diyalogları gelişti.
Alın size onlardan birkaç örnek;

- Oğlum karnen nerede?
- baba karneyi artık mail adresine yolluyorlar.
- Ne zamandır bilgisayarı açmadığımdan şifreyi hatırlayamıyorum.
- Bende...
..
- Karnen nerede yavrum?
- Sipariş verdim. Okulun yakınlarında biri yapıyormuş. İki gün sonra verecekler.
..
- Oğlum karnen nerede?
- Eğitime destek kampanyası çerçevesinde okula gidemeyen çocuklara yolladık baba. Biraz da onlar dayak yesin.
..
- Karnen nerede kızım?
- Sorma baba spor toto gibi hepsi zayıf.
- nasıl olur senin notların hep yüksek olurdu?
- Bu sefer maçlar berabere bitmiş.

karnesi çok kötü gelen çocuğun anne ve babası kendi aralarında konuşuyorlar;
Anne - Sakın çocuğun moralini bozacak kötü bir şey söyleme.
Baba - Tamam.
Anne - Çocuğun gururunu kıracak bir şey yapma.
Baba - Karne için ne zaman özür dileyeyim..
..
Yaz tatiliniz güzel geçsin..

16 Haziran 2010 Çarşamba

SİZLERİ DE ARAMIZDA GÖRMEKTEN...


Erik , Kiraz, Kavun , Karpuz mevsimi gibi düğün mevsimi de geldi. Süslü Püslü davetiyeler  "Bekliyoruz." temennileri  eskinin bir şarkısını aklıma getiriyor.
"Yaz tatili... Paranın katili.."
...
Farklı yörelerimizde değişiklik  arz etmesine rağmen düğün adetlerimiz aşağı yukarı aynıdır.
Peki acaba Dünyada düğün adetleri nasıl?

İngilizlerde gelin ve damat kiliseye giderken çan çalınıyor. Çan sesinin kötü ruhları kovalayacağı düşünülüyor.

Fransa'da düğün törenine çiçekleri davetliler getiriyor.

Bulgaristan'da damat adayı sevdiği kızı istemek için en yakın arkadaşını yanına alıp kızın babasına "Rakia" denen ev yapımı viski ile gidiyor. Kızın ailesi damadı beğenirse viski içiliyor.

Hint düğünlerinde gelin adayları damada "Dowry" denilen çeyiz vaadinde bulunuyorlar ve bu vaat çok yüksek miktarlarda parayı kapsıyor. Hatta bu çeyizi vermek için kız tarafı ciddi borçlara giriyor. Düğünde takılan takılar ise yılda 1000 tonu buluyor.

Afrika'nın bazı bölgelerinde kız tarafı damat adayını beğenirse kızına fıstık veriyor. Kız bu fıstığı bolluk ve bereketi temsilen damat adayı ile birlikte yiyor.

Kore'de gelin ve damadın yatak odasına tahtadan ördekler koyuyorlar. Ördekler karşılıklı koyulursa çiftin iyi geçineceğine inanılıyor.

Çin'de damadın ailesi Astroloji uzmanına danışarak gelin adayının oğullarına uyup uymadığını kontrol ediyorlar.
Düğündeki nedimeler bile gelinin horoskopuna uygun tarihte olanlardan seçiliyor.
( Ama ben gelinin en yakın arkadaşıyım.. Yok kardeşim senin horoskopun uymuyor.. Gelinin iki metre yanına bile yaklaşamazsın. Burada adet böyle..)

Bosna Hersek'de damat adayına verilen şekerli kahve  damadın beğenildiğini , sade kahve beğenilmediğine işaret ediyor.

Pakistan'da damat adayı çok zorlu bir sınavdan geçiyor. Aile büyükleri damat adayına hakaretler ediyor. Aday bu hakaretleri metanetle karşılarsa sabırlı ve uyumlu olduğuna karar veriliyor.

İskoçya'da gelin adayı düğünden bir gece önce aile büyüklerine ayaklarını yıkatıyor.(yanlış okumadınız gelin adayı ayaklarını yıkatıyor. Geleneğe göre büyükleri tarafından ayağı yıkanan gelin mutlu bir evlilik yapıyormuş.).
..
Türk adetlerine göre kız oğlanı sever. Oğlanın annesi gelini beğenmez ama oğluna söz geçiremez. Kızın annesi  " Bu pısırık adamla evleneceğine süheyla'nın oğlu ile evlenseydi. " der. Ama kızına söz geçiremez.
Bir sürü masrafla düğün yapılır. Gelen misafirler ya yemeği beğenmez, ya oturdukları yeri. Biri çok içip arıza çıkarır. Gelin ve damadın göğsüne takılar takılır. Bir kaç kıskanç bekar kız gelinliği beğenmez, damada isim takar.
Düğün resimlerinde birileri gözü kapalı, birileri saçma sapan hareketler yaparken çıkar.
Düğün biter evli çift, " Keşke düğün yapacağımıza balayına çıksaydık." diye hayıflanır.
Evin en görünen köşesine, fotoğraf çekenin talimatıyla verilmiş pozlardan oluşan  düğün resimleri konur.
...
Temel barda güzel bir kız görmüş. Dursun'un verdiği cesaretle kızın yanına gitmiş. Birşeyler konuşmuşlar, geri dönmüş.
Dursun Temelin suratı asık halini görünce sormuş;
- Uşağum kız teklifini kabul etmedi mi?
-Kızın teklifimi kabul etmesi için üç özelliğimin olması lazımmış.
Dursun merakla sorar;
- Neymiş onlar?
- ferrarim olmalıymış.
- Eee Sende zaten ferrari var uşağum.
- Bankada 10 Milyon dolarım olmalıymiş.
- Sende daha fazlası var.
Temel üzüntüyle devam eder;
- Son istediği olmadi.
- Ne istedi ki senden?
- Boğaz manzarali dublex villa istedi.
Dursun hayretle Temel'e bakar.
- Sizin ev boğaz manzarali değilmi?
- Bizim ev Triplex' dur babam asla son kati yikturmaz.

15 Haziran 2010 Salı

DERNEK DERLEMEK


Bindiğim otobüsün penceresinden bakarken bir binada kocaman bir tabelada  "Türkiye Güvercin Federasyonu Genel Merkezi" yazıyordu.
Güvercinlerin bir federasyonu var. Hatta bunlardan bolca şube var ki bir de genel merkez yapmışlar.
O federasyonun başkanı için ne kadar afilli bir etiket düşünsenizse;
"Efendim ben Türkiye Güvercin federasyonu genel başkanıyım.Yanımdaki kanadı beyaz olan güvercin de sekreterim Ayten. Aynı zamanda kurye olarak da kullanıyoruz kendisini."
Kedilerin kuyruklarına teneke bağlayan, köpekleri yavruyken alıp büyüdüğünde sokağa atan, sapanla kuş vuran, horoz dövüştüren, eskiden düğün sonrası gelinin gözünü korkutmak için kedileri ayaklarından ayıran, Kurbanı bile layığı ile kesemeyen bir ülkenin insanı olarak acaba güvercinlere ne gibi bir faydamız oluyor kestiremedim.

Bir bakalım  nelerin Derneği veya Federasyonu varmış.
Önce bazı illerdeki dernek sayılarını vereyim size. Bu rakamlar İçişleri Bakanlığının Dernekler Müdürlüğü Sitesinden alınmıştır.
Adana - 1694
Ankara - 8276
Aydın  - 1215
Denizli - 1320 
İstanbul - 17327
Kocaeli -  2463
Samsun - 1622
Konya - 2184
Tunceli - 114
 Muş - 164
Türkiye'de toplam 84896 tane faal dernek varmış.
Şehirlerin adıyla anılan dernekleri yazmak bile istemiyorum. Onların ne iş yaptıklarını zaten biliyorsunuz.
Bilmediğimiz enteresan derneklere bir göz atalım.
Angora Tavşanı sevenler Derneği
Orman Avukatları Dayanışma Derneği
Kokoreççiler Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği
Sungurlu aşıklar Ve Müzik Aleti Çalanları Koruma Ve Yaşatma Derneği
Oyuncu Güvercin Sevenler Derneği
Yıkımcılar Ve Enkazcılar Derneği
Havutlu Mahallesi Cenazeleri Kaldırma Ve Yardımlaşma Derneği
Taşköprü Sarımsak Geliştirme Ve Kalkındırma Derneği
Volvo Mağdurları Derneği
Tayland - Hint - Brezilya - Japon Horozunu Koruma Ve Yaşatma Derneği
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Dostları  Derneği
..
Ben de kendi Derneğimi kurmaya karar verdim.
Blogumu Okuyanları Sevme, Kollama, Kayırma Ve Yaşatma Derneği..








14 Haziran 2010 Pazartesi

SENDE YAZ YAZ YAZ BİR KENARA....


Tatile az bir zaman kala çevremi bir telaş aldı.
Yazlığı olanlar yazlıklarını temizlemeye, badana boya yapmaya başladılar bile.
Tatile gidecek olanlarsa  planlarını yapıyorlar.
Ramazan ayı Ağustosa geldiği için Haziran ve Temmuz ayı hareketli geçecek anlaşılan.
Akdeniz ve Ege bölgesi dolup taşacak. Bazıları daha uzağı, yurt dışını tercih edecek.
23 yıl boyunca  Akdeniz ve Ege'de Çeşme hariç, gitmediğim yer kalmadığından şu sıralar çeşme gözüme hoş görünüyor.
Sadık okurum sevgili arkadaşım Dörtgöz teletabi büyük ihtimalle her yıl yaptıkları gibi arkadaşlarıyla tekne kiralayıp Mavi Tur'a çıkacaklar.
Üç arkadaşım bir kaç yıldır yaptıkları gibi Bodrum'da devre mülkte kalacaklar.
Başka bir arkadaşım her an her yere gidebilir ben bile takip edemiyorum.
Dört arkadaşım yazlığında olacak.
Bu gidişle İstanbul tenhalaşacak.

Çocukken Ayşegül kitaplarında, Ayşegül yaz tatillerini köyde dedesinin çiftliğinde geçirirdi. Orada saban sürer, ağaçlardan meyve koparırdı.
Sonbaharda okula döndüğünde köyde yaşadıklarını anlatırdı.
Şimdi ise, Sudenaz'lar, Emrecan'lar da köye gidiyorlar ama beş yıldızlı tatil köylerine.
Kabahat kimsede değil tabi. Artık gidilecek bir köy de kalmadı. Nineler dedeler  büyük şehirlere taşındı.
İki oda bir salonda, balkondan gördükleri birkaç ağaç manzarasıyla sürdürüyorlar hayatlarını.
..
Hala gidebilecek bir köyünüz varsa hiç olmazsa bir haftasını orada geçirin. Sonra gidin yine  güzelim deniz dururken havuzunu tercih ettiğiniz her şey dahil tatil köylerine..

13 Haziran 2010 Pazar

LAST STATİON


The "Last Station" adında bir DVD izledim.
Oyuncular "Queen" filmi ile Oscar kazanmış Helen Mirren, "Kefaret" Filminden tanıdığımız james Mc Avoy ve Tolstoy rolünde Christopher Plummer.
..
Anna Karenina, Savaş Ve Barış, Diriliş, romanlarının yazarı Tolstoy'un hayatının son yıllarını anlatan film 1910 yılı Rusya'sına da ışık tutuyor.
Tolstoy'un kitaplarından en az bir tanesini hemen herkes okumuştur. Dünya Klasikleri arasına girmiş kitapları ile Shakespeare'den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.
Aristokrat bir ailenin çocuğudur. Doğu dillerini öğrenmek için gittiği Üniversiteyi yarıda bırakmış, Hukuk eğitimine başlamış onu da yarım bırakmıştır. Komşu çiftliğin kızı Sofya ile evlenmiş ve 13 çocuğu olmuş.

Filmde  Mülkiyet konusundaki radikal düşüncelerinden dolayı çiftliğinde köylü çocukların eğitimi için fon ayırmış bu yüzden ailesi, Özellikle eşiyle arası açılmış yaşlı bir adam anlatılıyor.
Ünlü romanı Anna Karanina'da Roman kahramanı Anna Karanina'nın kendini Trenin altına atmasına benzer bir sonla, kendisi de 80 yaşında yanına kızını ve doktorunu alarak evi terk ediyor. Bir Tren istasyonunda soğuktan zatürre olup ölüyor.
Tolstoy'un eşini oynayan Helen Mirren bu rolü ile Oscar'a aday olmuş. Fakat Ödülü "The Blinde Side" filmiyle Sandra Bullock'a kaptırmış.
Filmi izlerken İsmini sıkça duyduğumuz, kitaplarını okuduğumuz, filmlerini izlediğimiz insanları aslında hiç de tanımadığımızı fark ettim.
Okuduğumuz kaç romanın yazarını tanıdığımız hakkında bir düşünürsek, hepimizin sınıfta kalacağını tahmin ediyorum.
Şimdiki Neslin Aziz Nesin hakkında ne bildiği şüpheli.
Belki Aşk-ı Memnu  ve Yaprak Dökümü dizisinden dolayı halit Ziya Uşaklıgil'in, Reşat Nuri Güntekin'in adını biliyorlardır. Fakat şansımızı zorlayıp da Reşat Ruri'yi Starbucks' da gördük desek belki de pek çoğu inanacaktır.