30 Ocak 2011 Pazar

%80


Gazetede köşe yazarlarından biri insanımızın ünlülerle resim çektirme merakından bahsetmiş.
Ünlülerin bu durumdan rahatsız olabilecekleri ama tepki verdiklerinde de yanlış anlaşılacaklarından bahsetmiş.
Ve şöyle devam etmiş. "Cep telefonu kullanan kişilerin %80'inin telefonunda bir ünlüyle çekilmiş resim vardır."
..
Birkaç yıl önce ablam Afyon'dan İstanbul'a ziyaretime gelmişti. O yıl çok kar yağmış İstanbul'da hayat felç olmuştu. Saat başı verilen haberlerde İstanbul'un semt semt yol ve hava durumu anlatılıyor, canlı yayında sürücülerle röportaj yapılıyordu.
Ablam bu haberler üzerine sinirlendi.
"Bu ne ya, sanki hayat sadece İstanbul'da devam ediyor. Afyon'da, Erzurum'da, Kars'da yaşayan insanlar İstanbul'un Bağcılar  semtindeki trafik yoğunluğunu neden merak etsin. Adamlar kardan evlerinden çıkamıyorlar. Şimdi kaç dağ köyüne ulaşım sağlanamıyor kimsenin haberi var mı? İstanbul'da hava güzelse haber olur, yağmur yağsa haber olur, trafik sıkışsa haber olur."
Ablam söyleyene kadar hiç dikkat etmemiştim. Çünkü bahsedilen şehrin içindeyken öyle olmak zorundaymış gibi geliyor insana. 

Gazetedeki köşe yazarı cep telefonu kullanan kişilerin %80'inde ünlü birinin resmi vardır tahmini aynen bu mantıkta  bir tespit.
Normal tahminlerle bir ünlüyü görme ihtimaliniz nedir? 
İstanbul'da yaşamıyorsanız binde bir bile değildir. İstanbul için %50 dersek bu yüzde 50'nin anca yarısı resim çektiriyordur. Belki bir restoranda, bir davette, havaalanında, sinemada...
75 milyon nüfuslu bir coğrafyada istanbul 13 milyonla türkiye nüfusunun 1/5'ne tekabül ediyor. Hani telefonu olanların %80'i nerede?
Bazen Nişantaşı, Etiler, Cihangir'de oturup büyük büyük laflar etmek ve yüzdeler vermek ne kadar kolay geliyor insana.

Altı yıl önce kızlarımla Kıbrıs'tan dönüyoruz. Havaalanında  beklerken o dönem oldukça popüler olan adı ispanyol ismine benzeyen bir popçu ile yanyana masalarda oturuyoruz. Genç adam dikkati çekeceğim diye helak oldu. Elinde telefon konuşuyor, masadan kalkıp biraz yürüyor tekrar oturuyor. Kızlarıma yanına gidin de resminizi çekeyim dedim. Kızlar önce istemedi. Sevdikleri biri değilmiş. Sonra resimini çekmek için izin istedik.
Popçu kızlarımdan daha çok mutlu olmuş, bir poz değil bir kaç tane resim çektirmişti. 

Arkadaşım Bayram tatili için İki ablası ile Roma'ya giderken havaalanında Beyaz'a rastlamışlar. Büyük abla Beyaz'ın yanına gitmiş, birşeyler konuşmuş. Arkadaşımın şaşkın bakışları arasında ablasıyla Beyaz onların masasına dönmüşler. Aralarında sıcak bir muhabbet geçmiş. Bir de resim çektirmişler.
..
Gazetedeki köşesinde yazı yazan beyin, magazin yazdığı için eminim ünlülerle çektirdiği bir çok resmi masasında çerçeve içinde duruyordur. Kendine hak gördüğü bir şeyi halktan biri yapınca rahatsızlık olarak yorumlamak da neyin nesi? Kimse ilgiden rahatsız olmaz merak etmeyin.

28 Ocak 2011 Cuma

ELALEM BİZİ ÇÖZMÜŞ


El yapımı olması ve üzerinde Swarovski taşları ile ünlü cep telefonu markasının CEO'su Türklere teşekkür ediyor.
"Sayenizde satışlarımız çok iyi gidiyor ve pazar patımızı arttırdık" diyor. Uyanık adam bu konuşmayı yaparken elinde markanın son modelini tutuyor, hem de görünsün diye yüzüne yakın bir pozisyonda.
Fiyatı 3000 ile 30.000 lira arasında değişen bu telefonların siparişle yapılan bazı modelleri 250.000 doları buluyor. 
Telefonun özelliklerinden biri de kaplamasının cerrahide kullanılan paslanmaz çelik kalitesindeymiş. Tabi bizim cerrahide kullanılanları kast etmemişlerdir. Konya'da hastalara platin yerine tornada yaptırdığı demirleri takan doktoru unutmadık.

Diğer bir özelliği de o kadar ağır ve sağlam ki yere düşse bile bir şey olmuyor. Ama bunun bir de dezavantajı var. Biri ile kavga ediyorsanız sakın telefona uzanmayın, mazallah cana kast etmekten yargılanırsınız.
Bu telefonların başka bir özelliği 24 saat dünyanın her yerine teknik hizmet vermesi. Bazı modellerde tek bir tuşla 9 dilde yaşam tarzı asistanlığı sunuyor. Bu dillerin içinde Türkçe varmı bilmiyorum. CEO bizi öve öve bitiremediğine göre Türkçe hizmeti de sunuyordur. Bu hizmeti kullananlar New York borsasındaki son dalgalanmaları mı soruyor yoksa asistanla aralarında şöyle bir konuşma geçiyor olabilir mi?
"Bacım şimdi ben bu telefonu aldım ama kebapçıda arkadaşlarla çektiğim resmi dayımgillere nasıl yollarım, bir anlat hele?"
Ya da "Bu kadar para verdik buna, bari biraz havadan sudan muhabbet yapalım kardeşim" diyebilir.
Hatta teknik destek asistanına telefon şakası bile yapabilirler.

CEO'nun bize neden önem verdiği açık, çünkü bizi çözmüş.
Kamerasını kullanmadığı halde illa ki kameralı telefon alanları, internet bağlantısı olanları alıp bilgisayarı açıp kapamayı beceremeyenleri biliyorum.
Aldığı son model Cipin adını bilemeyip oğluna; "Neydi l..n bizim arabanın adı" diyenleri biliyorum.
Salonuna kocaman plazma televizyon alıp, oturma odasında 37 ekran televizyon seyredenleri de biliyorum. 
Telefonun 250 bin dolarlık modeline Türkiye'den iki kişi sipariş vermiş. Tuvalete giderken bile elimizden düşürmediğimiz bir aleti, tuvalete düşürme ihtimalinin de göz önüne alınması gerektiğinde 250 bin doların nereye gideceğine dilim varmıyor. Siz dillendirin ama içinizden..

27 Ocak 2011 Perşembe

KARNE


Kızlara bakıyorum hiç telaşları yok. 
Yahu bu nasıl bir yarıyıl tatili anlayamadım. Notlarını sordum, "Teşekkür" beklediklerini söylediler. 
Bu teşekkürden de bir şey anlayabilmiş değilim. Zayıfın yoksa teşekkür alıyorsun. Sanki Milli Eğitim  zayıf almadın diye teşekkür ediyor. Takdir almak da aynı. Karnenin yarısı iyi takdir alıyorsun. Maksat çocukları motive etmek herhalde.
Karnesinde hepsi pekiyi olan da takdir alıyor. O çocuklara başka bir belge vermek lazım. Yoksa birilerini motive edeceğim derken hak edenlerin motivasyonunu bozmak olmaz.
Bu arada gazetelerde ve televizyonda "Karnesinde kırık not getiren çocuklarınıza hoş davranın" diyen uzmanlar olacak. Bu önerilere uyan bir allahın kulu olmayacak. 

"Pasaklı Müjgan'ın kızı kadar olamadın yine takdir getirmiş." diyen anneler, surat asıp harçlığı kesen, okuldan almakla tehdit eden babalar yine olacak. Karnelerinin üzerinde düzeltme yapan çocuklar olacak, karneye inanmayıp internetten çocuğunun notlarını gören ebeveynler olacak. Kısaca zaman ne olursa olsun karne günleri hep bir koşuşturma içinde olacak.
15 gün boyunca sinemalarda çocuk filmleri izlenecek, Aileler yorulacak, çocuklar yorulacak, sadece  çocuğu olmayan öğretmenler belki  biraz olsun dinlenecek.
Yarı yıl tatili yaz tatiline benzemez. Kış olduğu için çocuklar dışarıda rahat oynayamaz. Evde oturup anne babalarının ensesinde boza pişirirler. "Off canım sıkılıyor"  gün içinde en çok söylenen sözlerdir.

Bizim zamanımızda karne gününe kadar ders yapılırdı. Kimse devamsızlık yapmazdı. Şimdi karneden bir hafta önce okula gitmemeler başlıyor. Bu gitmemeler anneyi 15 gün neler yaşayacağına hazırlıyor. Geç yatıp geç kalkmalar, can sıkıntısı söylemleri, kardeş varsa onunla dalaşma, odayı savaş alanına çevirme, bilgisayarın çökmesi...
Bu yazdıklarımın pek çoğunu yaşayacak bir anne olarak önceden gardımı alayım dedim ve sordum;
"Ankara'ya teyzenize gidelim mi?"
...
Bu sessizliğin anlamını evet olarak kabul ettim. Ama hiç bir heyecan belirtisi göstermediler.
Galiba 5 günü garantiye aldık. 
Geriye kalan 10 gün için bir plan bulmalıyım.

BAKIŞ AÇISI


Yiğit Özgür'ün yukarıdaki karikatürünü görünce ortaokul yıllarım geldi aklıma.
Resim hocamız 25 kişilik sınıftan en az 15 tane Picasso çıkartmaya eğilimli bir adamdı. O zamanın rakamlarıyla 9 bin nüfuslu bir kasabada Guaj boyanın ne olduğunu bilmeyen bizlere "Bakış açınızı genişletin." derdi. 
Bakış açımızı kullanmamız gereken kişi de sınıfımızdaki bol sivilceli ergenlerden biri olurdu. Çocuğu kendi masasının üzerine oturtur. Rodin'in düşünen adamında olduğu gibi elini çenesine  tutturur, gördüğümüzü çizmemizi isterdi. Masanın sağında ve solunda oturanların farklı, ortasında oturanların farklı çizmesi gereken resmi bir veya iki kişi birazcık benzetirdi. Bazı muzip arkadaşlarımız poz veren arkadaşı kedi, inek, kuş, eşek olarak çizdiğinde kıyamet kopardı. Ama  bizim çocukların mazereti tartışma götürmez olurdu. 
- Hocam siz demediniz mi resme bakış açısı getirin, hayalinizi zorlayın?

Bizim resim hocası baktı ki portre bizi sulandırıyor Natürmort'da karar kıldı. Masasının üzerine bir sehpa, onun üzerine de elma, armut, ( muz hiç bir zaman olmazdı. Çünkü model olmayacak kadar pahalıydı.) sapı kırılmış sürahi, bir de bardak koydu mu alın size ölü doğa. Yani Natürmort.
Bizim dönemin anneleri çok şanslı. Yaptığımız garip resimleri şimdiki anneler gibi buzdolabına yapıştırmadılar. Şimdi hiç bilmediğiniz bir evde buzdolabında yamuk yumuk bir resim varsa bilin ki o evde çocuk vardır. Ben yaptığım resmi buzdolabına yapıştıracağım desem şaplağı yerdim. Hadi diyelim modern bir anneniz var neyle yapıştıracaksın o resmi buzdolabına. Mıknatıs sadece okulda deneyler için kullanılır, evde de terzi biri varsa toplu iğneleri bir arada tutmak için kullanılırdı.

Bakış açısı ne garip bir kavramdır.
Mesela Karıncalar için Aslan, Kaplan, Kurt, Çakal gibi hayvanlar zararsız ve şefkatli iken, Tavuk, Horoz, Hindi, Güvercin gibi hayvanlar yırtıcı ve saldırgan dır. Çünkü Aslan'ın onu yeme ihtimali yokken tavuğa yem olabilir.
Ömrü boyunca 60 kiloyu geçmeyen bir kadın, 65 kilo olduğunda bunalıma girerken, 100 kiloluk bir kadın 65 kiloya indiğinde zayıflığından mutluluk duyabilir.
Bazen bakış açısı bir nevi bahane nedenidir.
İzlediğim bir Türk filminde adam kadını aldatıyor. Kadın da bunu yakalıyor. Bağırış çağırışların arasında adam şöyle diyor;
Tamam yaptım. Yaptım ama sor bakalım neden yaptım?

26 Ocak 2011 Çarşamba

..AND THE OSCAR GOES TO..


Yıl 1929. Amerikan Akademi üyeleri toplanmış günlerdir lobiler yaptıkları halde düzgün bir isim bulamamışlardı. En az 40 dakika olması ve Los Angeles'de bir sinemada gösterime girmesi şartı konulmuş filmlere belli dallarda ödül verilecekti. Önlerinde altın kaplama heykele bakıyorlar ve tartışıyorlardı ki   içeriye Akademinin kütüphane memuru  Margareth girdi. Heykeli görünce çığlığı bastı.
- Aaa aynı Oscar amcama benziyor.
Akademi ödülleri sonunda ismini bulmuştu.
Sinemanın en prestijli ödüllerinin hikayesi bu.
..and the Oscar goes to.. dendiğinde nefesler tutulur.
..Ve kazananlar sahneye çıkar.
2. Dünya savaşı sırasında ekonomik nedenlerden dolayı alçıdan yapılmış. Dışı altın kaplama ve değeri 330 dolarmış. İsteyen ödülü 1 dolara akademiye geri satabilirmiş.
Titanic filmi 14 dal ile en fazla ödül alan film olmuş.
4 saat süren oscar ödüllerinde kazananların konuşma süreleri 30 saniye ile sınırlandırılmış.
Oscar ödülleri sırasında unutulmaz anlar da yaşanmamış değil. 
Mesela 1973 yılında Baba, The Godfather filmi ile Ödüle layık görülen Marlon Brando ödülünü kabul etmemiş.
2002 yılında en iyi kadın oyuncu Oscarı alan Halle Bery aynı zamanda Oscar kazanan ilk zenci kadın unvanının da sahibi olmuş.
Halle Bery ağlayarak Oscarı kucakladığında ertesi yıl da çok konuşulacağından   habersizdi. 
2003 yılında Piyanist filminin başrol oyuncusu Adrien Brody hiç beklemediği halde ödül alınca kendisine ödülü veren Halle Bery'e verdiği Fransız öpücüğü günlerce manşetlerden inmemişti.
Ünlü yönetmen Martin Scorsese 5 kez aday olmasına rağmen Oscar alamadı. 6. kez aday olup zarftan kendi adı çıkınca "Zarfı iyi kontrol ettiniz mi, eminmisiniz? diyerek salonu kahkahalara boğdu.
27 Şubat tarihinde dağıtılacak  olan 2011 Oscar adayları açıklandı.
Açıklanan filmlerin bazılarını izlemişim.
Benim tahminim Natalie Portman Siyah Kuğu ile, James Franco 127 saat ile,  ödül alacak gibi. Herkesin kesin kazanır gözüyle baktığı "The Social Network" (Facebook'un kurulma hikayesi olan Sosyal Ağ) yerine  "Kralın Konuşması" filminin ödül alacağını düşünüyorum.
Ödül verenlerin dediği gibi; "and the Oscar goes to...."

25 Ocak 2011 Salı

SİZDEN GELENLER


Bazen mail kutuma güzel paylaşımlar geliyor. Aşağıda onlardan birkaç örnek göreceksiniz.

İngiliz yazar Sir Bernard Shaw yaşlılık yıllarında evinin önündeki bahçede uzun saatler geçiriyordu. Bir gün karısını ziyarete gelen yaşlı bir kadın onu elinde çapa ile iki büklüm görünce tanıyamadı ve sordu.
- Siz Shaw'ların yanında uzun süredir mi çalışıyorsunuz?
- Kendimi bildim bileli.
- Peki aldığınız ücret yeterli oluyor mu?
- Maaş almıyorum, sadece yatacak yer ve boğaz tokluğuna çalışıyorum.
Yaşlı kadın acıyan gözlerle bakarak;
- Benimle çalışırsanız size yiyecek, giyeceğin haricinde ücret de ödeyebilirim.
Bernard Shaw;
- Teşekkür ederim ama ben bayan Shaw'a gönülden bağlıyım.
Yaşlı kadın kızarak,
- Ama sizin durumunuz bir nevi tutsaklık, kölelik  gibi, deyince Bernard Shaw cevap verdi,
-Hayır sayın bayan biz buna evlilik diyoruz.
                                                                                                                                                                                                 Şölen'den.


Amerika'da yargıç, tanık kadına kaç çocuğu olduğunu sordu. Kadın 6 diye cevap verdi. Yargıç isimlerini sorunca, David, David, David, David, David, David.
Yargıç merakla; Yani 6 çocuğunuzun altısının da adı David'mi?
-Evet efendim.
Yargıç iyice şaşırmıştı. Peki mesela çocuklarınız bahçede oynarken onları eve nasıl çağırıyorsunuz?
Kadın; Ben yüksek sesle bir kez David diye çağırırım. Altısı birden içeriye gelir.
Hakim iyice şaşırmıştı.
Peki içlerinden sadece birine bir şey sormak istiyorsanız nasıl çağırıyorsunuz?
Kadın gülerek cevapladı.
- O zaman soyadıları ile çağırırım.
                                                         Belgin'den.
                                                                                                                                    
Hayat,
Aşık olmak,
Sıcak bir duş,
Güzel bir bakış,
Mail atmak,
Manzaralı bir yolda araba kullanmak,
Yatağa uzanıp yağmurun sesini dinlemek,
Sevdiğiniz şarkının çalması,
Geçen yıl giydiğin montun cebinden 100 lira çıkması,
Uyanıp, daha uyuyacak bir kaç saatinizin olduğunu fark etmek,
Hediye verdiğin kişinin mutlu ifadesini görmek,
Çikolata yemek,
Sevdiğine sıkıca sarılarak güneşin doğuşunu seyretmek,
Bunları hayatında bir kez olsun yap.
İkinci bir hayatın yok. 
Ot değilsin tekrar bitmezsin.
                                  Gül'den ( Can Dündar)
                                                                                                                                                        
Hint İmparatoru Pers İmparatoruna bir mektupla birlikte satranç oyununu  yollar. Mektupta şöyle der; 
"Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. İşte hayat budur."
Pers İmparatoru bu hediyenin altında kalmak istemez. Veziri Buzur Mehir'e bunun karşılığı olabilecek bir icat yapmasını buyurur.
Vezir haftalarca çalışıp satrancın şifrelerini çözer ve 10 günde Tavlayı icat ederek Hint İmparatoruna yollar. 1400 yıl önce tasarlanan tavlanın yanındaki mektupta şöyle yazar.
Senenin birliği olarak tavla bir tanedir.
4 köşesi 4 mevsimi,
Tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı,
Pulların toplamı ayın 30 gününü,
Siyah beyaz pullar gece gündüzü,
Karşılıklı 12'şer hane 24 saati simgeler.
Evet kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. Ama biraz da şans lazım. İşte hayat budur.
                                                                               Berrin'den.

24 Ocak 2011 Pazartesi

NUR İÇİNDE YAT EDİSON DERSEK TESLA'YA AYIP OLUR MU?


Bir süredir ekmeğimi kendim yapıyorum. Yok canım hani bir heves ekmek makinesi alıp sıkıldıktan sonra makineyi dolabın bir köşesine koyanlardan olmayacağım. Çünkü ekmek yapma makinem yok. Hamuru elimle yoğurup fırın tepsisinde pişiriyorum. Fırından çıkan ekmeğin görüntüsünü hiç bir şeye değişmem.
Yine hamuru mayalayıp fırına koyacağım ki elektrikler kesilmiş. 
Haydaa..
Bir adam çıksın  200 sene önce elektriği icat etsin 2011 yılında en olmayacak yerde kesilsin iyi mi?
1914 yılında  uzun yıllardır üzerinde çalıştığı her şeyin yanıp kül olduğu bir yangını sakince izlerken buldular onu. 67 yaşındaydı ve artık genç bir adam değildi. Ertesi sabah yangından kül olmuş çalışmalarının yanında şöyle dedi Edison; "Felaketlere değer biçilemez. Bütün hatalarımız kül oldu, artık sıfırdan başlayabilirim." 
Üç hafta sonra Fonograf'ı ( Gramofon tarzı müzik çalar) icat etti.

Google'da Edison yazıldığında 23 milyon sonuç çıkıyor. Amerika'da idam mahkumları için kullanılan elektrikli sandalye de dahil olmak üzere binden  fazla icadın patentine sahip iş adamı ve mucit.
Edison hakkında bilgilere ulaşırken bir çok yerde Nikola Tesla'nın adı geçiyor. Sırp asıllı bilim adamı yaptığı deneylerle elektriği bir yerden bir yere kablosuz olarak ulaştırabileceğini ispat etse de ona sponsor olan zamanın en büyük elektrik üreticisi General Electric kablosuz ve doğal ortamlarda elektrikten para kazanamayacağını anlayınca bilim adamına verdiği desteği çekerek, Tesla hakkında karalama kampanyalarına başlamış.

Patenti kendisine ait 700 buluşu olmasına rağmen  buluşları ne demekse ders kitaplarından bile çıkartılmış ve bir otel odasında tek başına ölmüş.
Edison'a kucak açan sermaye sahipleri elektriğe onun kadar emeği olan Tesla'yı dışlamış. Bazı çevreler Edison'un Tesla'yı ekarte ettiğini bile söylemekteymiş.
Bazen izlediğiniz filmlerde öyle garip entrikalar olur ki "Bu sadece filmlerde olur." dersiniz. Bazı hayatları irdelediğimizde entrikaları aratmayan gerçeklere rastlıyoruz.
Herkesin elektriği olsun ama ucuz olsun diyen Tesla, Floresanı icat etmiş ama o ölene kadar kullanılmamış. Edison ve  şirketi tarafından deneyleri engellenmeseydi tarih kitaplarında adını  görebilecek miydik?
Ya da hiç bir kadına el sürmemiş, vejeteryan, kimseyle el temasında bulunmayan Tesla'nın  elektriklerle ilgili çalışmaları  Edison'a mı yaradı?
Babaannem şöyle derdi; "Çok çalıştım kendim için, anca oldu senin için."

23 Ocak 2011 Pazar

GÜZEL BİR PAZAR NASIL BOZULUR


Beyefendi'nin akrabaları Yıldız Parkı'nda Brunch'a davet ettiler. Memnuniyetle kabul ettik. 
Kızlar uyurken çıktık yola. Saat erken olduğu için İstanbul'da alışık olmadığımız kadar rahat bir trafikte Yıldız parkına geldik. Hafifçe yağan yağmur ve havanın soğukluğu keyfimizi bozmadı. 
Masada üç çifttik. Bizim haricimizdeki iki çift bizden oldukça yaşlı ama sevimli kişiler. Karı koca Profesörler birbirleriyle şirin atışmalar yapıyorlar. Diğer çiftlerden biri 65 yaşından sonra üçüncü üniversiteyi okuyor. Masamız yaş ortalamasından umulmayacak kadar neşeli. 

Kır Kahvesinin kapalı ve açık yerleri var. Biz kapalı olan kısmı tercih ettik. Çayımız kahvaltılıklarımız geldi, güle neşe yemeğimizi yiyoruz. İçeriye girdiğimizde vestiyer bulamadığımız için garson bir sandalye getirdi ve giysilerimizi üzerine koydu. 
Yemeğin ortalarına doğru içeriye  çocukları ile birlikte iki aile girdi. Salonun diğer köşesinde boş masaya  doğru ilerlediler. 
Sonra, adamlardan biri yanımıza gelerek gayet ters bir ses tonuyla "Sandalyeyi alabilirmiyim." dedi. Sözler aynen böyle olmasına rağmen öyle ters bir tarzda söylenmişti ki nasıl dediğinin önemi kalmamıştı. Masamızın erkekleri kalkıp sandalyenin üzerindeki palto ve çantaları topladı, adam da sandalyeyi aldı. Masamızda buz gibi bir hava esti. Gelen adam taş çatlasa 35 yaşlarında olmalıydı. Kendi yaşının iki katında insanların oturduğu bir masaya hitaben yaptığı konuşma Pazar günü Brunch'ı bilecek ve bundan zevk alacak birinin konuşması değildi.

Yan yana masalarda değildik. Hatta onlardan en uzak masada bizdik. Bu tür durumlarda garsondan yardım istendiğini bilmeyen birine ne denir.
Yağmur hızlandı sohbet azaldı. Bizi davet edenlere teşekkür ederek evimize döndük. 
Yolda size terbiyesizce davranan insanlara aynı şekilde davranmak gerekli mi, yoksa muhatap olmamak mı lazım karar veremedik.

22 Ocak 2011 Cumartesi

NE UMDUK NE BULDUK


Yirmili yaşlarımın başında sevgili arkadaşım Tülay ile çalıştığımız şirkette öğlen paydoslarında evlilikle ilgili hayaller kurardık. 
Tülay güzel bir kızdı ve çok güzel giyinirdi. Makyajsız dolaşmaz, süslü takılar takar, uzun ojeli tırnakları ile kadın erkek herkesin dikkatini çekerdi.
Bense onun tam zıttı makyaj yapmaz, takı takmaz, sade renkleri tercih ederdim. O sigara içer ben içmezdim. O flörtü sever ben cesaret edemezdim.
Ama nasıl oluyorsa birbirimizle çok iyi anlaşırdık. Sadece iş günleri değil hafta sonları da mutlaka görüşürdük.
Bazı hafta sonları  İstanbul'a akrabalarına giderdi. Bense köye akrabalarıma.
İkimizde çok okurduk ama benim okuma sevgim her şeyin üstündeydi. Aldığım kitapların haricinde kasabadaki kütüphaneden de yararlanırdım.

Ona yakıştırdığımız hayal İstanbul'da bir iş adamı ile evlenecek, lüks arabalarda gezecek, şaşalı yaşayacaktı. Zaten onun payına başka bir hayal de yakışmazdı.
Benim hayalim biraz daha romantik gibiydi. Yine Sapanca gibi bir kasabada ya da yemyeşil bir vadide önünde kocaman bir verandası olan küçük bir dağ evinde yaşamayı, kitaplarla kaplı büyük bir salonda masa başında roman yazan bir adamı hayal ederdim. Adamın yüzü hep gölgede kalır o hayale bir yüz ekleyemezdim ama yazan ve okuyan biri ile evlenmenin hayalini kurardım.
Kader bize hayallerimizin dışında yollar açtı. 
Ben İstanbul'da yaşayan bir İş adamı ile evlendim, arkadaşımın hayaline yakın   bir yaşantım oldu. Sonra arkadaşım köyde yaşayan tarlası bahçesi olan birini sevdi ve onunla evlendi.
Bizim hayaller yarım kaldı.

Derken..
Aradan uzun yıllar geçti. Yıllar önce bizim hayallerimizi dinleyen melekler nasıl olduysa beni hatırladı.
Şimdi kitaplığıma benim almadığım başka kitaplar eklendi.  Salonumdaki masanın önünde altıncı kitabı için notlar tutan, yazar desem asıl mesleğine haksızlık edeceğim güzel bir adam var.  Varsın vadiye bakan evim de olmayıversin.
..
Bazen kurduğumuz hayaller çocukça gelir, güler geçeriz.
Bazen hayallerimizin gerçekleşmesi için 28 sene bekleriz.


21 Ocak 2011 Cuma

HAYALLER ÜLKESİNDE


Discovery kanalda el yapımı motosiklet yapan baba oğul ve çalışanlarının programı var. (Hristiyan ayinlerinde baba oğul ve kutsal ruh adına diye dua edilir ya ona benzedi sanki.)
Amerikan filmlerinde tenha otoyollarda sürücülerin etrafını saran motorlu acayip guruplar vardır  ya, eminin o filmlere ilham verenler bu adamların motorları ve kendileri.
Baba ve oğulun kilolarının toplamı 250 falan vardır. Çalışanların da bunlardan aşağı kalır yanı yok. Sadece motorda değil şişmanlıkta ve dövme yaptırmakta da yarış yaptıkları aşikar. Öyle çok dövmeleri var ki çıplak gezseler kimse dönüp bakmayacak.

Herneyse Amerikan halkının bu kadar garip görüntülü ve abuk sabuk hareketlerin sahibiyken nasıl süper güç olabildiklerine değinmeyeceğim. Bırakayım onu sosyologlar düşünsün.
Garaj sahibi baba oğul bazen kavga ediyorlar. Kavga esnasındaki  "Biplerden"  birbirlerinden ne kadar çok hazzettiklerini anlamak mümkün. 
Şimdi birbirlerine dalacaklar diye bekliyorsunuz. Yok,  sadece "Bipliyorlar."
Bu bölümde en gösterişli motosiklet  yarışmasına katılacaklar. Yüksekçe bir platformun üzerine motoru koymuş çalışıyorlar.
Çalışanlardan en eski elemanın doğum günü. En eski eleman nasıl oluyorsa aynı zamanda grubun en genci. O kadar eski olmasına rağmen diğerleri kadar usta da değil. 
Elemanlar sürpriz yapacak o yüzden bir bahane ile onu ofis kısmında oyalıyorlar. Atölye bölümünde balonlar şişiriliyor, kocaman kremalı pasta hazır. Herkeste bir heyecan.

Ne hoş değil mi?
Siz öyle sanın.
Burası Amerika, hayaller ülkesi.
Böyle bir doğum gününün televizyona çıkacak ne özelliği var?
Doğum günü çocuğu nihayet atölyeye dönüyor. Bakıyor herkes işini bırakmış bir araya toplanmış bunu alkışlıyorlar. Önce hafifçe gülüyor ama sanki biraz da çekingen.
"Ay yazık utandı" diyor insan.
Ama o da ne! Birden herkes yerdeki balonlara eğiliyor. Daha önceden bazılarının içine su, bazılarının içine pudra doldurdukları balonları genç adama fırlatmaya başlıyorlar. Adam bir balondan kurtulayım derken diğerlerinden nasibini alıyor.

Her tarafı su ve pudra içinde kalıyor.
Nihayet pasta da alkışlar arasında gelip genç adamın suratının tam ortasındaki yerini aldığında doğum günü çocuğunun daha ilk başta neden tedirgin durduğunu anlıyoruz.
Böyle doğum günü düşman başına.
Bu yazıyı okuyup yazın doğum günümü kutlayacak olanlara duyurulur.
Pasta falan alıp da asabımı bozmayın. Hatırlayın yeter.

20 Ocak 2011 Perşembe

EMPATİ


"Bir kez de benim yerime koy  kendini be adam." dedi kadın. 
Adam güldü, kadın kızdı.
Farkında mısınız bilmem neden hep "Kendini benim yerime koy" deriz. 
Bu karşı cinse söyleniyorsa eşiniz, erkek arkadaşınız kıllığına gidip topuklu bir ayakkabınızı, ve elbisenizi giyerek karşınıza çıkabilir. Alın işte aynen sizin gibi ama sizin biraz daha iri olanınız.
Birde sizin yerinizde olsa neler yaptığını anlatır.
- Senin yerinde olsam böyle bir eşim olduğu için mutlu olurdum. Akşamları geç geldiğinde surat asmazdım, Pazar günleri maça gitmesine kızmazdım. Annesine hoş davranırdım.

Çocuğunuza sakın söylemeyin bunu. Yoksa size karşı çok güzel kullanır.
- Evladım bir de kendini benim yerime koy.
-Kendimi senin yerine koysam çocuğuma hiç bağırmam, dersine çalış diye sıkboğaz etmem, harçlığına zam yaparım... Buyurun..
Patronunuza söyleseniz yandınız. Patrona bu fırsatı vermeyecektiniz.
- Kendinizi benim yerime koyun.
- Ben senin yerinden olsam işe biraz daha erken gelir daha geç çıkardım. Terfi etmek istiyorsam iki kişinin işini yapar, hiç izin istemezdim.
Arkadaşınız sizin yerinizde olmaya dünden razıdır zaten.
- Ben senin yerinde olsam o sünepe adamla bir dakika durmazdım. Yüklü bir nafaka alır anında boşardım.

"Kendini benim yerime koy?" diyebileceğiniz hiç kimse sizin yerinizde olduğunda sizin gibi düşünmeyecektir bilesiniz. 
O yüzden siz siz olun kimseye "Kendini benim yerime koy" demeyin.
Kendini başkasının yerine koyma düşüncesine "Empati" diyorlar.
Güzel bir isim. "Sempati" gibi.
Uzmanlar Empati yapmayı öğütlüyor. Eşinizle tartışmadan önce empati kurun, çocuğunuzla empati kurun,  arkadaşlarınızla, cüzdanınızı çalan hırsızla, gecenin bir yarısı matkap çalıştıran komşunuzla, kısacası temasınız olan herkesle empati kurun.

Bazıları çok empati yapmanın insanları mutsuzluğa ittiğini söylüyor. Her şey gibi empatinin de çoğu zararlıymış.
Cüzdanınızı çalan hırsıza kızmayın. Belki paraya ihtiyacı vardır. Gece matkap çalıştıran komşu gündüz usta bulamamıştır, eşiniz trafikte gecikmiştir, çocuğunuz çok çalışmıştır ama öğretmen sadece ona takmıştır.....
Vikipedi'ye göre empati'nin zıt anlamlısı antipati olarak verilmiş.
Peki sempatinin zıt anlamlısı nedir dersiniz.
Antipati...
Yani empati yapmazsanız antipatik olursunuz.





19 Ocak 2011 Çarşamba

KISKANMAK


Derler ki insanlar kedilerine yakın hayatlar yaşayan insanları kıskanırlarmış. Komşuyu kıskanmak, arkadaşı, aile bireylerinden birini kıskanmak gibi. Yoksa Kimse gidip de Paris Hilton'u veya Prens William'ı kıskanmazmış.  (Onları kıskananlar da yakınlarından biridir herhalde.) 
"Ben kıskanmam" diyen yalan söylüyormuş. Doğuştan değil de sonradan kazanılan bu his ölene kadar bir şekilde varlığını sürdürürmüş.
Toplumda en çok konuşulan kıskançlık kadın erkek kıskançlığı olsa da hayatın her evresinde bir sürü konuda insanda kıskançlık hasıl olurmuş.
Kendi adıma kişiliğimin oluştuğu yıllardan itibaren bir sürü kişiyi kıskandığımı hatırlıyorum. Bazen birinin sadece saçını, çok yediği halde kilo almamasını, bulunduğu makamı, yaşadığı hayatı kıskandım. 
Uzmanlar aşırı kıskançlığı psikolojik bozukluk ve özgüven eksikliği olarak yorumluyorlar. Ve ekliyorlar "Kıskançlık insanın doğasında var ama abartmamak lazım."

Mine şöyle dedi;
"Sen şanslısın üç kızın var. Seni birbirlerinden kıskandıkları için hoş tutuluyorsun. Benimkinin rakibi yok o yüzden umurunda değiliz."
Şanslıyım evet. Onlara sahip olduğum için. Ama birbirlerini kıskandıklarını pek düşünmüyorum. Ben de üç çocuktan biriyim. Ama ne abimi ne de ablamı kıskandığımı hiç hatırlamıyorum. Belki de annem hepimize aynı mesafede davrandığı içindir.

"Kıskanmak"
Nahit Sırrı Örik'in aynı adlı ilk romanını Zeki Demirkubuz 2009 yılında sinemaya uyarlamış. Film sessiz sedasız gösterildi ve unutuldu. 
Sinemada izleme şansını elde ettim ama geçtiğimiz günlerde DVD'sini bulunca almadan edemedim.
Nahit Sırrı Örik bir kaç hikaye kitabından sonra ilk romanı Kıskanmak'ı yazmış fakat sağlığında kitap hiç ilgi çekmemiş.  Zeki Demirkubuz sinemaya uyarlayınca 2009 yılında abisini ve abisinin karısını kıskanan Seniha rolü ile Nergis Öztürk "Altın Portakal'da" En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazanmış.
Konu 1930 yıllarında Zonguldak'ta geçiyor ve filmde aydınlık bir sahne hemen hemen hiç yok.
Benim izlediğim salonda birkaç kişi filmi yarım bırakıp çıkmıştı. 
Kış günü kasvetli filmle uğraşamam demeyin. Fırsat bulursanız Kıskanmak filminin izleyin.
 

18 Ocak 2011 Salı

RUHLAR KAÇ LİRAYA İYİLEŞİR?


"Acilen bir psikoloğa ihtiyacım var." dedi arkadaşımın arkadaşı.
Genç ve güzeldi. Sağlıklı çocukları, onu seven cömert bir kocası vardı. Altındaki arabadan belliydi. Bu konuşmayı şımarıklığından yapmadığı da belliydi.
Eskiden sinir doktoru derdik ve sinir doktoruna sadece delilerin gittiğini düşünürdük. Sinir doktoruna gitmek öyle ulu orta söylenecek bir şey değildi. Ayıplanır arkadan konuşulurdu.
Amerikan filmlerinin hayatımıza girmesi ile sinir doktorları diğer doktorlar gibi olağan gelmeye başladı. Filmdeki kadın "Psikiyatrist'e gitmem lazım seninle buluşamam." diyordu telefonda.
Sonra ismini doğru telaffuz etmeye başladık. Ama Psikolog ile Psikiyatrist'i zaman zaman karıştırdık.
Kendimizi dinlemeye başladığımızda vücudumuzdaki diğer uzuvlarımız gibi ruhumuzun da  hastalandığını, kırıldığını fark ettik.
Hatta en çok hastalanan yanımızdı ruhumuz ama sanırım çok geç fark ettik.

Bu yaşıma geldim iki kez Psikiyatrist'e gittim.
İlk kez gidişimde evliliğimin 5. yılıydı.  Bizimle aynı yaşlarda genç bir doktor olmasına rağmen kendimizi ona teslim ettik, iyi de ettik.  Birbirimizi tanımamıza ve olduğumuz gibi kabullenmemize yardımcı oldu. Doktoru minnetle anıyorum.
İkinci gidişim eşimi kaybettikten 6 ay sonraydı ve ben yaşadıklarımı anca kavramaya başlamıştım. Kırılma noktamın nerede olacağını kestiremediğim için yardıma ihtiyacım vardı. Ya da hiç tanımadığım birinin karşısında sadece ağlamak istemiştim bilemiyorum.

Randevu saati geldi doktorun odasına girdim.
İşaret ettiği yere otururken doktorun duvardaki saate baktığını gördüm.
O anda canım hiç konuşmak istemedi. Beni sadece para için dinlediği hissi o kadar yoğundu ki ağzımı bıçak açmadı. Adam ve ben yaklaşık 5 dakika öylece oturduk. Sanırım o da bendeki isteksizliği hissetmiş bana zaman vermişti. Ya da "İşten sonra spor salonuna gideyim" diye düşünüyordu. Masasının yanında spora giderken kullanılan  çantası duruyordu.
Birileri için iyi bir dinleyici olmalıydı ama o biri ben değildim.
Yaşım, mesleğim, medeni durumum, çocuklarım, sağlık sorunlarım gibi klasik sorulardan sonra; Buyrun dedi.
"Eşim vefat ettiğinden beri uyuyamıyor, uyuduğumda kabuslar görüyorum." diyerek kendisinden ilaç istedim. Başka bir şey sormadan  reçeteyi yazmaya başladı.
Belli yıldızımız barışmamıştı.
"Tekrar gel" demedi.
Tekrar gitmeyi düşünmedim.








17 Ocak 2011 Pazartesi

İYİ BİR ÇOCUK OLURSAN ŞİRİNLERİ GÖREBİLİRSİN


Kendisi 22 yıllık arkadaşım. Benden 8 yaş büyük emekli hemşire. Arkadaştan ziyade abla gibi sevdiğim biri. Son gezimizdeki iki arkadaşımdan biriydi. Aynı zamanda Mardin gezimizde de birlikteydik.
Soruyorum ; Bir hayalin var mı, ne yapmak isterdin?
Boyunca üç bekar çocuğu olan biri ne hayal eder?
Çocuklarının mürvetini görmek, seyahat, Hacca gitmek. Ne bileyim buna benzer bir yanıt beklerken beni dumura uğratan bir cevap verdi.
- Keşke şu çizgi film kahramanları gerçek olsaydı. Benim komşum olsalardı, ben de onlara misafir gitseydim. Onlarla muhabbet edip hayatlarını görseydim.

Eniştem çizgi film seyrederken kahkahalarla güldü diye annemin gözünden düşmüş, ayıplanmıştı.
" 50 yaşında kocaman adam, mühendis olmuş. Hala çizgi film  seyrediyor."
..
Çizgi film öyle büyülü bir dünya  ki izlediğinin gerçek olup olmadığının bir önemi kalmıyor.
Ben ilk çizgi filmle  Pembe Panter ile tanıştım. Siyah beyaz televizyonda pembe görünmese de uzun kuyruklu, zayıf bir yaratık herkesi sinir edecek hareketler yaptığı halde güldürüyordu.
Temel Reis çırpı bacaklı Safinaz için kutu kutu ıspanağı mideye indirdiğinde anneler çocuklarına ıspanağı sevdirmeye çalıştılar. Akıllı çocuklar işe uyanıp  "Ispanak da, çirkin safinaz da Temel Reis'in olsun ben hamburger yiyeceğim" diyerek  işten sıyırdılar.

Sonra Tom ve Jerry girdi hayatımıza. Küçücük bir farenin kocaman bir kediyi alt etmesine bayıldık. Belki de mazlumun yanında olma  hissimizden dolayı evlerde kapan kurduğumuz farelere acır olduk.
Miki Mouse, Mini Mouse, Ayı Yogi ve arkadaşları hayatımızda hep var oldu. Erkekler sevgililerine ayı oyuncaklar hediye etti.
Biri bize "Ayı" dese olay çıkarma ihtimalimiz varken aldığımız oyuncak ayıya "Ayyy ne şeker" diyerek kendimizle çeliştik.
Şimdilerde dizi film izleyenler nasıl ertesi haftayı merakla bekliyorsa bizler de Heidi ve arkadaşı Peter'in maceralarını, dev cüsseli yumuşak kalpli dedeyi büyük küçük takip ettik. Heidi'nin coğrafya bilgimize de katkısı oldu. Onun sayesinde Alp dağlarını öğrendik.
Dedesi ile birlikte ateşin başında pişirdiği peynire o kadar özendik ki sopalara peynir takıp pişirmeye çalıştık.

Japon çizgi film kahramanları hayatımıza girdiğinde çocuklar aşkla tanıştılar. Şeker kız Candy ve gizemli sevgilisi Terry sadece Candy'nin değil bütün kızların sevgilisi olmuştu.
Çizgi film kahramanları arasında da gerçek hayatta olduğu gibi entrikalar, kötülükler oluyor fakat iyilik hep galip geliyordu.
Sünger Bob  2000'li yıllarda izlenmeye başladığında çocuklardan ziyade ebeveynler bayıldı ona. Kimseye kızmıyor, bağırmıyor, kötülük yapmıyor, saflık derecesinde iyi niyetliydi. Büyük küçük herkesin gönlünü fethetti.
Mavi cüce şirinler'de şirin baba mantar toplamaya gidiyordu. Bazı TV kanallarında çizgi film türkçeye çevrilirken Şirin babayı Cuma namazına yolladılar.
Amerikan aile yapısını anlatan Simpsons'lar son dönemin en çok izlenen çizgi filmlerinden biri oldu. Fakat onu büyükler daha çok izliyor.

Şimdi televizyonlarda çok az gördüğümüz çizgi filmler hayatımızın bir parçasıydı.
Arkadaşımın hayaline girmesi de yadırganacak bir şey olmamalıydı.
Umarım çizgi filmler hep var olur. 
Hayallerimiz hep çizgi film tadında olur.

16 Ocak 2011 Pazar

KLASİK ÖLDÜRÜR , ARABESK SÜRÜNDÜRÜR


Gürer Aykal Bundan 24-30 yıl önce kadınların en çok beğendiği kişiler arasında ilk sıralardaydı.
Klasik müzikten zerre kadar anlamayanların bile konserlerine gitmek istediği yegane kişiydi o. Elindeki bageti sallayıp öyle bir orkestra yönetmesi vardı ki hanımların pek çoğu mest olurdu.
Yeni nesile tanıtmak için hatırlatayım.
Gürer Aykal eski Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası şefi ve şimdiki Borusan Flarmoni Orkestrası genel direktörü.
Geçtiğimiz yıl yetenekli bir öğrencinin yurt dışında müzik eğitimi alması için düzenlenen konuk şef projesinde yerini bir günlük de olsa Cem Yılmaz'a vermiş, klasik müziği esprili bir bakış açısı ile izlemiştik.

Gürer Aykal İle ilgili okuduğum haber değerli orkestra şefi hakkında bilmediğimiz bir yönünü görmemizi sağladı.
Ünlü Şef'in sol elinde hissizleşme sorunundan dolayı el cerrahisi gerekmiş. Ameliyatta doktor arkadaşlarından biri de hazır bulunmuş. Başarıyla tamamlanan ameliyatın sonunda Gürer Aykal uyanmakta zorlanınca doktor arkadaşı devreye girerek ameliyathanedeki ses sistemine Hakkı Bulut'un bir şarkısını koydurmuş.
Arabesk müziğin sesini duyan şef anında ayılmış fakat bu sefer de masadan kalkıp kendini dışarıya atmaya çalışmış. Bu kez de klasik müzik dinleterek sakinleşmesini sağlamışlar.

Valla bu haberi  önce asparagas sandım ama Gürer Aykal bizzat gülerek anlatınca "Yok canım " demekten kendimi alamadım.
Şef arabesk müzik duyduğunda başağrısı çektiğini  ve arabesk müziğin insan beynini uyuşturduğunu söylüyor.
Hakkı Bulut da bu işten rahatsız olduğunu ifade ediyor ve kırgınlığını dile getiriyor. "Şarkılarım sayesinde narkozdan uyanıp hayatı kurtulduysa sevinirim. Fakat bu konuyu dalga geçmek için anlattıysa bu insanlığa sığmaz." demiş.
Hakkı Bulut'a hak vermemek mümkün değil gibi görünüyor. 
Gürer Aykal arabeskin beyni uyuşturduğunu söylüyor ama arabeskle uyandığına göre kendiyle çelişmiyor mu?