29 Haziran 2012 Cuma

MEZUNİYET TÖRENLERİ


Okulun bahçesinde üç kenara sandalyeler dizmişler.  Öğrencilerin oturacağı sandalyeler mavi beyaz giydirilmiş. Protokol'ün sandalyeleri plastik değil, okulun öğretmenler odasından ya da müdürün ve yardımcılarının odasından alınmış en önde sahnenin tam karşısında yaklaşık 15 koltuktan oluşuyor. Üşenmemiş üzerlerine "Protokol" diye yazmışlar.
 Mezun olacak öğrenciler özene bezene giyinmiş, saçlarını yaptırmış, makyaj yapmışlar. Kendi kızım da dahil olmak üzere ayaklarında üzerinde yürümekte zorlandıkları bir karış ayakkabılarının yerine babet veya sandaletler giymiş olsalardı çok daha sevimli ve yaşlarına uygun giyinmiş olacaklardı. Fakat bu yaştaki çocuklara bir şey anlatmak mümkün görünmüyor. Ben çocuğumu ikna edip topuksuz ayakkabı giydirdiğimde Nazlıcan ya da Merve topuklu giymiş olur. Kızım  da bir sene boyunca kendisi neden giymedi diye ensemde boza pişirecek. O yüzden riski alamadım, kızım da bir karış topukların üzerinde sallana sallana yürüdü. Ben düşmesin diye dua ederken başka bir anne dua etmeyi unutmuş olacak ki tombikçe bir kız kendisinin yarısı kadar annesine el sallayacağım diye ayağı kaydı ve gözümüzün önünde yere kapaklandı. Allahtan başına bir şey gelmedi ama bu utancı uzun bir süre unutamayacaktır.

İki öğrenci kız programı okudu. İstiklar Marşı ve Şehitlere saygı duruşu. Önce müdür, ardından İlçe Milli Eğitim Müdürü, ardından okul birincisi, konuşma yapacak. Okul kütüğüne plaket çakılacak, pasta kesilecek, içinde diploma olmayan temsili diplomalar dağıtılacak ve kepler fırlatılacak.
Saygı duruşunda Amerikan filmlerinde şehit düşen Amerikan askeri için çalınan marş çaldı. Birazdan 41 pare top atışı başlayacak sandım. Ne alakası var anlayamadım.
Önce müdür , sonra İlçe  Milli Eğitim Müdürü konuşma yaptı. İlçe Milli Eğitim Müdürünün işi de zor. Yıl sonunda bir sürü okulun mezuniyet törenine davet ediliyorlar, bazen gün içinde birden fazla okula gittikleri de oluyordur. Ne cumartesi günleri var ne pazarları. Acaba her okulda aynı konuşmayı mı yapıyordiye düşünmeden edemedim. İyi ki okulları karıştırmıyor.
Nihayet konuşmalar bitti ve diploma töreni başladı. Çocuklar beşer onar kürsüye çıktılar. İsimleri söylenen bazı çocuklar fazla alkış ve tezahurat aldı. Belli ki bu çocuklar okulun sevilen çocuklarıydı. Bu arada hemen herkesin oturduğu yerden kürsüyü görmeleri mümkünken bazı aklı evvel veliler ellerinde telefonları ile çocuklarını çekmek için kürsünün önüne doluştu. 
Sonunda törenin en güzel kısmına sıra geldi. Öğretmen; "Hazır mıyız?" diye sordu.
Çocuklar "Evet" yerine çığlığı bastılar.
Sonra üçten geriye sayıldı ve gökyüzü birdenbire maviye boyandı. Kepler yere düşerken aynı anda fırlatılan mavi balonlar gökyüzüne doğru havalandı. 
Gençlerin sevinçleri görülmeye değerdi doğrusu. Gözlerim doldu her zamanki gibi. 
 Üniversite mezuniyetini de görmeyi nasip etsin yüce Allahım.


24 Haziran 2012 Pazar

NAVİGASYON CİHAZLARININ KOLAYLIĞI


Eskiden sadece Amerikan filmlerinde görürdük. Dedektif maktulün arabasında küçük televizyon gibi bir şeye bakar arabanın daha önce nerelere gittiğini görürdü. Komedi filmlerinde tatile giden çift navigasyon cihazına bakarak gidecekleri yeri şak diye bulurlardı. Kızımın LYS sınavına gireceği okullar evimizden epeyi uzakta ve bilmediğimiz semtlerde olunca Navigasyon cihazı imdadımıza yetişti. Yola çıkmadan önce gideceğiniz yeri ekran üzerindeki panoya yazıyorsunuz, ardından sesli ve görüntülü olarak tarif başlıyor.
Beyefendi otoparktan çıkmadan gideceğimiz yeri yazdı; İlki Güngören'de bir ilkokul, ikincisi Bağcılarda bir lise. Cihaz bizi otobana yönlendirdi, "2.5 kilometre sağdan gidiniz." Otobanda sağdan sağdan gidiyoruz, cihaz hız sevmiyor. 

"İlk çıkıştan ayrılın."
Emriniz olur.
Buraya kadar iyi geldik ama Bağcılar'da sokaklar o kadar birbirinin içine girmiş karışık ki cihazın sola gidin dediği yerde yol yok. Daha doğrusu önceden yolmuş ama sonda beton dubalarla kapatmışlar. Cihaz yolun kapalı olduğunu algılayamadığı için sürekli tekrarlıyor;
"Sola dönün, sola dönün." 
Neredeyse dövecek. Tırsıyoruz ama yapacak bir şey yok yola devam ediyoruz. Allahtan başka bir yerden cihazın istediği yola giriyoruz da  sakinleşiyor. 
"750 metre sağdan devam edin."

Devam edeceğiz elimiz mahkum. Sonunda Navigasyon cihazı müjdeyi veriyor;
200 metre sonra gideceğiniz yere varıyorsunuz. Ekranda kareli bir bayrak beliriyor. Paris - Dakar Rallisini kazanmış pilotlar kadar sevinçliyiz. Kızımın sınava gireceği okula sağ salim geliyoruz.
Giderken nasıl geldiğimize bakmadığımız için dönüş yolunda da cihazın yardımına ihtiyacımız olacak.
"Neden aklınızda tutmadınız, tekrar mı anlatacağım" diye bağırmasından korkuyorum.

20 Haziran 2012 Çarşamba

İTALYA'DA BİR ADA


TuMblr'da gezinirken şahane bir resim gördüm. Yok canım böyle bir yer mi olurmuş derken resmin altındaki yeri Google'da aradım. Hakikatten böyle bir yer var da biz İtalya'ya gittiğimizde neden burayı keşfetmemişiz diye hayıflandım.
Bilenler ukalalık yapmasın lütfen; Bilmeyenler için yazıyorum.

İtalya'nın güneyinde  Procida diye bir ada.
Mat Damon ve Gwynet Paltrow'un oynadığı Yetenekli Bay Ripley filmi burada çelikmiş.

Avrupa sosyetesinin gözbebeğiymiş, hayret Türkler nasıl keşfetmemişler. Yoksa keşfetmişler de bizim paparaziler mi atlamış burasını bilemedim.
Şu renk cümbüşünün güzelliğe bakar mısınız?

19 Haziran 2012 Salı

BELİRSİZ İLİŞKİLER


İzmir uçağında yarım saatlik bir rötarla kalkmayı beklerken biri tam arkamızda, diğeri koridorun karşısına düşen yanımızdaki koltukta oturan iki kişinin konuşmasına şahit oluyorum.
Adam 50'nin üzerinde tam arkamızda oturuyor. Kadın 40 yaşlarında, koridorun karşısında oturuyor. Aslında bekleme salonunda da uçağa binerlerken de birlikteydiler fakat check-in'in azizliğine uğramış ve yan yana koltuklarda oturamamışlar. Patron ve çalışan ilişkileri var gibi görünüyor; Çünkü kadın "siz" diye hitap ederken adam"sen" diye konuşuyor. 

Kadın sürekli iltifat etme telaşında ama adam egosunu tatmin edecek bir tipe benzemiyor. Kadın bizimle birlikte önde ve arka koltuklardaki bir sürü kişinin duyabileceği şekilde konuşuyor. Koltuğun arkasında bulduğu dergide burç yorumu yapıyor; "Çıkacağınız seyahatte işlerinizi yoluna koyacaksınız." Sonra adama dönüp soruyor; "Sizin burcunuz nedir?"
Adam bir süre düşündükten sonra; "Annem tam olarak hatırlamıyor hangi ayda doğduğumu ama nüfus cüzdanıma bakılırsa Boğa olmalıyım." 
Kadın itiraz ediyor; "Siz bence Arslan burcusunuz, liderlik özelliğiniz var."
Adam; "Ben doğduğumda kar yağıyormuş." diyor.
Kadın; "Tamam işte Arslansınız." diyerek gaz veriyor.
Adam arslanların Temmuz sonu Ağustos başı doğmuş olmaları gerektiğini ya bilmiyor, ya da kadını bozmak istemiyor. 

Bir süre daha devam eden burç muhabbetinden sonra adam iltifattan doymuş olarak karşı atağa geçiyor; "Bayram tatilinde seni bir yerlere yollayayım."
Kadının anında ses tonu değişiyor, sevindiğini ben bile hissedebiliyorum. 
"Nereye gitsem bilmem ki? Avrupa'ya daha önce gitmiştim ama.. Fiyord'lara mı gitsem acaba?"
Anlayacağınız kadın iyice abartıyor.
Adam her neresi olursa olsun kadını yollayacak belli. Bir süre ikisi de susuyor, kadın işi garantiye almak için; 
"İyi o zaman Perşembe gidip Pazar döneyim. Üç gün canım, ne olacak ki!"
Adam ses etmiyor, uçak kalkıyor.

14 Haziran 2012 Perşembe

GOOGLE YENİ BİNASINA TAŞINDI


 Gördüğünüz resimler iş yeri.

 İnsanlar bisiklete biniyorlar, mutfakları ortada gidip istediklerini yiyorlar, duvarlara yazılar yazabiliyor, salıncakta sallanabiliyorlar.

 istedikleri oyuncağı masalarının üzerine koyabiliyorlar. Hatta ofis içinde bisiklete binebiliyorlar.

Evet burası Google İstanbul ofisi.
Böyle bir yerde çalışmayı kim istemez?

Google Levent'teki yeni binasına taşınmış, bu resimleri de medyaya servis etmiş. Servis etmiş diyorum çünkü resimlere bayıldım.

Kaynak; Hürriyet

13 Haziran 2012 Çarşamba

İZMİR'İN KAVAKLARI


Kızım geçen yıldan bu yana bazı duruşmalar için ayda bazen bir kez, bazen de iki kez İzmir'e gidiyor.  Bir yıldır  planlarımızda vardı ama benim uygun olduğum zaman kızımın vakti kısıtlıydı, kızımın uygun olduğu zamanlarda da benim vaktim olmadı.
En son 22 yıl önce bodrum'a giderken uğramıştık İzmir'e. Bir iki saatlik bir turdan sonra yolumuza devam etmiştik. Kızımın peşine takılacağım, orada  işleri bittikten sonra dolaşacağız. Sabah erkenden yola çıktık. Uçağımız 8'de, havaalanına mesafemiz en fazla yarım saat ama iki saat önceden evden ayrıldık ki İstanbul'un trafiği bize sürpriz yapmasın. iki yıl önce Hatay'a giderken bir buçuk saat önce evden çıkmış olmamıza rağmen zor yetişmiştik uçağa. Allahtan bu sefer Murpy kanunları bizim lehimize işledi ve yarım saat bile olmadan havaalanına geldik. Bir gün önceden Check-in yaptırdığımız için rahatız, sadece makineden biletimizi yazdıracağız. Kızım hemen bir iki tuşla bileti elime verdi.

"Senin biletin nerede?" diye sordum telefonunu gösterdi. Şimdiki gençler teknolojiyi sonuna kadar kullanıyorlar. Blackberry'nin uçuş kartı vazifesi gören sistemi var. Ekrandan onu okutarak uçağa binebiliyorsunuz. Bizim bindiğimiz uçakta kızımla birlikte üç kişinin bu yöntemi kullandığını gördüm. Biz ölümlüler görevliye biletimizi gösterirken işi bilenler telefonlarını gösterip geçiyorlar.
Nihayet uçağımıza geçtik, yerimize oturduk ki kızım yukarıdan bir minder aldı, başının arkasına koydu, emniyet kemerini bağladı ve gözlerini kapattı.  Pes doğrusu uyudu iyi mi!
Saat tam sekizde uçak hareket etti; Ben de kendi kendime yorum yapıyorum. "Bir de rötardan bahsediliyor, tam zamanında kalktı uçak."
Aprondaki körükten ayrılıp biraz ilerledik ve durduk. O sırada pilotun sesi duyuldu; "Sayın yolcularımız pistte 5. sıradayız, tahminen 15 dakika sonra kalkacağız, yoğunluktan dolayı özür diliyor, anlayışınız için teşekkür ediyoruz."
Uçağa binmişiz, havaalanından 200 metre uzaklaşmışız, buradan inip yoldan geçen başka bir İzmir uçağını çevirmemiz mümkün mü? Buna anlayış denmez, mecburen duruma razı oluyoruz. Pilotun konuşmaları esnasında kızımdaki tek hareket başını benim tarafımdan koridor tarafına çevirmek oluyor. 20 dakika sonra uçağımız kalkıyor, servis bitmeden iniş anonsu yapılıyor. Geldik bile..

İzmir sakin bir ege şehri gibi görünüyor. Uçaktan inip adliye binasına gidene kadar denizi görmüyoruz. Deniz şehirlerinde nereden bakarsanız bakın denizi görürsünüz diye bir algı oluşmuş İstanbul'da yaşayanlarda. İzmir'de deniz sadece kıyılarda görünüyor. Kızımın duruşması esnasında ben de adliye binasında kendime oturacak bir yer bulup bekliyorum. "Nerede  İzmir'in güzel kızları?" demeye kalmadan Botiçelli tablolarındaki gibi bir kadın "tık tık tık.." geçiyor yanımdan. 
Ardından bir sürü güzel kadına rastladım gün boyunca. 
Konak meydanındaki saat kulesini daha görkemli düşünmüştüm ama değilmiş. Saat kulesinin hemen yanındaki Konak Yalı Camii olarak bilinen İngiliz Ayşe Camii olarak da tarihte adı geçmiş Camii daha çok ilgimi çekti. Camii 1755 yılında yapılmış firuze çinilerle süslenmiş sevimli bir eser. Hatırladığım kadarı ile Camiinin avizelerini Uğur Dündar'ın kayınvalidesi Seramik sanatçısı Rahmetli Ümran Baradan Yapmıştı.

Kızım resmimi çekerken kızımın hemen arkasında 20 yaşlarında bir genç beliriyor. Uzun uzun kızımın telefonunu inceliyor ve soruyor; "İsterseniz verin ikinizin resmini çekeyim." Gözüm hemen gencim ayaklarına takılıyor. Kapkaççıların üzerlerine ne giyerlerse giysinler ayaklarına koşu ayakkabıları giydiğini duymuştum. Hakikatten koşu ayakkabısı giyiyor ve biz meydanda resim çektirince yabancı olduğumuzu fark etmiş bizi dolandırmaya çalışıyor. Kızım uyanık; teşekkür ederek arkasını dönüyor. Genç meydanda başkalarına doğru yanaşırken biz oradan uzaklaşıyoruz. Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesinde yemeğimizi yiyor, kısa bir şehir turu atıyoruz. Tatlılarımız için Kızımın favorisi olan Kitchenette yiyip günü bitiriyoruz.
İzmir yurdumun diğer  şehirleri gibi güzel bir yer. İnsanları sevimli, giyim kuşamları düzgün. Kalabalık yerlerde bile gürültü patırtı yapmıyorlar, sakin insanlar.
Bazılarının "Gavur İzmir" yakıştırmasına aldırış etmeden İzmir'i İzmirli gibi yaşıyorlar.

10 Haziran 2012 Pazar

KEMANCI BAŞIMIN TACI


Zaman zaman mail kutuma çok güzel   mesajlar gelir.
Geçtiğimiz günlerde bu mesajlardan biri çok hoşuma gitti ve bazı arkadaşlarımla paylaştım.
Klasik müzik sever misiniz ?
Hiç bahane bulmayalım.Türk milleti sözde klasik müzikten haz ettiğini söylese de, özde oyun havalarıyla göbek atmayı tercih eder.
Kelli felli adamların oyun havası çaldığında içine Nesrin Topkapı girmişçesine beline ceketini bağlayıp gerdan kırdığını çok gördüm.
Hatta bazıları oyun pistine gidene kadar plaket almaya gidiyormuş gibi ciddi bir ifadeyle çıkar ve birden oynamaya başlar. Daha iki dakika önce borsadan, döviz girdilerinden bahseden adam sanki o değildir.
Türk kadını Armut tipi fiziğinin verdiği avantajla zaten göbek atmanın kitabını yazabilecek yetenektedir. Hatta sahnede dans eden oryantalle aşık atacak cürette olanlarına bile rastladım.

Geçtiğimiz hafta İzmir'de çekilmiş bir videoyu hem hayret, hem de hayranlıkla izledim. Kocaman bir salon, belli ki bir düğün salonu ve 150'ye yakın kadın erkek harmandalı oynuyor. Öyle bir uyum içinde oynuyorlar ki sanki daha önce prova yapmışlar. Oyun hem ahenkli hem de muhteşem güzel.
Şimdi gelelim asıl konuya;

Mail kutuma gelen mesajda çekik gözlü çok güzel bir genç  kız keman çalıyor.
Evet tahmin ettiniz...
Vanessa Mae..
Şimdiye kadar dinlemediyseniz çok şey kaybetmişsiniz.
Vanessa Mae, 1978 yılında Singapur'da doğmuş. 3 Yaşında piyanoya başlamış, daha sonra kemana geçmiş.
7 Yaşında Yılın En Başarılı Genç Sanatçısı seçilmiş.
10 Yaşında Londra Flarmoni Orkestrasında çalmış.
Vanessa Özellikle Beethoven, Mozart, Vivaldi gibi bestecilerin eserlerini modern tarzda yorumluyor.
17 yaşında çıkardığı ilk albümü 3.5 milyonluk satış yapmış.
En büyük hobisi pahalı kemanlar satın almak. 150.000 Sterline aldığı kemanı çaldırmış, allahtan polis bulmuş.
Kazandığı paranın hatırı sayılır bir kısmını hayır kurumlarına bağışlıyor.
32 milyon sterlinlik serveti ile İngiltere'de kendi parasını kazanmış ikinci genç olarak biliniyor.
Çok garip bir rastlantı. Klasik keman ustası Niccola Paganini ile aynı gün doğmuş olması.
..
Vanessa Mae'in yorumladığı eserlerden dinlediğim ve sizlere önereceklerim;
Sabre Dance, Beethoven Symphony No.5, Storm( Vivaldi), Four Season(Vivaldi), Classical Gas...
Gerçi göbek atılamıyor, harmandalı da oynanmıyor ama çaldıkları içimizi kıpır kıpır yapmaya yetiyor.

7 Haziran 2012 Perşembe

VENÜS BULUŞMASI


Dün gökyüzünde heyecanlı bir buluşma vardı.
Sabah saat 6'da güneşin doğması ile başlayan Güneş- Venüs- Dünya buluşması saat 7.30 da sona erdi. Akşam haberlerde bu doğa olayının görüntüleri vardı.
Önce  venüs'ün dünya ile güneşin arasına girmesini izleyen başka ülkelerin vatandaşlarını gösterdi televizyon. İnsanlar gözlerinde kağıttan yapılmış özel gözlüklerle gökyüzüne bakıyorlar. 
Sonra yurdum insanını çıktı sahneye. Adamın biri elinde 30 santime 40 santim genişliğinde kalça  röntgenini yukarıya kaldırmış  güneşin üzerinde minicik bir nokta gibi görünen Venüs'e bakıyor. Sanırsanız birazdan şöyle diyecek; "Hımm.. sizin kalçada nokta gibi bir leke var."
Muhabir soruyor "Filmle mi izliyorsunuz?"
"Ya neyle izleyeceğim?"
Soru mu absürt, cevap mı bilemedim.
Bir daha 105 yıl sonra gerçekleşeceği belirtilen venüs tutulması gazetelerin internet sayfalarında hiç ilgi görmemiş olmalı ki habere bir yerde rastlamadım. Bu olay Twitter'da da yoktu. Oysa Twitter ünlülerinden yaratıcı Venüs esprileri bekliyordum.
Olmadı, kaçırdık..
105 sene sonra esprileri torunlarımızın çocukları yapar artık.

6 Haziran 2012 Çarşamba

GOSSİP GİRL TARZI KADINLAR


Arkadaşım genç yaşta emekli oldu, ensesine çöktüm; "İlk maaşınla beni kahvaltıya götüreceksin." Mecburen tamam dedi.  (Hakkını yemeyeyim memnuniyetle götürmek istedi.) 
İki haftadır ikimizde fırsat bulamamıştık. Bu sabah erkenden aradı "Hadi gidelim!" diye. Semtimizde bahçeye açılan teraslı  bir mekana gittik. Hafta arası ve erken saat olduğu için henüz kimse yok. Biz de bir süredir görüşemediğimizden sürekli anlatıyoruz. 
Kahvaltının ortalarına doğru arka masalardan birine sırayla dört tane genç kadın geldi. Birbirlerini sözde tanıyorlar ama çok samimi gibi de görünmüyorlar. Kadınlar en fazla 30 yaşlarında olmalılar. Hani amerikan filmlerinde aynı üniversitede okuyup aslında birbirlerini çekemeyen ama mecburen arkadaş olan tipler vardır. Sonra zengin bir koca bulurlar ve evlendikten sonra birbirlerine hava atmak için yemeğe çıkarlar. Durum aynen böyle.

Kadınların dördünde de birbirine benzer gözlükler, ellerinde  Kapalıçarşıda "malum" yerden alınmış sahtesi bile bin liradan aşağıya olmayan marka çantalar. Ama o çantaları bir tutuşları var 15 bin liraya alanlar bile o kadar özenmiyorlar. Masaya geçip oturdular, biz iki kişi bir kahvaltı istemişken dördü de ayrı ayrı kahvaltı aldılar. Kahvaltı tabağını bir kişinin bitirmesi olanaksızdı aslında. İki kişi bir kahvaltı alıp havalarını bozmak istemediler. Genç kadınlardan üç tanesi uzun sarı saçlıydı, diğeri kısa sarı saçlı. Allahım biz kumral ve esmer insanların yaşadığı bir coğrafyada bulunuyoruz. Bu kadar sarışın olma hevesi neden? Hele kara kaşlı kara gözlü esmer tenli  kadınlar saçlarını civciv sarısına boyamıyorlar mı sinir oluyorum.

Neyse konudan uzaklaşmayayım. Zaman zaman konuşmalarına şahit oluyorum. Bu kızlar kesin Amerikan romantik komedi filmlerinden veya Gossip Girl dizisinden etkilenmiş olmalılar. Evlerindeki yardımcılarından "Kadın" diye bahsediyorlar. Yardımcıları yemek mekanında kendilerinin zikredildiğini bilse havalara girer. Bunların başka mevzusu mu yok derken düşüyor tabi; Benim durumum çok iyi yanımda gündelik kadın çalışıyor  muhabbeti resmen. 
Birbirlerini tartarak konuşuyorlar, buraya gelmeden önce aynanın karşısına geçip nasıl yemek yerlerse havalı görünebileceklerini denemişler. Arkadaşım da ben de ister istemez kulak misafiri oluyor, birbirimize gülüyoruz. 
Allah akıl fikir versin, üç kızım var aklıma geliyor birden;
Nasıl derler;" Eleştirdikleriniz başınıza gelmeden ölmezmişsiniz."


2 Haziran 2012 Cumartesi

SON YAKINLARDA


En çok okuduğum zamanlar yazdığım zamanlardır demiş bir yazar.
Ben de en çok okuduğum bir dönemi yaşıyorum. Başucumda üç tane kitap var. Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı, Alain De Botton'un; Ateistler için Din, Montaigne'in; Denemeler'i. Bunların haricinde salondaki kanepemin üzerinde üç ayrı kitap; Ahmet Ümit; Sultanı Öldürmek, Buket Uzuner; Su ve Ayşe Kulin'in Gizli Anıların Yolcusu.

Bu arada romanım 190 sayfaya ulaştı. Sonlara yaklaştıkça garip bir ruh haliyle hikayeden ayrılmak istemiyorum. Kahramanlarım sanki komşularım, hatta aynı evin içinde yaşadığım insanlar. Başımı kaldırsam gözgöze gelecekmiş gibiyim. Gece rüyalarıma giriyorlar, gündüz aklımdalar. Yaşadıkları mahalleyi tanıyorum. Heyecanları heyecanım olmuş, hüzünlerini ta içimde hissediyorum. Başlarken düşündüklerimin dışında kendi mecrasında akıp gidiyor yazılar parmaklarımın ucundan.
İlk satırları yazdığımda 9 ay olarak hayal etmiştim süresini. Bir bebeğin doğum süreci gibi.
Yedinci ayın içindeyim, yalancı aldatıcı sancılar oluyor bazen. Ama sona biraz daha var. Ağırlaştı iyice yazılarım. Zorlanıyorum ama mutlu bir sonu heyecanla bekliyorum.

1 Haziran 2012 Cuma

MONTAİGNE DENEMİŞ


Kime söylediysem; "Aa ben onu eskiden okumuştum." diye cevap veriyor. Hemen herkes kitabın adını biliyor. 
Lise yıllarımda kütüphaneden aldığımı hatırlıyorum ama okuduğumu pek hatırlamıyorum. Alıp da okumamış olmam da mantıklı değil tabi. Şöyle ki  Montaigne'i kitabın arkasındaki resminde gördüğümde; "Bu sıska adam mı filozofça yazılar yazmış" diye düşünmüştüm. Şimdi bu yaşımda kitabını yeniden alınca yüzünün haricinde hiç bir yazısını hatırlamadığımı anladım.
Michael de Montaigne 1533 yılında yaşamış 59 yaşında vefat etmiş Fransız yazar ve düşünür. ( Bu betimleme de garip oldu. Düşünür denince sanki bununla ilgili bir meslek varmış ve onlardan başla kimse düşünmüyormuş gibi oldu.)

Her neyse Monteigne doğuştan şanslılardan. Ailesi Fransa'nın zengin ailelerinden olduğu için çok iyi bir eğitim almış. Hukuk okumuş, bulunduğu yörede Belediye başkanlığı görevinde bulunmuş. Daha sonra da ailesinden kalan malikanesinde yazılar yazmış. İki eseri var; Denemeler ve Gezi Günlüğü. Denemeler'i 35 yaşında yazmaya başlamış ve yirmi sene boyunca bin sayfadan fazla yazmış. Denemeler kitabı için söyle demiş; "Ben kitabımı yaptığım kadar kitabım da beni yaptı."

Kitabı okudukça şunu fark ettim Monteigne; "Ben çalıştım, bir sürü konuda düğümü çözdüm. Artık bu konuları siz düşünmeyin benim yazdıklarıma uyun." demiyor. Tam tersine "Düşündükçe farklı farklı sonuçlar çıkıyor ortaya. Benim bakış açım bu oldu ama eminim siz başka bir açı getirebilirsiniz. Ben size bir örnek oldum, siz bana bakarak kendi örnekleriniz bulun ." diyor. 
Bir süredir bırakın felsefik konuları bir diyet konusu açıldığında bile; Ekmek yemeyin, tuzu kesin, karbonhidrat tehlikeli asla almayın." dibi dayatmalardan sonra düzgün bir önermeye kim kayıtsız kalabilir ki? Üstelik bu yazıları yazan kişi Kanuni Sultan Süleyman zamanında Fransa'da yaşamış biri. O dönemin anlayışı ile bugün okunabilir bir yazı yazması gerçekten ilgi çekici olmuş.
Denemeler kitabında kısa hikayeler, insan sevgisi, duyarlılık, iyimserlik, okuma konusunda fikirler çok sade bir üslupla anlatılıyor. 
Kitapta altını çizdiğim yazılarını paylaşmak isterim;

Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar.
Çocuklara babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek bulmak gerekir.
Kanunlar doğru oldukları için değil kanun oldukları için yürürlükte kalır.
Gurur insanın düşüncesindedir, söze dökülen onun çok küçük bir parçasıdır.
İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu.
Yalnız yaşamanın tek bir amacı vardır sanıyorum, o da daha başıboş daha rahat yaşamak.
Kendini kuru sözle değil işle eserle anlat.
Her insanda bütün insan halleri vardır. 

(Not; Gezi günlüğü kitabını bir sürü kitapçıda aradığım halde bulamadım. Bir önerisi olan varsa sevineceğim.)