17 Mayıs 2013 Cuma

KIBRIS NOTLARI


Savaş biteli çok olmamıştı. İnsanlar Kıbrıs'ta tatil yapmayı yeni yeni keşfediyorlardı. Amcam ile Yengem Kıbrıs'a tatile gittiler. Babaannem kıyametleri kopardı. Şehirli gelin oğlumun parasını yiyor diye. 
Döndüklerinde üzerinde Kıbrıs haritası olan tepsiler, naylon  masa örtüleri, küllükler falan getirmişler babaannemin az da olsa gönlünü almışlardı. 
Benim Kıbrıs'la temasım ilk kez bu sayede oldu. Sonraki yıllarda tatil amaçlı üç kez gittim. 
Yedi yıl aradan sonra beyefendi ile birlikte iki günlük bir kaçamak yapalım istedik. 
Hafta içi ve Mayıs ayı dolayısı ile tenha olacağını düşünmüştüm, gerçekten de pek kalabalık değildi. Gelen turistler ölmeden önce görmeleri gereken 100 yer listesinde son sıralara burayı koymuş olmalılar. Burayı da görecek, evlerine dönüp ölecekler. O derece yani.. 

Yaş ortalaması 65, ama nasıl dinç geziyorlar, nasıl meraklılar.
Giderken iki küçük çanta yaptık kendimize. İçine de bir kaç parça eşya aldık. Etrafta dolaşırken Türklerle turistler bariz bir şekilde ayırt ediliyorlar. Turistler eski bir tişört, rahat kotlar veya etekler giyerken bizler neden süslü püslü, hatta topuklu ayakkabılarla gezmeye çalışıyoruz anlayabilmiş değilim. 
Yedi yıl içinde Girne'de değişen ne var diye etrafa bakındım. Anavatan'da bütün şiddetiyle devam eden inşaat furyasından burası da nasibini almış gözüküyor. Taksiler yine Mercedes ve manda kasa dedikleri cinsten kocaman ve direksiyon sağda. Doğal olarak trafik de soldan akıyor.
İngiliz sömürgeciliğinden kalma bu adeti değiştirmemelerine şaşıyorum doğrusu. 

Kaldığımız otel Girne'ye bir kilometre uzaklıkta, sahili olan yeni bir oteldi. Müşteriler sanırım Almanya'nın yaşlılar evinden toplu halde gelmişlerdi. Yoksa içlerinde bir tane mi genç olmaz. 
Akşam yemeğinden sonra otelin kumarhanesine gitmeyi teklif ettim. Beyefendi hiç itirazsız kabul etti. 
Doğrusu: "Ne işimiz var şimdi orada?" diyeceğini düşünmüştüm. Küçük bir parayla oyun oynadık, puan toplandıkça neşelendik ve eğlendik. Koyduğumuz paranın üç katını kazandık. ( Üç katı değince gözünüzün önüne büyük bir miktar gelmesin. Küçük bir miktar demiştim...)
Şehirde dolaşırken bembeyaz kocaman bir kilise dikkatimizi çekti. önünde Mikail İkon kilisesi yazıyor. İçerisine girerken tam kapının yanına bir masa koymuşlar, meğer gezmek ücretliymiş. Yok artık diyerek geri döndük.
Diğer gidişlerimde Girne kalesini gezmek nasip olmamıştı. İkinci gün rotamız kale..

İlk yerleşenler Bizanslılar. Ardından: Justinyen, Venedik, Osmanlı, İngiliz, Kıbrıs ve K.K.T.C
Girne kalesini gezerken kendimi bir an Ortaçağ Avrupasında hissettim. Kalenin kocaman iç bahçesinden her an muhafızlar çıkacak, merdivenlerden etekleri uçuşan bir leydi süzülerek inecek, din adamlarının ibadet ettiği yerde  çan sesi çalınacak,  kulelerden birinde bir asker ufukta gemileri gözleyecek..
"Songül çocuğun elini tut bak duvara tırmanıyor."
Kalabalık ve kalabalığın hakkını vermek için ısrarla gürültü yapan bir grup beni bu güne döndürdü. Ben dolaşırken beyefendi kalenin duvarına sırtını  vermiş, gözlerini kapamış dinleniyordu. Döndüğümde elinden düşürmediği Japonca deyimler ve ata sözleri kitabında bir şeylerin altını çiziyordu.
Kaleden dönüşte birdenbire öğle bir yağmur başladı ki evlere şenlik.

Kendimizi ilk bulduğumuz restorana attık. Yağmur esnafın yüzünü güldürdü. Çünkü dışarıda durmak mümkün değil. Turistler bir yere sığınmak için ya yemek yediler, ya da mağaza gezdiler. Mağaza demişken nasıl olmuş ta hala şehrin merkezine bir AVM kondurmamışlar hayret.
Otelden şehrin merkezine gitmek için bir kaç kez taksiyi kullandık. Şoförlerle muhabbet etme olanağımız oldu. Rastladığımız şoförlerin hiçbiri Kıbrıs'lı değildi. Belediye hizmetlerinin yetersizliğinden şikayetçi olduklarını dile getirdiler. Hakikatten şehrin caddelerinde kaldırım boyunca bakımsız otlar, toplanmamış çöplere rastladık. 
Burası nasıl düzelir diye sorduğumuzda aldığımız cevap ilginçti.
Güney Kıbrıs'la birleşirsek düzelir...