30 Aralık 2010 Perşembe

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


2011 Yılı için güzel temennilerde bulunmak adettendir.
Zaten insanlar da güzel temenniler duymak ister.
Gönlünüzden ne geçiyorsa onun gerçekleşmesini dileyeceğim ama bu yazıyı okuyanların büyük çoğunluğu büyük ikramiyenin kendisine çıkmasını isteyecektir. 
Büyük ikramiye de bir tane olduğuna göre sadece bir kişinin dileği gerçekleşecektir.
Genç kızlar Brad Pitt ile birlikte olmayı diledilerse binlerce kişi de aynı dilekte bulunacaktır. Brad Pitt'i klonlamadıklarına göre kimin dileği olacak?
Ya da tam tersi Adriana Lima her erkeğin hayallerini süslüyor. Onların da bir dileği olacak elbette.

Görünmez olmayı dilemeyeniniz var mı? Herkesin dileği gerçekleşse görünmez olmanın ne anlamı olacak.
Çok zengin olmayı istemeyin bile, herkes çok zengin olursa fakir olmayacağından zengin de değilsinizdir zaten.
Araba sakın istemeyin araba isteyenlerin dileği gerçekleşse ne caddeler yeter, ne sokaklar.
Güzel bir ev mi, Güzel bir ev istemeyen mi var? Var da güzellik kavramı her zaman değişiyor. Belki de bugün güzel bir evin damı akar, su basar, duvarları çatlar, bir yıl sonra kabusunuz bile olabilir.

Siz en iyisi sağlık dileyin, huzur dileyin, mutluluk dileyin.
Bunlar olursa yukarıdaki yazdığım şeyler  hayatınızın ortasında olmaz zaten.
Ben de sizin için
SAĞLIK, MUTLULUK VE HUZUR DİLİYORUM.
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN.

29 Aralık 2010 Çarşamba

DAVŞİN


Büyük ve çılgın kızım aile literatürümüze yeni kelimeler kazandırıyor. Yakında sırf onun kullandığı kelimelerle yeni bir dil geliştirebiliriz.
Akşam işten eve geldi.
- Çok yorgun olduğum için ağlamak zorunda kalabiliyorum. diyerek "Ne dedi şimdi bu?" diye kafa yormama sebep oldu.
Hazırladığım salatayı görünce sarıldı ve sadece "Annem olduğun için." dedi , devamını getirmedi.

Birbirimize telefon açtığımızda "Hannem yaaa" diyor.
Küçük kardeşini "İmam"  diğerini "Karpuz"diye çağırıyor.
Bana sevgi göstereceği zaman "Balımmss" veya "Maam"diyor.  Kızdığında "Monster" den üreterek  yani canavara gönderme yaparak "Momster"  diyor.
Son zamanlarda ısrarla "Davşin" istiyor. Yanlış yazmadım sevimli görünsün de alayım diye tavşanın adını değiştirmiş. Çocukluğundan bu yana ona aldığın tavşanların sayısını ben unuttum. Bunu kendisine söylediğimde, "Ama ben senden tavşan değil davşin istiyorum" diyerek demagoji yapıyor.

Henüz 5-6 yaşlarındayken nedenini hatırlamıyorum ama beni çok kızdırmıştı. O hiddetle üzerine yürüdüm. İtiraf etmeliyim niyetim bir güzel pataklamaktı. Uyanık niyetimi anlamış olacak, o zamanlar popüler olan bir şarkıyı söyleyerek bütün sinirimi alıp götürdü.
Şiiit şiit sakin ol,
Sinirlerine hakim ol.

ÇAM AĞACI


Yılbaşında çam ağaçlarını niçin süslediklerini hiç düşündünüz mü?
Çam ağacının süslenmesi geleneği çeşitli hikayelerle anlatılıyor.
En eski hikayeye göre İsa'nın doğum gününde tüm canlılar bitkiler kendi çaplarında hediyeler getirmiş. Zeytin ağacı zeytin, hurma ağacı hurma , erik ağacı erik... 
Ama küçük çam ağacının vereceği bir hediyesi yokmuş. Diğer ağaçlar çam ağacını hor görmüşler. Melekler bu duruma üzülüp gökteki yıldızların ışıklarını  çam ağacının dallarına yansıtmış. Bebek İsa pırıl pırıl parlayan çam ağacını görünce gülmüş ve her yıl çam ağaçlarının ışık saçmasını istemiş.
Bu hikaye çocukça mı geldi,  tamam başka birini yazayım.

Almanya'da karlı bir Yılbaşı gecesi Kiliseden evine dönen Rahip Luther çam ağaçlarının arasından pırıl pırıl parlayan yıldızlardan çok etkilenmiş. Evde eşine ve çocuklarına gördüğü manzarayı anlatamayınca bahçeden kestiği çam ağacını salonun ortasına getirerek etrafını mumlarla süslemiş. Işıl ışıl süslenmiş çam ağacı ailenin o kadar hoşuna gitmiş ki bu her yıl devam edecek bir gelenek haline gelmiş.
Bu da mı olmadı. Alın size başka bir hikaye;

İngiltere Kraliçesi Victoria yılbaşı günü Prens Albert ile evlendiğinde Windsor şatosu çam ağaçları ile süslenmiş. Bu gelenek önce İngiltere'ye sonra da Amerika'ya yayılmış. 

Eee peki Yılbaşında neden hindi yeme geleneği çıkmış derseniz? 
Hristiyan aleminde 22 kasıma denk gelen Şükran Günü kutlamalarında Hindi kesilmesi adeti varmış.  Bu adet yılbaşı sofralarına da uyarlanmış. Yani yılbaşında hindi yemek gibi bir geleneğin hikayesi yok. Benim gibi hindi sevmeyenler afiyetle tavuk yiyebilirler.

28 Aralık 2010 Salı

KIRMIZI MOLESKİNE


İki yıl önce Sağlık Ve Yaşam Dergisi bünyesinde Prodüksiyon yaparken televizyonda program yapan bir hanımla iş görüşmesi yapıyorduk.
Konumuz prodüksiyon şirketimizle televizyonda sağlık konulu ortak iş yapımıydı. Program yapan hanım biraz ağırdan alıyor, şirketten emin olamadığını belli eden davranışlarda bulunuyordu. Konuşma esnasında çantasından defter ve kalem çıkarttı. Not almaya ve programın maliyetini hazırlamaya başladı.
İşler istediğimiz gibi gitmiyordu belli ki bizi reddedecekti.
Elindeki defteri işaret ederek; " moleskine mi?" diye sordum.
Gözleri parladı. Yıllardır moleskine kullandığını başka ajandalar ve defterlerle rahat edemediğini  anlattı. Çantamdan ajandamı çıkarttım, moleskine'e çok benziyordu ama değildi.

"Kırmızı bulamayınca  ben de bunu aldım." dedim.
Eline alıp evirip çevirdi. 
Ortak bir noktamız olmasından mutlu oldu. Biz bir süre küçücük bir defterin muhabbetini yaptık.
Toplantının sonunda; "Para hiç önemli değil sizinle çalışmayı çok isterim." diyerek yanımızdan ayrıldı.

Bir sonraki yıl yılbaşına ajanda almak için uğradığım kitapçılarda istediğim boyda moleskine bulamadım. Yeşil deri kapaklı "Ece" ajandası aldım. Bazen evden çıktığımda cüzdanımı unuttum ama ajandamı hiç unutmadım. 
Bu yıl kırmızı moleskine'im çok uzaklardan Japonya'dan geldi. Henüz çantamda taşımıyorum ama son 3-4 günü iple çekiyorum. 

Bu kadar yazdıktan sonra şayet bilmeyeniniz varsa size moleskine'den bahsedeyim.
Tarihi 200 yıl öncesine dayanan defter Hemingway, Picasso,Van Gogh tarafından kullanılmış.
Kelime anlamı Köstebek derisiymiş.
Defterlerin hepsi el yapımıymış. Bu yüzden fiyatları muadillerine göre daha pahalıymış.
Fanatiklerinin internet sitesi açtıkları efsane defterin binlerce üyesi varmış.
Defterlerin ortasından yaprak kopartmak alışkanlığı vardır ya moleskine üşenmemiş tam ortaya gelecek dört sayfayı perfore imal etmiş.
En önemli özelliği kapak ile sayfaların aynı boyda olması ve kendisini çevreleyen lastiğinden dolayı hep kapalı olmasıymış. 
Biri onun için şöyle demiş;
"Defter değildir,  bloknot değildir.
Moleskine'dir sadece."


27 Aralık 2010 Pazartesi

MODA


Bazı arkadaşlarım moda ile ilgili bir şeyler yazmadığımı söylediler. 
Haklılar.
"Kelin ilacı olsa başına sürermiş." diyeceğim ama demeyeyim.
Evde üç kız olunca ister istemez modayı çoook uzaktan da olsa  takip etmek zorunda kalıyorsunuz. 
5 yıl önce büyük kızım Amerika dönüşü bavulunun yarısını kaplayan ne olduğu belirsiz çizmeyi gösterdiğinde şaşırmış, fiyatını öğrenince "Kurbanı bekleseydi kuzu postundan ben yapardım bu çizmelerden." diye düşündysem de  dillendirmemiştim. Fakat sinirden "Ugg" diye bir ses çıkarmıştım
Üstelik kızım o yıl Rock'n Coke festivalinde yazlık bir elbisenin altına giyince "Tamam kızı kaybettik." dedim. Sonraki aylarda  o şekilsiz çizmeleri herkesin ayağında görmeye başladım.
Avusturalya'lı sörfçülerin  sudan çıktıktan sonra ayakları üşümesin diye üretilmiş bu botların adıymış meğer Ugg.
Sörfçüleri bilemem ama Ugg kadın erkek herkesin ayağında yerini aldı.

Yani sizin anlayacağınız benim modayı takip etmek gibi bir çabam yok ama kızlar bu konuda eğitimlerini sürdürüyorlar. 
Bir düşünün üç kız, üçünün de farklı arkadaşları ve  onların arkadaşları.
Totalde bir ordu gibiler. Bu ordunun sık sık evinizi işgal ettiğini düşünün. Sadece giydiklerini takip etseniz alın size moda. Başka bir yere bakmanıza gerek yok.
Baykuş çok moda mesela. Kolye, küpe, yüzük..
Hatta baykuşun kendisini bulsanız koyun omuzunuza moda ya kimse bir şey demez. 
Bir de lastik çizmeler. Her şeyin altına giyebilirsiniz. Hem ucuz, hem de yağmurda çamurda sorun çıkartmıyor.

Beni Jenerasyonumun nefret ettiği  giysidir lastik çizme. Kırmızı deri çizme hayallerimizi süslerdi ama bize kala kala siyah lastik çizme kısmet olurdu. Şimdi kırmızı deri çizme giyene farklı isimler takılabilir. 
Sahte kürkten yelek ve ceketler de çok moda. Gerçeğini alıp hayvanseverleri galeyana getirmeyin. 
Kış günü burnu açık ayakkabı ve botlar, kaba saba bir görüntüsü de varsa sizden trendi kimse olamaz. 
Çantaların en büyüğü en moda. Sokaktaki kadınlar, kızlar eşyalarını toplamış valizine koymuş her an evden kaçacak havasında kocaman çantalarla dolaşıyorlar. 
Eskiden korku filmlerinde kötü kızların tırnaklarında siyah ojeler olurdu. Şimdiki kızlar "Az kötü" çünkü ojeler gri veya koyu kahverengi. Öyle pembe ojelerle dışarıda dolaşmayın, pembe ojeyi çocuklar Barby bebeklerine bile sürmüyor.
Kısacası ne çirkinse o moda.

Benden moda yazısı isteyenler hala aynı fikirde misiniz bilmiyorum ama ben bu yazıyı yazarken çok eğlendim.
Hatta daha ileriye giderek ara sıra moda yazılarına devam edeceğim.
Maksat muhabbet olsun (:

E.Ö - E.S


Yılbaşı üzeri herkeste bir telaş başladı.
Nereye gidelim, gitmeyeceksek evimize kimi çağıralım, çağırdıklarımız kaç kişi olsun?
Ayy mukaddesler gelmesin. Geçen yıl tam 12'de kocasıyla kavga edip bütün neşemizi bozmuştu. Senin annen de olmasın, benimki de...v.s.
Hadi itiraf edin hayatınızın bir döneminde buna benzer bir konuşma evinizde geçmiştir.
Ben yılbaşılarımı E.Ö ve E.S olarak ikiye ayırdım. Evlenmeden önce ve Evlenmeden sonra.

Evlenmeden önce en eski yılbaşı anılarım ilkokul yıllarımda büyük babam ile birlikte oynadığımız tombalalardı. Büyük babam sayıları hep kendisi çeker yakın gözlüğünün ardında 6 ile 9'u mutlaka karıştırırdı. Normal şartlarda düzgün bir türkçesi olmasına rağmen sıra 3'e gelince tam bir laz olur ve "Uç" derdi.
Büyük babam dindar bir adamdı fakat şimdiki gibi yılbaşılarına tepki gösterip o geceyi yok sayanlardan değildi.
Televizyonla tanışmamızdan sonra yılbaşılarında televizyonu olmayan akrabalarımız bize gelir hep birlikte sabaha kadar otururduk. Yani yılbaşı demek sabaha kadar oturmak demekti. Bir de dansöz çıkardı saat tam 12'de.
Evdeki erkekler Nesrin Topkapı'yı göz ucuyla seyreder, kadınlar kıskançlıkla karışık bir hayranlık duyarlardı.

Bir yılbaşı gecesi muhafazakar bir kesim dansöz seyredilmesin diye kasabanın elektrik trafosunu bozmuş, bırakın yılbaşını birkaç gün karanlıkta kalmıştık. Sonraki yıllarda belediye trafonun yanına zabıta dikmiş sabotajı önlemişti.
Başka bir yılbaşı kuzenimin iki yaşındaki oğlu yüzünden  ağzımızdan burnumuzdan gelmişti. 
Saat tam 12'de dansözün oynadığı sahnedeki balonları görmüş, yaygarayı basmıştı. Ne yaptıysak susturamadık.  Balon kasabamızda her yerde bulunabilecek bir şey değildi. Bir de yılbaşı gecesi açık bir yer bulmak da mümkün olmadığı için çocuğu susturmak için bütün aile seferber olmuştuk ama başarılı olamadık. Velet saatlerce ağladı. Babaanneme kalsa poposuna bir şaplağı hak etmişti ama annesine hatır ettik. Çünkü kuzenim hamile iken eşinden ayrılmış, çocuğunu babasız büyütüyordu. Kızamadık, kızsak ta belli etmedik.

Her yılbaşı oğlu ile bize gelen kuzenim oğlu 10 yaşına geldiğinde ayrıldığı kocası ile tekrar barıştı. Ama  şeker hastası olmuştu. Kırklı yaşlarının başında da vefat etti.
Şimdi eşini televizyonda bir evlilik programında kendisine eş ararken görüyorum. Karısını kaybetmiş zavallı dul adam rolünü nasıl da oynuyor.

Evlendikten sonraki yılbaşılarımız kayak tatillerimizle birlikte gerçekleşti. Gittiğimiz otellerin balo salonlarında bir kaç aile eller havaya 3. 2. 1. yaptık. Gecenin bir yarısı sıcak şaraplarımızla yeni yılı kutladığımız da oldu, 25- 30 kişilik aile toplantıları da yaptık. Ama çekirdek ailemizle hiç bir yılbaşı geçirmedik. Hep kalabalıktık.
Bu yazdıklarımla sanki evlendikten sonra  güzel yılbaşıları geçirmemişim gibi algılanmasın. Geçmiş resimlerime baktığımda hepsinde gözlerimin içi gülüyor, mutlu bakmışım objektiflere.
Son birkaç yıldır kızlarımla ve aramıza katılan "Beyefendi" ile her güne şükrederek sakin, huzurlu geçiriyoruz yılbaşını.
Allah bozmasın.

25 Aralık 2010 Cumartesi

YENİ YILDAN 6 GÜN ÖNCE


Bugün Noel.
Müslüman bir millet olarak İsa'nın doğumu bizi sadece dört peygamberden biri olarak ilgilendiriyor. Yoksa herhangi bir kutlama falan yaptığımız yok. Fakat bazen Noel ile yılbaşını karıştıranlar da olabiliyor. İsa'nın doğumunda niçin kutlama yapılıyor diye tepki gösterenler de var. Yani aslında İsa'nın doğumu ile yeni yıl kutlamaları arasında 6 gün var. 
CNN, BBC, RTL gibi yabancı kanallarda Vatikan'da yapılan ayinler görünüyor. Geçen yıl akli dengesi yerinde olmayan bir kadın Papa'nın üzerine atlayıp onu yere düşürmüş. O yüzden Papa'nın etrafında kardinallerden daha çok siyah takım elbiseli korumalar var.
Bu Papa'ların çektiği de nedir?
Mehmet Ali Ağca vakasından sonra adamlar halkın içine karışamaz oldu. Kalabalığa hitap etmeleri gerektiğinde de  kurşun geçirmez camların ardında duruyorlar. 

1 Milyar katoliğin merkezi olan Vatikan İtalya'nın içinde Dünyanın en zengin birimiymiş.
Tarih boyunca  seçilen Papa'ların çoğu İtalya'dan, birkaç tanesi Yunanistan'dan, İki tanesi Suriye'den, Birkaç tane Fransa'dan çıkmış. Şu andaki Papa Almanya'dan çıkan İkinci Papa'ymış.
Piskoposlar Papa olduklarında kendi isimlerini bırakıp, Benedict, Gregory, John, Paul, Pius gibi isimler almışlar.
Papalık ile ilgili araştırma yaparken çok ilginç bir hikayeye rast geldim.
Tarihte tek bir kadın Papa olmuş.

800'lü yıllarda kadınlığının dezavantaj olduğunu düşünen Jean erkek gibi giyinmeye ve kilisede görev yapmaya başlamış. Oradaki çalışmaları dolayısı ile çok sevilmiş. Papa ölünce yerine 8. Johan olarak Papa seçilmiş. Üç yıl boyunca Papa'lık yaptıktan sonra kadın olduğu anlaşılınca görevden alınmış. Vatikan bu olayı unutturmak için epey bir çaba sarf etmiş. Sonraki Papa'lardan biri Johan ismini almak isteyince 9. johan olamamış çünkü bu 8. Johanı kabul etmek anlamına geliyormuş. Bu yüzden kadın Papa 8. Johan'ın adı  listeden silinmiş. Yeni Papa 8. Johan olmuş.

Kilise her ne kadar bu hikayeyi yalanlasa da 1200'lü yıllarda bu konu el yazmalarında bulunmuş.
Bir çok tiyatro oyununa konu olmuş.
Yani hangi din olursa olsun kadın her yerde hak ettiği değeri görmüş.
..
Ne diyelim Noel Hristiyan alemine hayırlı olsun.

KUZULARIN SESSİZLİĞİ


Senmisin gitmek isteyen?
Üç arkadaş düştük yollara.
Eskiden beri bilinen bir söz vardır. "Arkadaşımızı tatilde tanırız."
Biri ile 20 yıllık, diğeri ile 15 yıllık arkadaşlığım var. İkincil kaygılardan uzak insanlarla arkadaşlık yapmak, yolculuk yapmak, yaşamak hayatı kolaylaştırıyor.
Bu sefer nereye gittiğimi söylemeyeceğim bana kalsın ama sevgili arkadaşım dörtgöz teletabi; "Bu ne ya sen iyice yaşlı kadın seyahatlerine başladın." diyerek tepkisini gösterdi. 

Ama ben gardımı almıştım. " Çantamızda Kavaklıdere Antik var." diyerek karşı atağa geçtim. Çünkü gittiğimiz yer alkol alınacak en son yerlerden biriydi. Birimizin valizinde şarap, birimizinkinde okey taşları diğerimizde de okey tahtaları olduğu halde otele geldik. Akşam okey masasının etrafında su bardaklarında şarabımızı yudumladık. Şarap severleri dehşete düşürecek ama şarabın yanında leblebi ve çekirdek çitlettik.
İlk kadehte hafifçe başlayan Türk Halk Müziği nameleri, ikinci kadehte türkülere, üçüncü kadehte "Öpücem abi" esprilerine dönüştü.
İlk gece hızlı başlamıştı ve bizim topu topu iki günümüz vardı. Havanın güzel olmasından faydalanarak yürüyüşler yaptık doğanın içinde, bolca güldük, dertleştik.

Gidilen yer önemli değildi. Gittiğimiz yer üçümüzün de tarzı değildi. Ama deydi.
Yazımın başında da söylediğim gibi tatiller arkadaşlıkların  yeniden düşünülmesi veya pekiştirilmesi için iyi sebepler. 
Bizimki pekişti.
Darısı başınıza.

24 Aralık 2010 Cuma

GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI ZOR?


Sizi bilmem ama ben bir yerlere gitmek istiyorum.
"Kırkından sonra azanı teneşir paklar" diyeniniz varsa teessüf ederim.
Bu yaşlarda olanlar iyi bilir inanın tam da kırklı yaşlarda gitmek istiyor insan.
Yaş ilerliyor, ağrılar yavaş yavaş başlıyor. "Eyvah elden ayaktan düşmeden önce yapmam gereken ne çok şey var." telaşına düşülüyor.
Yirmili otuzlu yaşlarda akla  gelmeyen ne varsa birden hücum ediyor beynin bir yerlerine.
Hani hep planlanan karadeniz turu?
Kışın gidilmesi düşünülen Ege sahilleri..
Gemi ile gidilen seyahatler.
İnsanların az, doğanın bol olduğu yerler..

Tumblr'da dolaşıyorum.
Güzel ülkemizin nadide yerlerinden bahsederken "Bizim ülkemiz kadar güzel yerler dünyanın hiçbir yerinde yok." diyoruz. Sanki dünyanın her yerini gezmiş gibi. Tamam çok güzel bir ülkede yaşıyoruz da!

Eee bu gördüğüm resimlere ne demeli. Yukarıdaki şu resme bakın mesela Almanya'da bir kasaba burası. Bizim herhangi bir kasabamıza benziyor mu? Ki Almanya en güzel ülkeler arasında ilk sıralarda bile değil.
Peki aşağıda gördüğünüz Yunanistan'da bir kasaba sokağı nasıl?
Ben bayıldım valla.

Yunanistan bir Akdeniz ülkesi ondan güzeldir. Bizim akdeniz sahillerimiz de güzel dediğinizi duyar gibiyim.
Haklısınız.
Peki aşağıdaki Stockholm resmine bakın, bir de güzelim İzmir'in denizden görüntüsüne.
Çatılarımız kiremitsiz, evlerimiz renksiz.

Çok mu kötüledim.
Asla kötülemek değildi maksadım. Kıskanıyor insan. Bir de bizim ülkemiz çok güzel sözlerinin çok abartıldığı hissi uyanıyor.
Güzel yerlerimiz hızla gri renkli beton yığınlarına dönüşüyor. 
Yaş ilerledikçe beni de bir telaş kaplıyor.
Cunda Adası, Asos Behramkale, Yedigöller, Ayder Yaylaları, Kaz Dağları, Kapadokya tekrar görmek istediklerim arasında ilk sıralarda. 
Gitmek istiyorum..
Var mı gelen?

21 Aralık 2010 Salı

KIRMIZI İYİDİR


Arkadaşım "Hadi gidiyoruz!" dedi.
Vardır bir bildiği dedim ve takıldım peşine. Kendim yetmezmiş gibi başka bir arkadaşımı da aldım yanıma.
Semtimizde bir yıl önce açılan kasap mağazası ( Mağaza diyorum kasap dükkanına benzemiyor pek.) söylenenlere göre neredeyse Euro bazında hizmet vermekteymiş. Kasap mağazası aynı zamanda restoran olarak da hizmet veriyormuş. İki arkadaşım buranın albenili görüntüsüne aldanıp yemeğe gitmişler. Bir arkadaşım eşiyle birlikte alkolsüz iki ızgaraya 100 lira, diğer arkadaşım ise 4 kişi yine alkol almadan 395 lira ödemişler. ( 5 lira fark grup indiriminden olsa gerek.) O günden sonra belki de et yemeye tövbe etmiş olabilirler.

Bugün "Hadi gidiyoruz" diyen ve 395 lira ödeyen arkadaşımla bu Kasap- Restoran karışımı olan yere gittik.
Yukarıda yazdıklarımdan sonra şimdi soruyorsunuzdur; "Bu kadın aklını mı yemiş?"
Yok canım tahmin ettiğiniz gibi değil. Haklarında olumsuz konuşmaların yapıldığını ve işlerinin aksadığını fark eden işletme, semtimizin kadınlarına "Et tanıtım semineri" veriyordu.
Önce mekandan bahsedeyim. İçerisi bir kasaptan ziyade Country tarzı mobilyalarla şık bir evin salonuna benziyor. Sadece girişte tezgahta camekan içinde müzede sergilenir gibi etler sergileniyor. Taktir edersiniz ki kasap önlüğü ve satırla sizi karşılayan biri yok. İleride masalar ve hoş bir ortam.
Yirmi beş kadar bayan kocaman bir masanın etrafında toplandık. Önlerimizde birer kalem, not almak için kağıtlar, sevimli bir inek resmi ve resmin üzerinde Türkiye'nin coğrafi haritasındaki yedi bölgeye ayrılan renkler gibi ineği çeşitli yerlerinden bölgelere ayırmışlar. Her bölgeye afilli isimler vermişler. Bu bölgelerden neler yapılır onu yazmışlar. İnek resmi o kadar şirin ki 395 lira veren arkadaşım anaokuluna giden kızına götürmek için bir tane aldı. Verdiği parayı bir şekilde çıkartma derdinde tabi.

Barkovizyon gösterisi yapılacak panonun önüne takım elbiseli bir bey geldi.
Ben şarkı söyleyecek diye beklerken kendini tanıttı. Et mağazalarının ortaklarından biriymiş. Avrupa'da gastronomi okumuş. Yani "Kasap deyip geçmeyin." demeye getiriyor. "Angus diyor, Karkas diyor, Nuar diyor"
Sanırsınız üniversitede ders veriyor. O bunları anlatırken garsonlar sandviç ekmeklerinde köfte, sucuk, biftek servisi yapıyorlar.

Ağzımız dolu gözlerimiz anlatan adamda huşu içinde dinliyoruz. Biz çaylarımızı içerken aşçı sözü aldı. "h"leri söyleyemediği için Trakyalı olduğunu tahmin ettiğim aşçı son olarak hindi tarifi verdi. Bizler de önümüze konan kağıt ve kalemler işe yarasın diye bir şeyler karaladık. Bazı kadınlar yemek servisinden hemen sonra kalktılar. Biz bu saygısızlığı yapmadık. Madem ki bir şeyler yedik dinleyelim bari değil mi?
Sunumun sonunda işletme sahibi, müdire, aşçı, garsonlar geldiğimiz için teşekkür ettiler.
Konuşmaya hevesli bazı kadınlar kırmızı et dükkanında tavuk ile ilgili alakasız sorular sordular. Bazılarının sorusu son derece mantıklıydı.
"Tatlılardan ne var?"

20 Aralık 2010 Pazartesi

KABUK


The Good Wife isminli bir dizi izliyorum internet üzerinden. Tabi her zamanki gibi bunu müsebbibi büyük ve çılgın kızım.
Nereden buluyor, nasıl yapıyor bilemiyorum, aramızdaki nesil farkına rağmen benim beğeneceğim bir şeyleri bulup çıkarıyor.
Kadının eyalet savcısı olan eşi bir seks skandalı yüzünden hapishaneye düşüyor. İki çocukları ile ortada kalan kadın eski işi olan avukatlığa dönüyor. Evlerini ve değerli her şeylerini satmak zorunda kalıyorlar. Çocuklar yıllardır okudukları özel okuldan devlet okuluna gitmek zorunda kalıyorlar. Şimdi oturdukları ev o kadar küçük ki bir çok eşyaları kolilerin içinde duruyor. Çok iyi görüştükleri komşuları dostları bile onlara sırtını çeviriyor. Ama iki çocuk ve kadın metanetle kabulleniyorlar durumlarını.

Henüz bir sezon  izlememe rağmen bizim yaşantımıza ne kadar benzediğini fark ettim. Farklı olarak sadece  hapiste değil ölen bir eş, arkada bir yığın dert ve ben avukatlık yapmıyorum kızım yapıyor.
Onlara kol kanat geren kayınvalide var, biz 3 yıldır onların isteği ile görüşmüyoruz. Evin kızı ortanca kızımla aynı yaşlarda, yeni okulundan nefret ediyor. Neredeyse kızımla aynı cümleleri kullanarak söylüyor bunları. Annesi ile bir konuşma esnasında "Evimizden taşınmak zorunda olmamalıydık" diyor.

Filmden koptum bir an.
Bazı hayatları bize paralellik yaşadığı zaman daha iyi algılıyoruz. Normal şartlarda bu filmi izleseydim beni bu kadar etkilemeyecekti belki de.
Çok bildik bir sözü tekrarlayacağım ama damdan düşeni sadece damdan düşen anlıyor. 
Çocukların çok sevdiği bir çizgi film vardı bir kaç yıl önce. "Kayıp Balık Nemo" 
Küçük bir balık babasının yanındayken balıkçı ağına takılıp bir akvaryuma konuluyordu. Film boyunca Nemo babasına kavuşmaya çalışırken benim kızlarım babasına kavuşamayan balık için gözyaşı döktüler. Hepsi bir anda kayıp balık Nemo'nun kimliğine bürünmüşlerdi sanki.
...
Neremizde bir yaramız varsa hayat oramızda başlıyor aslında.
Sonra yaralarımız kabuk bağlıyor. Acımıyor sanıyorsunuz. Kabuk bağlayan yara aslında olduğu gibi duruyor.
Bir zaman geliyor bir daha yaralanmamak için aşırı çaba sarf ediyor insan. 
Öyle olmamalı. 
Yaralanmalıyız, her defasında  farklı yerlerimizden. Sonra bir gün artık yaralanmamış acıtmayan bir yerimiz  kalmadığında bırakmalıyız öylece kendimizi hayata.
Zaten hayatın kendisi de bu değil mi ya?

19 Aralık 2010 Pazar

SUPERGA


Benim küçük sıpa  hala iyi bir not aldığında mükafatlandırılmak istiyor. Sanki onun aldığı iyi notların bana bir faydası var.
Geçen ay aldığı yüksek bir nottan dolayı "Sana ne alalım?" deme gafletinde bulunduk.
- Superga istiyorum dedi. 
- What?
Ayıplayan bakışlarla biri süre süzdükten sonra açıkladı. 
- Keten ayakkabı
- Yahu Aralık ayında keten ayakkabıyı ne yapacaksın?
Artık keten ayakkabılar yaz kış giyiliyormuş. Bir şeyden haberimiz yokmuş, modayı takip etmiyormuşuz.
Hay demez olaydım. 
Bu konuşmalar iki hafta önce yapıldı. Evimize yakın bir AVM'ye gittik. Bir sürü mağazayı dolaştık. Bir yerde bulduk orada da istediği rengin 38 numarası yok. 
- Bak kızım bu koyu yeşil  olan daha güzel
- O erkek rengi.
- Peki bu mavi nasıl?
- ?
- Peki kahverengi?
- Anne işi.
- İyi o zaman senin yerine ben alayım.

İlla lila rengi olacak. Bana kalsa basıp eve döneceğim "Beyefendi" sabırlı. Başka bir AVM'ye daha gittik. 
Mağazada soruyoruz bazıları ayakkabı mağazasında panda istemişiz gibi yüzümüze bakıyor, bazıları ise; "Abi bizde Puma, Adidas, Nike var o dediğinden yok." diyor.
İki hafta önce başarısızlıkla sonuçlanan Superga arayışımız bu hafta devam etti. Bu sefer başka bir yere gittik. 
Sırf ayakkabı satan bir mağazada soruyoruz
- Superga var mı?
- Süper.. ne  ?
Bu ayakkabıyı kızımın aklına sokanı bir bulsam akılını alacağım.
Tam ümidi kesmiştik ki, sonunda girdiğimiz bir mağazada hem istediği rengi hem de numarayı bulduk.
Kış günü lila rengi Superga ile mağazadan çıktık. 
Kızım mutlu benim migrenim tutmuş.
Bir daha "Sana ne alalım?" diye sorarsam iki olsun.

17 Aralık 2010 Cuma

LİNK


İnternet üzerinden gazete okuyorsanız orada bir sürü sanal reklama da rastlıyorsunuzdur.
Aslında bazıları merak uyandırmanın ötesinde güldürüyor da. 
"Boyunuz mu kısa, Japonya'dan ithal boy uzatma hapı." Yanlış okumadınız. japonya'dan...
japonları nasıl bilirsiniz?
"İyi biliriz" demeyin cenaze namazında değiliz. Yani boy olarak diyorum. 
Evet diğer Aysa ülkelerinde olduğu gibi orta veya kısa boylu insanlar vardır japonya'da. Ortalama bir japonun boyu  1.70  kadarmış. 
Dünyada boy ortalaması en uzun ülke olan İsveç'ten ithal deseler tamam.
japonya'dan ithal boy uzatma ilacını kaç kişi inanır da alır acaba?
Bu kadar reklam yapıldığına göre kesin satılıyordur da.

Amerika'dan ithal zayıflama hapına ne demeli?
Daha önce de yazdım tekrar yazmayayım ama Amerikalıların iri yarı olduğunu anneme sorsanız o bile bilir. İçsinler zayıflasınlar. Bu adamların bize durduk yerde iyilik yapacağını düşünüyormusunuz?
Yoksa ilk çıkan ilaçları deneme amacıyla önce bizlere içirilip bir yan etki görülmediğinde üç beş yıl sonra mı  kullanıyorlar?
Kırk yıl önce de ellerinde kalan süttozlarını yardım yapıyoruz diye bize kakalayıp, okullarda zorla içtiğimiz o sütlerden dolayı hala sütten nefret etmeme neden oldular.
..
Başka bir ilanda basurunuzdan kesin kurtuluyorsunuz yazıyor. 
On yıl bu illeti çektim.Yıllar önce böyle bir ilana kanarak tedavi oldum az kalsın ölüyordum. Sonra ameliyat olup kurtuldum.
Öff başka konu mu yok demeyin bu da hayatın bir gerçeği. 

Kelliğe kesin çözüm getirdiği söylenen bir ilana üşenmedim tıkladım. Spreyin neden yapıldığını merak ediyorum.
Etkisini dünyanın her yerinde kanıtladığını, saç dökülmesine karşı formüller ürettiklerini, saç çıkarmaya destek olduğunu söylüyor. Ama içinde hangi maddeler var, Sağlık Bakanlığı onaylamış mı belli değil. Zaten bu tarz zayıflama ve kozmetik ürünlerinin pek çoğu Sağlık Bakanlığından değil de Tarım Bakanlığından onay almış.
Bunları insanlar kullanacak. Kimse neden biz bitkimiyiz diye sormuyor?
Beliniz mi ağrıyor, başınız, ayağınız, kolunuz mu ağrıyor. Alın size mucize krem. Sadece ağrıyan yere sürün yeter deniliyor. Bant halinde geçen reklamda başını belini tutan ve acı çekiyormuş gibi duran mankenler görülüyor. Yahu hiç olmazsa o resimlere beli ağıran yaşlı bir adam, başı ağıran sıradan birinin resmini koyun da inandırıcı olsun. 
...
Ama bir tanesi var ki evlere şenlik.
Üzerinde beyaz önlük olduğuna göre "Beni ciddiye alın" havasında.  Amerika'lı yıldızlar gibi gülüşünüz olsun diyerek diş beyazlatma macunu tanıtıyor. Yanında öncesi ve sonrası resimleri var. İlkinde dişler normal ikincisinde sözde beyazlamış ama sanki dişlere kireç sürmüşsün. Öyle bir beyazlık varsa gece evde lambaları açmayın gösterin dişinizi oda aydınlansın.



16 Aralık 2010 Perşembe

BEN SANA MECBURUM


Ortanca kızım kütüphanedeki bütün şiir kitaplarını topladı okumak için. Özdemir Asaf'ın şiir kitabının içinden kurumuş bir çiçek çıktı. Kızım bu çiçeği çok romantik bulduysa da ben neden koyduğumu hatırlayamadım. Aradan yaklaşık 30 yıl geçmiş.
Kitapların içinden bir de ince bir şiir defterine rast geldim. Tam da kızımın yaşında ben de bir heves şiirler yazmışım. Kim bilir bu şiirleri yazarken ünlü bir şair olacağımı da hayal etmişimdir. Kızım yazmaya değil okumaya meraklı. En azından mütevazı. Ben 1979 yılında yazdığım şiirleri saklamışım. Buraya onları yazıp sizi güldürmeye hiç niyetim yok tabi. 

Ama şiir severim. Özellikle Atilla İlhan, "Ben sana mecburum bilemezsin" dediğinde hangi ruh mecbur olacağı başka bir ruhu aramaz?
Özdemir Asaf sevdiklerimin başında gelir.
"Gülüş bir yanaşımdır bir öbür bir kişiye 
Birden iki kişiyi döndürür bir kişiye 
Anılardan kale yapıp sığınsa bile
yetmez yanlız başına bir ömür bir kişiye."
..
Şair kimliği ile tanıdığım Sunay Akın'ın iki kitabını okumuş olmama rağmen ne yazık ki şiir kitaplarını okumadım.  Acaba sahibi olduğu Türkiye'nin ilk ve tek Oyuncak müzesinde şiir kitapları da satılıyor mu merak ettim.

Nazım Hikmet İsyankar gençlik yıllarımda kitaplarını toprağa gömmek zorunda kaldığım bir şair olarak kaldı hafızamda. Ama "Kurtuluş Savaşı Destanını" ve "Beyazıt Meydanındaki Ölü" şiirini unutmadım.
"Beyefendi" sayesinde şiirlerini keşfettiğim İsmet Özel'in ise bir kaç  şiiri dışında bazılarını hiç anlamadığımı fark ettim. Ama anladıklarımı da çok sevdim.
Ne demişti?
...
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende
Vakti vardıysa  aşkın  onu beklemeliydi.
Genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her neyse
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi

Uzun yıllar önce  ablama aşık bir gencin yolladığı şiirler yüzünden Cahit Külebi ile tanıştım. Hatırladığım en masum erotik şiir oydu belki de. 
"Senin dudakların pembe ellerin beyaz
Al tut ellerimi bebek tut biraz diyordu."
..
Çok sonraları Küçük İskender şiirin başka bir boyutuna sürükledi beni.
..
Oğlu Haluk'a yazdığı şiirleriyle ideal baba diye düşündüğüm Tevfik Fikret'in şiirlerinden ziyade, oğlunun hristiyanlığı seçmesinin ardından ne düşündüğünü merak ettim.

Ve şiir okuyun yaşınız ne olursa olsun.
Son noktayı yeni nesil şairlerden  Canpolat Kuzey'in şiiri ile koyayım.
"O akşam rüzgar bile esiyordu derinden
Dalgalar oynuyordu en kurakça yerinden
İçim ürperiyordu belki de kederinden
Ayrılık tangosunu söylüyordun o gece
Ağladığımı gördün baktın bana gizlice."