30 Nisan 2011 Cumartesi

SEÇ SEÇEBİLİRSEN


Seçimler yaklaştı. Evde televizyonlar aracılığı ile, sokakta, duvarlarda, arabaların üzerlerinde, bayraklarla caddelerde partilerin yarışı da başladı. Liderlerin şimdiden sesleri kısılmış durumda. Allah kolaylık versin hepsine. 
Rahmetli Büyük babam Sapanca CHP delegelerindendi. Ecevit'in genel başkan olduğu seçimde Ankara'ya gitmiş ve İnönü'ye karşı Ecevit'e oy vermişti. Orada yakasına takılan küçük saten CHP  armasını ölene dek cebinde taşıdığı defterinde sakladı. O defterde arapça ve türkçe yazılmış notlarının arasında toplu iğnenin paslı deliklerinin olduğu arma büyük babam ölünce bana kaldı. Yıllar sonra yaşadığım beldenin CHP kadın kolları başkanı olduğumda yakalarımıza 6 oklu armalar taktık. Ama o armalar naylon kurdelelerden yapılmıştı. Benim siyaset maceram kısa sürdü. Beceremedim. Çünkü Büyük babam kadar bile istekli değildim. 

Büyük babam Bülent Ecevit'e o kadar hayrandı ki evimizin salonunda onun kocaman bir posteri duruyordu.
Bülent Ecevit'in popüler olduğu dönemlerde genç kızlar da Tarık Akan'a hayrandı. Ablam ses mecmuasından kestiği Tarık Akan ve Türkan Şoray'ın birlikte olduğu bir sayfayı kesip odasının duvarına yapıştırmıştı. 
Büyük babam duvarda bu resmi görünce kızmış ve kendince halletmişti. Ama halletme şekli çok komikti. Resimde Türkan Şoray'a dokunmamış, sadece Tarık Akan'ı yırtmış. 
Gerekçe daha komik. Evde yabancı bir erkeğin resmi "Namahrem." Annem fırsatı kaçırır mı. Hemen duvardaki Ecevit resmini indirdi. Gerekçe aynı nasıl olsa. Yabancı erkek resmi "Namahrem" Büyük babam bir şey demedi ama çok bozuldu tabi.

Büyük babamın kulakları ağır işitir işitme cihazı kullanırdı. 
Yine bir akşam haberlerde ABD'nin o zamanki dışişleri bakanı Harry Kissinger'in ülkemize geldiği söyleniyordu. Ecevit'in bir dönem Okuduğu Harward'tan hocası olan Kissinger'i  haberlerde gören dedem haberleri tam olarak anlamamış, O sırada da başka bir habere geçilmişti. Büyük babam işitme cihazını takarak babaanneme sordu,
- Kissinger'e ne olmuş?
Zavallı babaannem ne desin haberleri anlamamış bile. Ablam bize göz kırparak büyük babamın duyamayacağı bir sesle babaanneme anlattı. Babaannem de büyük babama.
- Kisincir sünnet olmiş.
Büyük babam şaşırdı. Emin olmak için tekrar sordu.
babaannem de sevimli laz şivesiyle saf saf cevap verdi.
- Kisincir sünnet olmiş.
Rahmetli büyük babamın gözleri parladı.
- Hay mübarek adam. Gördün mü dine dönmüş.
Biz gülmeye cesaret edemedik ama annemin gülüşünü hala hatırlarım.

28 Nisan 2011 Perşembe

KATE ERMİŞ MURADINA


Sekiz yıl önce arkadaşımla Londra'ya gittiğimde arkadaşımın Londra'da okuyan oğlu Çağatay bize güzel bir gezi programı hazırlamıştı. Bu programın içinde İngiliz kraliyet sarayını görmek de vardı. Süslü demir parmaklılılarının ardından saraya bakmış şakalaşmıştık.
- Selma abla aslında kraliçe Elizabeth seni 5 çayına çağırmıştı ama ben işimiz var diye kabul etmedim.
Çağatay okulu bitirdi. Psikolog oldu, mastır yaptı. Televizyonlarda, gazetelerde görünür oldu. Sık sık İngiltere'ye gidip geldi. Ama aramızdaki espri hiç bitmedi.
- Gidersen Elizabeth'e selam söyle.
- Elizabeth selam söyledi. Bir dahaki gelişinde mutlaka çaya bekliyormuş.

Bir peri masalını kitaplardan çıkıp canlı kanlı ilk kez İngiltere kraliçesinin kulaklarının büyüklüğünden dolayı "Kapıları açık taksi" diye lakap takılan büyük oğlu Charles ve Diana'nın düğünüyle gördük.
19 yaşındaki anaokulu öğretmeni ile veliaht prensin aşkı bütün dünyada sempatiyle karşılanmıştı. Diana ile aynı yaştaydım ve evimizde siyah beyaz televizyonda yılın düğününü merakla seyretmiştim.
Meğer mutlu sonlar sadece masallarda olurmuş. Charles genç eşini yaşlı ve evli Camilla ile aldatınca zavallı prenses de kendine teselli edecek bir düzine "arkadaş" buldu.
Bazen mutsuz sonlar da olur. Diana trafik kazasında ölünce iki oğlu İngiliz sarayının varisi olarak büyüdü.

Diana'nın büyük oğlu Prens William üniversiteden arkadaşı Kate ile evleniyor.
Alın size bir peri masalı daha. 
Kate soylu değil. Dedesi işçi, babası pilot, annesi hostes. Prens ile evlenmek için tam 8 yıl bekliyor. İngilizler  bu azminden dolayı ona "Bekleyen Kate" ismi takmışlar.
Charles ile Diana'nın nikahlarının kıyıldığı Westminster Kilisesinde 1900 davetlinin katılacağı  törende 8 yılın acısını çıkaracak gibi görünen Kate'in, 350 yıldır kraliyet nikahlarının metninde söylenen "Her koşulda kocama itaat edeceğim." ifadelerini çıkarttığı konuşuluyor.

27 Nisan 2011 Çarşamba

İNANÇ


Eskiden bir haber duyduğumda sözün altına üstüne bakmaz inanma ihtimalim çok olurdu.
- Ünlü iş adamının gayrimeşru çocuğu varmış.
- Falanca şarkıcı politikayla uğraşan bir adamın sevgilisiymiş.
- Kolanın içine kattıkları gizli karışım aslında bir kurtmuş.
- Margarinlerin içine sümüklü böcek koyuyorlarmış.
Buna benzer saçma sapan sözleri fazla sorgulamaz inanma eğilimi gösterirdim. Son yıllarda inancımı mı kaybettim bilmiyorum ama deyim yerindeyse "Öküzün altında buzağı arıyorum."
Biri kafama yatmayan bir şey mi söyledi? Dinliyorum ama pek fazla da yorum yapmıyorum. Sonra eve gelip başlıyorum araştırmaya.
Geçtiğimiz günlerden birinde arkadaşım spor markası Nike'ın ambleminin insanın kalça kemiğinden esinlenerek yapıldığını söyledi. Ben ise firmanın adını "Nike" tanrısından aldığını ve logonun da "Nike" tanrısının  kanatlarından esinlenerek bir üniversite öğrencisine 30 dolara yaptırdıklarını hatırlıyorum. Ama bunu arkadaşıma söylemedim. Eve gelip araştırdım. Sahiden de hatırladığım gibiymiş.

İyi de bu kadar mesai bana ne kazandırdı. Nike'tan bedava ayakkabı almadım. Biri "Bravo" demedi. Sadece ben emin oldum ama bu duruma üzüldüm. İnanmak insanı rahatlatıyor. Benim durumum rahatsız edici göründü gözüme. Sürekli bir şeyler öğrenmek gibi yorucu bir ruh hali içindeyim. Sanki  az bir zamanım var. Yetişmem gereken bir yer var ve oraya giderken yapmam gereken ödevleri bitirememişim de arayı kapatmaya çalışıyor gibiyim. Sürekli okuyorum.. Okuyorum.
Kendime kızıp durumumu düzeltme niyetini taşırken yeni okumaya başladığım Aydın Boysan'ın "Haydi Dostlar" kitabında yazdığı bir cümle ile başa döndüm.
Şöyle diyor Aydın Boysan; "Okumayı hep sevdim. Çok kitap okudum. Tekrar dünyaya gelsen ne yapardın diye sorsalar, daha fazla okurdum derdim herhalde."
Adam 85 yaşını doldurmak üzere bunu söyleyebiliyorsa Allah izin verirde yaşarsam 30 yıldan fazla  okuma ihtimalim var.
İnanmak bazen tembellik anlamına da gelebiliyor. Ama inanmazsan nedenini de araştırmak ihtiyacı hissediyorsun. 
Kısaca kaldığım yerden devam...

Bu arada "Beyefendi" kütüphanemizdeki bazı kitaplara takmış vaziyette. Benden fırsat bulursa gözüne kestirdiği kitapları iç edecek. Kütüphanedeki kitapların yeri sürekli değişiyor. Alttaki kitaplar üstte, bir raftakiler başka bir rafta. Sanırım durum karmaşası yaratarak dikkatimi dağıtmaya çalışıyor.
Acaba bazı kitaplar gitti de  farkında değil miyim?
Şüpheliyim...

26 Nisan 2011 Salı

CADDELER, SOKAKLAR VE TONGUÇ


Büyük kızımın ilkokul arkadaşının adını  unutur "Tonguç" derdim. Kızımla çok samimi değillerdi. Okul bitti çocuklar büyüdü aynı semtte oturduğumuzdan bu sEfer de annesi ile ingilizce kursunda sınıf arkadaşı olduk. Ben habire "Tonguç'un annesi.." diye bahsederken kızım gülerek adını düzeltirdi. Düzelttiği adı buraya yazmayacağım ama Tonguç'a da pek benzemiyor gerçek adı.
Şans bu ya Tonguç'un küçük kardeşi de ortanca kızın sınıfına düştü. "Tonguç'un kardeşi" sözlerini söyler olduk.
Tonguç bilmese de bizim evde adı hep geçti. Tekrar tesadüf oldu. Kızlarımla İtalya gezisine çıktık, Tonguç'larla aynı turdayız iyi mi? Çocuklar birbirlerini görmezden gelseler de biz anneler İngilizce kursu arkadaşı olarak  muhabbet ettik.
Son beş yıldır adı evimizde konuşulmazken bir kaç gün önce "Tonguç Baba Caddesine" rastlayınca "Haydaaa" oldum. 

Süpermarketlerin depolarının sıra sıra dizildiği bir caddeye "Tonguç Baba" ismi verilmiş. Eve gelip hemen Google girdim. Bırakın cadde ismini haritası bile var. "Tonguç Baba" meğer ne mübarek bir zatmış. Haritada şöyle bir gezinirken İstanbul'un şehir haritasına baktım. Bu haritaya bakıp yol bulmak o kadar zor ki. Birbiriyle kesişen, planlı bir görünümü de yok. 
Bildiğimiz bazı sokak isimleri yıllar içinde çeşitli politik kaygılarla değiştirilmiş. 
Sapanca'da ki evimizde uzun yıllar "Değirmen Sokak" olan sokağımız bir birden "Çınar Sokak" oldu. Evimizin arkasında amcalarımızdan birinin değirmeni vardı. Sonra yıkıldı. Değirmen olarak kalsa ne olurdu? Çınar takılan Sokakta Çınar da yok, ne alaka şimdi?

Cadde ve sokakların adı değiştiği için aradığımız yeri bulmakta da zorluk çekeriz. Ama allahtan insanımız ya yardımseverdir ya da şakacıdır. 
Yardımsever vatandaş sorduğunuz adresi bilmese bile "Abla sağdan dön, yolun sonunda bir manav var oraya sor?" der.
- Manavın yakınlarında mı? diye sorarsan;
- Yoo ama manav Hilmi abi buraları iyi bilir. diyebilir.
Şakacı vatandaşa rast geldiyseniz vay halinize. Bilmemek ayıp addettiğinden öyle bir tarif yapar ki siz kendinizi şehir dışında bulursunuz. O ise arkadaşlarına gülerek sizi nasıl kandırdığını anlatır.
- Yanlış adrese yolladım kerizi.

İstanbul'un göbeğinde İstiklal caddesinin üzerindeki kapıların pek çoğunda iki numara var. Hangisi yeni hangisi eski postacıdan başka bilen yoktur. 
Bazı cadde ve sokak isimleri ilginçtir. Bazıları yabancı isimlerdir ama ne okunuşu ne de yazılışı yazılır tabelalara. Tabi ortaya komik görüntüler çıkar.
DÖ GOL CADDESİ
MAHAT MAGANDİ CADDESİ
SİMON BOLİVAR CADDESİ
SECAAT SOKAK
TEVEKKÜLLER SOKAK

24 Nisan 2011 Pazar

BAYKUŞ


Bizi otogara götüren servis şoförü otogara gidecek olan otobüs firmasının başka bir şoförü ile yol boyunca muhabbet etti. Sadece muhabbet etse iyi ikazlara rağmen iki tane sigara içti. Önde oturanlara rahatsız olduysanız arkaya geçin dedi.
Arabanın gürültüsünden yüksek sesle konuşmaları gerektiği için bütün muhabbeti dinlemek zorunda kaldık. Arabayı kullanan şoför fazla konuşmadı fakat diğeri yol boyunca susmadı.
Uzun yıllar tır şoförlüğü yapmış anılarını anlatıyor.
"Bulgaristan'dan geçiyorum. Gecenin bir vakti çeşme başında durdum. Diğer arkadaş arkada uyuyor. Ben de çaydanlığa çeşmeden su doldurmak için arabadan indim. Etraf ağaçlık. Tam su dolduruyorum arkama pat diye bir şey düştü. Korkudan çaydanlığı fırlattığım gibi kamyona koştum ve kapıları kilitledim. Sonra farların ışığında yerde yaralı bir baykuş gördüm. Namussuz ödümü patlattı. Taşladım kovdum oradan."
Ormanın içinde bir çeşme başında baykuşların olma ihtimalinin bulunduğu bir saatte yaralı baykuş onu korkuttu diye taşlamış iyi mi?
Eee sen de baykuşu korkutmuşsun. Onun seni taşlama şansı da yok.
Allah iyiliğini versin. Bir de anlatıyor.
Köpekleri kısırlaştıracağım diye insanlık dışı muameleye maruz bırakan veterineri hatırlarsınız.
Kurban bayramında sözde sevap işleyeceğiz. İşinin ehli olmayan insanların elinde kesilen hayvanların görüntüsü herkesi dehşete düşürür.
Birkaç yıl önce ağaçta kalan kediyi kurtarmak için kediye taş atan kocaman adamlar hatırlıyorum.  Kedi ne yapsın. Aşağıya inemiyor, yukarıda da taş yiyor.
Adam korktu diye yaralı baykuşu taşlamış. Aynı zihniyetin sonucu.
Babaannemin bir sözü vardı. Kendi mi uydurmuştu yoksa bir yerlerden mi duymuştu bilemeyeceğim.
"Sevap istersen vur yılanı, cennet istersen kıyma hiç bir canı."

22 Nisan 2011 Cuma

DÜNYA GÜNÜ


Sabah google'da pastel renklerle bezenmiş dereler, dağlar görünce bahar dolayısı ile logo değişmiş diye düşünürken manzaranın üzerine tıklayınca "Dünya Günü" yazdı.
Vikipedi'nin dediklerine bakılırsa ilk kez 1969 yılında UNESCO tarafından dünyanın karşı karşıya kaldığı çevresel tehditlere dikkat çekmek amacıyla kurulmuş.
Çevre, doğanın dengesi deyince birinci sırada aklıma Temel fıkrası gelir.
Temel ormanda ağaç keserken çevreciler tarafından "Doğanın dengesini bozduğu" gerekçesiyle bir güzel dövülmüş. Ağzı burnu kan içinde kahvenin önünden geçerken sormuşlar;
- Ula temel bu ne hal?
- Ne bileyum uşağum. Doğan'un yengesini bozmuşum. Ben ne Doğan'i tanirum ne de yengesini.

Üzerinde eski kırmızı süveteri ile Tema Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca bu konuda ikinci sıradadır. Erozyonla mücadelede onun adını sıkça duyarız.
Yıllardır kendisini doğaya ve çevreye adadığı halde son dönemde televizyon programından dolayı daha çok bilinir olduğunu düşünüyorum. 87 yaşındaki Hayrettin Karaca, 93 yaşındaki Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, Aydın Boysan ile birlikte sundukları "Giderayak" isimli programlarının adı konusunda "Hınzırlık olsun diye ortaya attım." diyecek kadar da çocuk ruhlular.
Hayrettin Karaca'nın Dünya raporu tespitleri;
Dünyada yıllık parfüme harcanan para 25 milyar dolar. Okuma yazma için yapılması gereken ek kaynak  yıllık 5 milyar dolar.
Avrupa'da dondurmaya harcanan para bir yıllık 11 milyar dolar. Her çocuğun aşılanması için gerekli miktar 1.3 milyar dolar.
Deniz seyahatine harcanan para 14 milyar dolar. Dünyada temiz suyun herkese sağlanması için gerekli para 10 milyar dolar.
Avrupa ve Amerika'da evde beslenen hayvanların mamaları  için harcanan para 17 milyar dolar. Dünyada açlığın ve yetersiz beslenmenin sona erdirilmesi için yeterli para 19 milyon dolar.

Gündemde seçim, vetolar, güneydoğuda olaylar, varken Dünya Günü küçük bir haber olarak gazetelerin iç sayfalarında yer alacaktır.
Bizler çöplerimizi kağıt, cam, çöp olarak ayırmamaya devam edeceğiz, sprey kullanacağız, suyu hiç bitmeyecekmiş gibi akıtacağız, çevreyi kirleteceğiz. Sonra da yazın aşırı sıcakları görünce, sellerle uyanınca  "Ben ne Doğan'ı tanırım ne de yengesini." diyeceğiz.
Bu arada tencere dibin kara seninki benden kara misali Amerika'da da durum bizden farklı değil. 1990 yılında New york Central Park'ta yapılan Dünya Günü kutlamalarına katılanların geride bıraktığı çöp 100 tonmuş.

21 Nisan 2011 Perşembe

SAKİNE


Otogarda otobüsümüzü bekliyoruz.
Bir adam yanımızdaki gişeye yaklaşıyor. Ankara'ya iki bilet istiyor.
Gişedeki görevli kadın;
- Yolcular kim?
- Ben.
- Adınız nedir?
- Muharrem Ekmekçioğlu.
Bilet kesen kadın sorulacak en saçma ve çetrefilli soruyu soruyor.
- Muharrem Ekmekçioğlu'nun yanındaki yolcunun adı nedir?
Adam önce sağına soluna,  sonra da kadına soran gözlerle bakıyor.  Sanırsanız KPSS sınavında problemi çözememiş memur adayı.
Bilet kesen kadın sertçe tekrarlıyor;
- Muharrem Ekmekçioğlu'nun yanındaki yolcunun adı ne?
- Nasıl?
Adam o esnada bilet almak için yanına gelen diğer yolculara bakıyor.
Sesi çocuğu azarlarmış gibi, kafasını bilgisayardan kaldırmadan izah ediyor kadın.
- Sizinle birlikte gidecek yolcunun adı nedir?
Adam bir oh çekerek cevaplıyor.
- Bizim hanım.
Bilet kesen kadının sabrı taşmış yüksek sesle soruyor.
- Hanımının adı nedir amca?
Adam yavaşça cevaplıyor;
- Sakine..

 
-
 

20 Nisan 2011 Çarşamba

SAÇLARIN TARUMAR

 
Biz kadınlar hayatımızın olmazsa olmazları arasında kuaförlere geniş yer veririz. 
"Kuaföre gidiyorum şekerim." kelime dağarcığımızda önemli bir yer tutar.
Başka ülkelerin kadınları nasıl yapar bilemem ama bizde kuaförler terapi merkezi veya kadınların gidebildiği kahvehaneler gibidir. Sigara içiyorsanız başkalarının saçlarının sigara kokmasına aldırmadan içebilirsiniz. Çayınız kahveniz gelir. Her şeyden önemlisi muhabbetin kralı kuaförlerde olur. Saçınızı tarayan, manikür yapan, kaşlarınızı alan bu insanlar kuaför salonlarının sihirli atmosferi sayesinde sırdaşınız olabilir.
Yoldan geçen bir adamın size dikkatli bakmasından bile kıllanan eşler, saçlarınızı yıkayan, onlarla oynayıp şekil veren kuaförlere ses çıkartmaz. 
Kuaförün iltifat edeni makbuldür. 
- Valla 35'ten daha büyük göstermiyorsunuz.
- Boyunuz kadar kızınız olduğuna inanmıyorum.
- Cildiniz çok güzel, hangi kremi kullanıyorsunuz?
 
İltifatlar güzeldir ama kuaför milleti başka bir kuaföre gittiğinizi anlarsa yandınız. 
- Bu nasıl bir kesimdir abla sana hiç yakışmamış. ( Hani yaşım 35'ti. Şimdi abla olduk.)
- Kaşlarını kime aldırdın, bozulmuş bu kaşlar?
- Evde saç boyanır mı, gök kuşağının bütün renkleri saçlarında.
İnkar etsen olmaz, bahane bulmaya çalışırsın.
"Şehir dışındaydım, orada kestirmem gerekti." Ya da "Kuzenim kuaför o yaptı öylesine." gibi abuk subuk açıklamalar yapılır.
 
 
Yıllardır aynı kuaföre saçımı kestiriyorum. Fön için yakın ve ucuz kim varsa ona yaptırıyorum saçlarımı.
Arkadaşımın oğlunun kına gecesi var. Kızımla evimize yakın arkadaşımın tavsiye ettiği bir kuaföre gittik. Karı koca ve yanlarında çalışan iki kişiyle küçük bir dükkan burası. Hoş karşılanıyoruz. Tırnaklarımıza oje süren kız konuşkan. Bütün hayat hikayemizi merak ediyor. Biz de nedense anlatıyoruz. Aslında birinin ağzından laf almak istiyorsanız onu kuaför koltuğuna oturtun. Size istediğiniz, hatta istemediğiniz şeyleri bile anlatabilir.
 
Saçlarımı yıkayan 15-16 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Boyu  kısacık. Ama bunu kapamak için saçlarını horoz ibiği gibi yukarıya jölelemiş. 
- Bu model saçın adı nedir? diye soruyorum.
- Davit Beckham modeli, diyor.
- Geçen gün bir müşteri geldi. "Oğlum sen hangi asırda yaşıyorsun, böyle saç olur mu?" dedi. Ters bir kadındı. Burada başka bir müşteriyle de kavga etti.
Saçları hakkında yorum yapmamamı beğenmeme bağlıyor. Ben de ses etmiyorum ama böyle biri saçımı tararsa şeklin nasıl olabileceği konusunda tedirgin oluyorum. Allahtan patron fırçayı eline alıyor.
İşimiz bittiğinde anne kız dışarıya çıkıyoruz. 
Konuştuk, anlattık, dinledik, güzelleştik.
Mutluyuz.
 

17 Nisan 2011 Pazar

KART


Bugün birilerine "Kart deyince ne aklınıza geliyor?" diye sorsanız, sorduğunuz 10 kişiden 8'i kredi kartı diyecektir. Bana sorulsa astsubay eniştemizin, ablam ve kuzenlerim 22 yaşındayken henüz evlenmediler diye "22'lik kart tavuk." diyerek alay ettiğini hatırlayacağım.
Ama burada on kişiden 8'inin tahmin ettiği kartlar hakkında konuşmak istiyorum. 
Sevgili arkadaşım Tülay ve oğlu Can ile Adapazarı'nda Kahve Dünyasında oturuyoruz. Tülay'ın tıka basa dolu çantasına gözüm takılıyor. Samimiyetimize güvenerek, "Aç şu çantayı, içinde neler olduğunu merak ettim." diyorum. 
İkiletmiyor.

Sıkı durun, orta boyda bir çantanın içindekiler şunlar;
İçinde 1 liraların olduğu küçük bir cüzdan.
10 kuruş ve 25 kuruşların olduğu başka bir küçük cüzdan.
İçinde IPod kulaklığı bir iki şeyin bulunduğu küçük çanta.
Islak ve kuru mendillerin bulunduğu bir çanta.
Sigara ve çakmağının bulunduğu bir cüzdan.
Açıldığında büyükçe bez torba olan küçük bir çanta.
Yüzüklerinin bulunduğu bir çanta.
İçinde evrakların bulunduğu cüzdan.
İçinde fatura, fiş gibi kağıtların olduğu cüzdan.
İlaçlarının olduğu küçük cüzdan.
Ve, eni ile boyut aynı genişlikte para cüzdanı.
Orta boyuttaki bu çantanın içinde tam 11 tane cüzdan var. 

Fakat para cüzdanını yazmadan edemeyeceğim. İçinde aklınıza gelebilecek her bankanın kartı ve bildiğiniz ve adını bile duymadığınız mağazaların kartları var. 
Cüzdan bu kartlardan dolayı 500 sayfalık bir kitap kalınlığında duruyor. 
O kadar hayret ediyorum ki Tülay gülerek anlatıyor.
Ablası ile birlikte Sapanca'dan Gölcük'e babalarını ziyarete giderken babalarının evinin yakınında Bim Marketle isim benzerliği yapmış sadece o semtte olan marketten bir şeyler almışlar. Kasiyer; " Market kartınız var mı?" diye sormuş.
"Hayır" demişler.
Kasiyer; "Peki verelim mi?" deyince Tülay dayanamamış ve "Verin." demiş.
Bir daha  gitme ihtimalinin hemen hemen hiç olmadığı bir marketin kartı cüzdanında ve atmıyor. Ama işin daha garip kısmını söyleyeyim; Tülay'ın Gölcük'e bir daha gitme ihtimali de yok gibi. Çünkü Gölcük'te tek başına yaşayan babası bir yıl önce vefat etti.

13 Nisan 2011 Çarşamba

MERKEZ


Ablam geldi ya, orta yaşlı kadınların yaptığı gibi evde oturup çay içip kadın programlarını izlemiyoruz.
Evlilik programlarını izleme işini anneme havale edip sürekli geziyoruz. 
Daha önceki yazımda bahsettiğim gibi ben bitap düştüğüm halde ablam yeni şarj olmuş gibi enerjik yerinde duramıyor. 
Taksim, İstiklal Caddesi, Cezayir Sokağı, Cihangir, Asmalı Mescit dolaştık. Cezayir Sokağının adı önceleri Fransız sokağıydı. Fransa'nın ermeni Soykırımını kabul etmesi üzerine sokak Cezayir sokağı olarak değiştirildi. Bunu ablama anlatırken sokaktaki restoranlardan bir garson öyle bir iltifatla içeriye davet etti ki, aç olsak kesin girebilirdik. 
" Nüfus cüzdanınız yanınızdaysa şaraplarımızı tavsiye ederiz."
Gülerek baktığımızı görünce; "Valla çok genç gösteriyorsunuz." diyerek iltifatı sürdürdü. 
Genç göstermeyebilirdik ama sahiden genç hissediyorduk.
Cihangir'de dar sokakların birine park etmeye çalışan arabaya polis müdahale etti.
- 34 TN... Kardeşim sen park ettiğin yeri beğeniyormusun?

Polis anonslarının bazıları gerçekten yaratıcıdır. 
Emekli Emniyet Müdürü Feyzullah Aslan; "Gül güldür, Düşündür" adını verdiği polis telsizlerindeki komik diyalogları ve polislerin yaşadığı komik olayları anlatan bir kitap yazdı. 
..
Kurban bayramında ipini kopartan kurbanlık dana kaçar.
- Vatandaşın beyanına göre orta kilolu, kara renkli, boynuzlu bir tosun kaçmış.
- Merkez; Anlaşıldı. İstasyonlar not alın. 10 dakika önce il merkezinden kaçan tosunun eşkalini veriyorum.

- Merkez
- Dinliyorum efendim
- Şu anda neredesiniz?
- Tam arkanızdayım efendim.
...
- Dinliyorum merkez.
- Camide son durum nedir?
- Cenazeler hareket etti. Mezarlığa seyir halindeler.
..
- Mevki ve yol durumunu bildirin.
- Merkez, hava yağışlı, zemin kuru, yolda kalan araç yok.
- Hava yağışlıysa zemin nasıl kuru oluyor?
- Biz anonsu yaparken tünelden geçiyorduk efendim.

- Merkez Cemal Gürsel caddesinde şüpheli bir paket var.
- Anlaşıldı. Çevre güvenliğini alın, uzman gönderiyorum.
- Merkez uzmana gerek kalmadı paket boş.
- Boş olduğunu nasıl anladınız?
- Üzerinden kamyon geçti efendim.
...
Polis  bir sürücüyü durdurmuş ceza yazıyor.
Arabanın yanından geçerken durup olaya gülen gence sesleniyor;
- Önüne dön, önüne dön. Sen kendi tipine bak soytarı.

Trafik polisi kırmızıda geçen arabayı durdurmak için sesleniyor;
- 34... lütfen sağa çek.
O sırada oradan geçmekte olan başka bir polis otosu espriyi patlatıyor.
- Lütfenini yiyeyim senin. Bu ne kibarlık olum Mustafa.
..
Arkadaşım anlattı. Bindiği otobüs trafiği kalabalık bulup emniyet şeridini işgal edince polis anonsunu duymuş.
- Otobüsçü cezan hayırlara vesile olsun. Sen devam et, ben plakana gönderirim nasıl olsa.

11 Nisan 2011 Pazartesi

TOPKAPI


Aman allahım tam 30 sene geçmiş aradan. Ablam yeni evlenmişti. Ben liseyi bitirmiş, daktilo, muhasebe gibi bilumum kurslara devam ediyordum.
Eniştem, ablam ve ben İstanbul'a müzeleri ve tarihi yerleri görmeye gelmiştik. Topkapı, Dolmabahçe, Yerebatan, Sultanahmet, dolaşmıştık. O günden aklımda kalan Kaşıkçı Elmasının ihtişamı, Padişahların kaftanlarının güzelliğiydi.
24  yıl önce İstanbul'a yerleştiğim halde bu geziyi bir daha yapmak nasıp olmadı.
Ablam ziyaretime geldiğinde iki kardeş atladık otobüse Topkapı sarayına gittik. 
Fiyatlar kişi başı 20 lira. Öğrenciye ücretsiz.

Muhteşem Yüzyıl dizisinden sonra Topkapı Müzesine ilginin arttığı söyleniyor. Fakat müzeyi gezenler ekseriyetle yabancılar. Özellikler Ruslar kafile halinde rehber eşliğinde dolaşıyorlar. Bu tür yerleri gezerken bir rehberle gezmenin daha eğitici olduğunu düşündüğümden rehbere yaklaşıyorum ama kadının rusça konuştuğunu anlayınca bende jeton düşüyor. Rus turistlere türkçe konuşacak hali yoktu ya.
600 yıllık Osmanlı tarihinde 400 yıl devletin idare merkezi olarak kullanılan saray, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış.

Biletlerimizi verdik ve iç avluya geçtik. Asırlık çınar ağaçlarının arasından ilerlerken bahçe işleriyle ilgilenen iki üç işçi birbirleriyle güreş yaparcasına şakalaşıyordu. Yaşları emekliliğe yaklaşmış iki adamın ense tokat şakalaşması sadece bizim değil turistlerin de dikkatini çekmiş hayretle izliyorlardı. Bakışların kendilerine çevrildiğini anlayan işçiler işi abartarak birbirlerini çimlere atmaya çalıştılar. Topkapı Sarayının yanında Edirne Yağlı güreşleri de turistlere bonus olarak sunuldu.
Bazen bir başkasının yaptığı şey sizi utandırır da izlemek istemezsiniz ya aynı böyle bir durumda oradan uzaklaştık. 
Kaşıkçı elması geçen yıllar içinde küçülmüş mü ne?
Padişahlar kısa boylu ve şişmanmış sanki!

Padişah portrelerinin bulunduğu salonda ablamla aynı şeyi düşünüyoruz. Kara yağız padişahlarımız, sarışın beyaz tenli padişahlardan daha az.
Ablam hemen yorum yapıyor. "Tabi sarışın beyaz tenli olacaklar, çoğunun annesi Rus'du."
Bir müzeye para verip giriyorsunuz sonra tekrar para verip başka bir bölüme girmenin anlamsızlığına ne demeli?
Harem dairesine girmek için tekrar bilet alıp 15 lira vermemiz gerekiyormuş. Sanırsanız haremde pembe yanaklı, boy boy cariyeler karşılayacak sizi. Hem beni cariyeler karşılasa ne yapacağım. Hiç ilgimi çekmez.

Kutsal emanetlerin sergilendiği bölüm yerli yabancı bir çok ziyaretçi gibi bizim de ilgimizi çekti. Özellikle Kabe'nin anahtarları olduğu söylenen anahtarları görünce ablam "Bu anahtarları bize iyilikle vermemişlerdir. Kapıyı da götürdüğümüze göre vardır bunda bir iş." diyerek yorumda bulundu. 
Topkapı Sarayından çıktık.
Ayağımda beyefendinin hediyesi spor ayakkabılar, iki aydır haftanın 5 günü yürüyorum, sözde antrenmanlıyım. Eve dönelim dese ikiletmeyeceğim.
Ablam; Şimdi nereye gidiyoruz? diyor.
Bu kadının enerjisine yetişmek mümkün değil. 





9 Nisan 2011 Cumartesi

KÖPEKLERE FISILDAYAN ADAM


National Geographic kanalda "Köpeklere Fısıldayan Adam" adlı bir belgesel var. Bu programa rast geldikçe hayret ve hayranlıkla seyrediyorum. Hayretim adamın köpekler üzerindeki harika etkisine değil Amerikan halkının köpeklere olan düşkünlüğü.
Amerikan aileleri köpeklere çocuklarından daha çok değer veriyorlar. 18 yaşını geçmiş her bireyin evden çıkıp gitmesi gerektiğini  düşünürlerken köpeklerine ölene kadar bakıyorlar.
Bu köpekler de o kadar şımarmış ki pek çoğu evin idaresini ele geçirmiş durumda. Utanmasalar ev sahiplerine "Benden izinsiz adım atamazsınız" diyecekler. O kadar yani. Amerikalı köpek severler de bakmışlar iktidar elden gitti, ısırıklar, tırmıklar, ortalığı dağıtmalar aldı gidiyor; "Yetiş köpeklere fısıldayan adam" diyerek çağırıyorlar adamı.

Bir bölümde çamaşır makinesinden rahatsız olan köpek evde hır çıkartıyor diye komşuda çamaşır yıkayana rast geldim. Aynı aile köpek rahatsız oluyor diye mutfaklarında yemek yapmayıp bahçede barbekü yapıyor sürekli. Efendim köpek yemek yapılmasını istemiyormuş. Gerçi bu konuda biraz işkillendim. Sanırım evin hanımı yemek yapmaktan hoşlanmıyor kabahati köpeğe atmış. Nasıl olsa köpek ota çöpe hırlıyor, olay çıkartıyor ya.

Bu bölümde kocaman bir Amerikan evi, hali vakti yerinde ana kız yaşıyorlar. Kız evde kalmış ama kız kurusu değil de kız irisi. Anne de aynı ebatlarda akça pakça oturmuşlar kanepeye köpeklerinin yaptıkları sözüm ona yaramazlıkları anlatıyorlar. Bu köpeğin yaptığının onda birini bir Türk ailesi yaşasa köpek evden atıldığına dua edebilir. Sokağa çıkın bakın. Kuyruğu kesilmiş, kuyruğuna teneke bağlanmış, ,işkence görmüş, kulakları kesilmiş bir çok kedi ve köpeğe rastlamanız mümkündür. O yüzden bizim çomarlar şükrederek miskin miskin otururlar. Havladıkları zaman bilin ki ya eve hırsız girmiştir, ya da sizin sevmediğiniz biri mesela kayınvalide, elti, meraklı komşudur gelen.
Neyse anne kız dertlerini anlattılar. Köpekleri şikayet ettiler ama köpekler de kucaklarında yayılmış duruyor. Köpek dediğine bakmayın, ikisi de fareden biraz hallice küçük yüzlü cin bakışlı iki Kaniş.

"Paris Hilton'un köpeği daha popüler bizim şansımıza da bu meymenetsiz aile düştü." dercesine bakıyorlar. Evde ortalığı ayağa kaldırmaları, havlayıp ısırmaya çalışmaları bu tahminlerimi doğrular nitelikte. 
Köpeklere fısıldayan adam neler yapmaları gerektiğini uzun uzun anlatıyor. Disiplinin sizde olduğunu belli edin, bağırarak değil hareketlerle otorite kurun, köpekle göz temasını bırakmayın diye fikir veriyor. Bu konuşmalar sırasında televizyonu açtıysanız bu tavsiyelerin insanlar için olduğunu düşünmeniz mümkün. 

Sonra başlıyor onlarlı eğitmeye. Tasmalarından tutarak bekliyor. Havladıklarında serçe tasmalarını yakalıyor, gözlerinin içine bakıyor. Bir süre sonra iki küçük canavar esneyen, sakin, sevimli yaratıklara dönüşüyor.
Sonra anne kıza köpekleri kimin gezdirdiğini soruyor. 
Kız kendisinin yürüttüğünü, annesinin köpekleri yürütmediğini söylüyor.
Köpeklere fısıldayan adam anneye soruyor;
-Yürümemen için bir nedenin var mı?
Bize sorulsa bin bahane bulacağımız bu soruya kadın dürüstlükle cevap veriyor.
-Tembelim.
...
Peki köpeklere fısıldayan adamın adı neymiş dersiniz?
Köpeklerimize sıkça taktığımız bir isim.
"Sezar"

7 Nisan 2011 Perşembe

İSİM - ŞEHİR - HAYVAN


Benim Jenerasyonun çok iyi bildiği, sıra eşyaya geldiğinde takılıp kaldığımız bir oyun. Eğlenceli zevkli çekişmeli.
Yılmaz Özdil'in kitabının adı. 
İsim- Şehir- Hayvan.
Sessiz sedasız kitapçılarda yerini aldığında en çok satanlar listesinde ilk sıralarda olacağının da sinyallerini veriyor. Bazı yazarlar gibi  çok satılıp hiç okunmayanlar gibi olmayacak. Yılmaz Özdil'in Hürriyet'te ki köşesinde yazdıkları olmasına rağmen benim gibi her gün yazılarını takip edenler bile tekrar tekrar okumak için alacaklar kitabı. 
Önsözünde bir sürü meslektaşına yer vermiş. Ama ben en çok Ertuğrul Özkök'ün yazısını beğendim. 

Şöyle diyor Özkök;
"Mahallenin rahatını kaçırır.
Yani işin aslına bakarsan, hepimiz Yılmaz'ın gizli hayranıyızdır. Taklit etmeye kalksak bir türlü beceremeyiz. 
Baş edemeyiz onunla.
Böyle bir zeka ile aynı mahallede yaşamaksa, zor zanaattır.
Görmezden geleyim deseniz, mümkün değil görürsünüz. Herkesin yaşlandığı bu mahallede o Benjamin Button gibi her gün daha da gençleşerek, çocuklaşarak karşımıza çıkar. Kurtuluş yoktur kaçamazsınız.
Gıpta ile kıskançlık arasındaki o incecik çizgide cambazlık bitap düşürür sizi.
Ona düşman olmanın manası yoktur, sizi çıldırtır.
Kıskanmak çare değildir, sizi çatlatır.
En iyisi tevekküldür.
Kabullenmek, onunla yaşamayı öğrenmektir."
..
Bekir Coşkun uzun yıllar yazdığı sayfasının yeni sahibi için şöyle diyor;
"Yaşam boyu gözüm hep arkada kaldı. Dut ağacındaki salıncak, üç tekerlekli bisiklet, simit kokan sabahlar, mısır patlatılan sonamız, ilk haberimin yayımlandığı gazetenin gömleğimdeki mürekkebi..
Bir tek şeyde gözüm arkada kalmadı; sevgili Yılmaz Özdil'in eski köşemde yazı yazmasında.
Her sabah açıp okuduğumda, içinde kendimi bulup da, her sabah yudum yudum içtiğim yazıların kitap hali bu."
...
Okuduğumuz anda "Ya ben niye düşünmedim bunu?" dediğimiz yazılarında Cem Yılmaz'ın tabiri ile Güldürürken düşündüren adam. Yılmaz Özdil.
Benim başucu kitabım oldu bile.

5 Nisan 2011 Salı

KOÇ


Blogumun yanındaki reklamlarda Koç Üniversitesinin reklamını görünce 5 yıl önce kızımı yurduna yerleştirdiğimiz gün geldi aklıma. Arabanın arkasına eşyalarını, küçük bir televizyonu koyup çıkmıştık yola. Yol boyunca Koç başı amblemli tabelalar ile yol bulmamızda yardımcı oluyordu ama, İstanbul bitti yol bitmedi derken Sarıyer sırtlarında Boğazın Karadeniz'e ulaştığı yere yakın, ormanın içinde bir kapı çıktı önümüze. Harry Potter izleyenlerin hatırlayacağı Hogwards Büyücülük okulunun binasına benzer bir ortamda çevremize hayranlıkla bakarak ağaçlıklı yolda yurtlara ulaştık. Üçer katlı taş binalardan oluşan yurtlar bile başlı başına o okulda okuma isteği uyandırıyordu insanda.

Kızımın okuduğu 4 yıl boyunca sık sık ziyaretine gittik. O da ilk yıl haftasonları geldiği halde son yıllarda daha az gelmeye başladı. 
İstanbul'a kar ilk oradan yağar, son olarak orada biterdi. içeriye girdiğinizde "Nerede bu öğrenciler?" deme ihtiyacı duyardınız. Sanki öğrencilere içeriye girdikleri andan itibaren çip takmışlar ve taşkınlık yapmaları önlenmiş düşüncesi belirirdi insanda. Dört yıl boyunca sıkça gittiğim bu okulda bir kez bile sarmaş dolaş gençler görmedim.  Bağıran, yüksek sesle konuşan kimseye rastlamadım. Bu yazıyı yazarken kızıma sordum o da teyit etti.

Sanırım her öğrencinin hayalini kurduğu okullardan biriydi Koç Üniversitesi.
Görkemli festivallere, etkinliklere ev sahipliği yaptı. 
Mezuniyet törenleri filmlerde izlediğimiz Oxford, Cambridge Üniversitelerinin mezunuyetleri gibi görsel bir şölen gibiydi. Kızım Koç Üniversitesinde mutlu oldu, beni de anne olarak mutlu etti. Rahmetli eşim mezuniyetini göremedi. Belki de kızım tam kepini fırlatırken, yukarıda bir yerlerden ıslıkla tezahurat yapıyordu. Kimbilir..
Blogumun kenarındaki Koç reklamı aldı beni geçmişe götürdü. 

4 Nisan 2011 Pazartesi

LOP


Büyük çılgın kızımla aramızda psikolojik bir savaş var.
Bilgisayarımı açıyorum, arka planda bir gün önceki iştah açıcı kek gitmiş, kulakları aşağıda gri  tavşan bana bakıyor. Gri renkli düşük kulaklı tavşan dokuz karede öyle bakıyor gözümün içine. Maillerimi açıyorum, "Bence lop tavşanı hakkında yazı yazmalısın." diyen yazılar. Beraber olduğumuzda mutlaka Lop tavşanının bahsi geçiyor. Rusya bile  soğuk savaş döneminde Amerika'dan bu zulmü görmemiştir. Allahım ne yapsam bilemiyorum.
Sabah 8 de çıkıp akşam en erken 8 de eve geldiği bir işi var. Hafta sonları bir gün mutlaka dışarıda. O tavşana bakacak ne zamanı var ne de niyeti. Bu sefer kararlıyım oyununa gelmeyeceğim. 

Peki bu lop tavşanı da neyin nesi diyerek araştırdım ki Bakırköy tren istasyonundan çarşıya doğru inen yokuşta 20 liraya satılan, biraz pazarlıkla 10 liraya alabileceğin tavşanın 150 lira olanı.
Bakırköy'dekiler yavru da bunlar kuzu büyüklüğünde mi diyeniniz varsa hemen cevap vereyim. Hayır.
Lop tavşanlarının görülen tek farklılığı kulaklarının bildiğimiz tavşanlar gibi dik değil aşağıya doğru düşük olması.
Görseniz asgari ücretle geçinmeye çalışan işçi mahçubiyetiyle bakıyor. Ama ben biliyorum ki diğer tavşan kardeşlerinden pahalı satıldığı için utanıyor, o yüzden kulaklarını indirmiş.
Hollanda lop tavşanı bilgisayarımın arka planından bana baktıkça rahatsız oluyorum. Vicdan azabı gibi birşey bu.
Ben inatla pasta, dondurma ve bilumum çiçeklerle bu sayfayı değiştirdikçe o bir şekilde karşıma çıkıyor.
Anne kız inatçıyız, soğuk savaş devam ediyor.
Dur bakalım ne olacak?

2 Nisan 2011 Cumartesi

TENİS


Bir spor müsabakası izleyeceksem tenis izlemeyi tercih ederim. Hem kimse kimseyi itip kakmıyor hem de seyirci sakin.
Bundan 10 yıl önce tenis kulübüne  üye olup derslere başladığımda annem de bizimle birlikte kalıyordu. Hem iş, hem küçük bir çocukla uğraşırken bir de tenis oynamam annemi sinirlendirmiş. "Başımıza Kemal Derviş kesildin." diyerek tepki göstermişti.  Tenisi Hülya Avşar'dan duyan orta halli Türk ailesi Hükümetin para işlerinden sorumlu bir bakanının ayağında şekilsiz bir şortla tenis oynamasına zaten kıl olduğundan, bu spora tepkiliydi.
Fakat hakkını yemeyelim o dönemlerde Ermeni asıllı ABD'li tenisçi Andre Agassi bandanalarla bağladığı uzun saçları ile bütün kadınların rüyalarını süslüyordu. Andre saçını kestirdi, kendinden yaşlı çirkin bir tenisçiye aşık oldu tenisin kadınlar üzerindeki etkisi de kayboldu.
Bir de tenis hocalarının ekseriyetle çok yakışıklı olmalarından dolayı erkeklerin bu işten pek de hazzetmediği fikrindeyim. 

Sonra tanrı Rus asıllı Anna Kournikova'yı yarattı. Bütün tenis turnuvalarına gün doğdu. Uzun yıllar Dünyada en çok beğenilen kadın sıralamasında ilk sıraları kimseye vermedi. Aslında son dönemlerde Amerikalı  azman kardeşler Venus ve Serena Williams kardeşler Winbledon da dahil olmak üzere bir çok tenis turnuvalarını kazanmış olmalarına rağmen Anna Kournikova kadar sevilmediler. Bunun nedeninin Venus ve Serena'nın tenisçiden çok sumo güreşçilerine benzediğini söyleyeceğim ayıp olacak.
Tenis oynamak kadar seyredenleri de seyretmek eğlencelidir. Oynayanların topunu takip etmek için baş sürekli bir sağa bir sola gider. Uzaktan bakıldığında aynı anda sağa ve sola bakan insanları görünce, seyircilerin toplu halde ayin yaptığını bile düşünebilir insan.  

Aslında uzmanlara göre her yaşta yapılmasının bir zararının olmadığı  spor olarak bilinir tenis. Dünyada 85 yaşından büyükler için düzenli yapılan başka bir müsabaka yoktur. Geçmişi 1800 yıllarına dayanır ve tabi ki pek çok şey gibi İngiltere'den çıkmıştır.
Bizde tenis sporunun fazla benimsenmemesinin nedenini seyirciye bağlıyorum. Çünkü tenis oynamak kadar seyretmek de belli kurallara bağlıdır. Müsabakayı izlerken mutlak sessizlik gerekir ve bu bize uymaz. Hatırlarsınız "1-2-3 Tıp.." diye bir oyun bile icat etmişiz. Yani aslında susmayı pek bilmediğimiz için "Hele ne kadar sessiz durabileceğiz" diyerek kendimizi sınarız. Bağırıp sporcuyu ve hakemi taciz etmediğimiz spor bize yavan gelir.

Ekşi sözlük yazarlarından biri tenisi çok güzel özetlemiş;
"Çok havalı bir spordur, çantası, topu, giysisi, raketi. Haftada üç gün gidince insanın evde de Ropdöşamr giyesi geliyor. Fakat ertesi gün kahveye çağırıyorlar adamı. Gidiyorsun taş dizmeye, küfürler havada uçuşuyor özüne dönüyorsun. Kahvedekileri toplayıp korta götürebilirmisin, götüremezsin. Senin neyine tenis. Okeye devam.."