27 Şubat 2011 Pazar

ÖLMEZSEN YAŞARSIN


Yine bir hafta sonu.
Hani "Evde oturmalık" denilen cinsten. Hal böyle olunca benim gibi televizyona itibar etmeyenlerin iki alternatifi olur. Ya DVD' de film  izlenecek, ya da kitap okunacak.
Çocuklarla yaptığımız anlaşmadan dolayı  hafta sonu sadece bir gün bilgisayar açılacağı için bir gün önceden haklarını kullandılar. Şimdi herkes bir kenara çekilmiş, güzel bir sessizlik var evde. 
Hafta içi gazeteleri internet üzerinden okuduğum için, hafta sonu gazete okuma düzenim terstir. Aldığım gazetenin önce eklerini bitirir, ölüm ilanlarına göz atar, İnsan kaynakları  ilanlarına bakarım. Bulmacalarını çözerim.
Yine eklerden başladım. Cem Yılmaz'ın bir gösterisinde "İçimizde.. İçimizde" diye ilham aldığı, iki kaşının arasında kırmızı nokta olan, Hintli "Guru" vefat etmiş. Yarım sayfa ona ayrılmış. Diğerleri tanımadığım kişiler.  (Şimdi rahmetli "Guru" hanımla çok samimiydik ama diğer ölenleri tanımıyorum gibi bir hava doğdu, neyse bozmayayım.)

Başka bir eki elime aldım, o da ne; Gazetelerde en ciddi köşe yazarları bile hafta sonları insanları germemek, mutsuz etmemek için hafif, rahat okunan, insanları gülümsetecek yazılar yazmaya çalışır. Bu ek adamı ters köşeye yatırır.
Kocaman puntolarla yazılan başlıklar şöyle;
"Migren felç riskini arttırıyor."
"Kırık kalp sendromu kalp krizini tetikliyor."
"Türkiye'de her yıl 20 bin kişi Tüberküloza yakalanıyor."
İki sayfayı kaplayan bu haberlerin arasına sıkışmış bir reklam. "Diyet ürünümüzü alan şanslı 10 çifti Çeşme'ye yolluyoruz."
 Öyle arka arkaya okumuşum ki bende şöyle bir algı oldu;
25 yıldır migren ağrısı çeken biri olarak birden felç geçirmezsem, ailemde sıkça görülen kalp krizinden gitme olanağım büyük. Şayet bunları atlatırsam üç kız yetiştirmenin zorluğu ile hastalanmaz da tüberkülozdan da yırtarsam birileri beni Çeşme'ye tatile götürecek.
Ciddiye alıp bir güzel  Çeşme hayalleri kurdum. Sonra Ege ve Akdeniz'de o kadar yer gezmişken Çeşme'ye gitmediğimi hatırladım.
Şimdi gazeteden arayıp, "Şanslı çift sizsiniz, hadi Çeşme'ye!" demelerini bekliyorum.
Gülmeyin..
Hayallerin sınırı yok.

DÜN DÜNDÜR, BUGÜN BUGÜNDÜR


Herkesin hayatının bir döneminde mahcup olduğu, yanlış söz söylediği, komikleştiği anlar olmuştur. Başkaları unutsa da insan kendi yaptığını unutmaz. Fakat politikacılar bu konuda şanssızdır. Yaptıkları her hareket, söyledikleri her söz tarihteki yerini alır. 
Aşağıda Politikacılarımızın unutulmayan sözlerini okuyacaksınız.
 ERDAL İNÖNÜ
"Erdal yetiş fare var." diye kendisini çağıran karısına gayet sakin cevap verir;
"Bana ne Sevinç, ben kedi miyim."
..
Gazeteci sorar;
"Sizin için Norveç'e Başbakan olur diyorlar."
İnönü cevap verir.
"Teşekkür ederim. Herhalde bu sen bu işeri Türkiye'de beceremiyorsunun kibarca söylenmesi oluyor."
..
Seçmenlerden biri seçim arabasının önüne atlayarak Erdal beye hitaben;
"Ölürüm yoluna başkanım."
"Dur ölme, bir oy bir oydur."

SÜLEYMAN DEMİREL
Kıbrıs meselesi yüzünden İngiltere ile aramız gergin. Süleyman Demirel İngiltere'ye gidiyor. Dönüşte gazeteci soruyor;
"Efendim, neden İngiliz Dış ilişkiler Bakanının elini sıktınız?"
" Ya neresini sıkacaktım kardeşim."
...
Kırıkkale'de cephane fabrikası patlamış. Neden önlem alınmadığı konuşuluyor. Demirel cevap veriyor;
"Kimin aklına gelirdi patlayacağı."
..
Erzurum depreminde Demirel'in mühendisliğini yaptığı bina yıkılmıştır. Demirel'in eleştirilere cevabı;
"O bina 35 yıl ayakta durdu diye kimse takdir etmiyor da, niye yıkıldı diye herkes eleştiriyor."

TURGUT ÖZAL
İcraatın içinden programında eşine dönerek;
"Tak bir kaset de havamızı bulalım Semra hanım."

TANSU ÇİLLER
Sivas mitingi sırasında halkın coşku ile kendisini karşılamasıyla neşelenir ve seslenir;
"Bu bacınız sizi il yapsın mı?
..
Nato toplantılarından birinde Çiller yanındaki bürokratlardan birine sorar;
"Rusya temsilcisini göremiyorum. Neden katılmadı, mazereti mi var?"
"Efendim Nato zaten Rusya'ya karşı kuruldu."
..
Tansu Çiller Meclis konuşmasında Mesut Yılmaz'a yüklenerek istikrarsız olduğunu söyleyecek.
"Sayın milletvekilleri Mesut Yılmaz iktidarsızdır." Mesut Yılmaz da dahil olmak üzere meclis kahkahaya boğuluyor.

ABDULLAH GÜL
"Powel ziyareti daha önce yapılsaydı daha iyi olurdu, ancak bu ziyaret tam zamanında yapıldı."

BÜLENT ECEVİT
"Erken seçim olmasaydı 2084 yılına kadar iktidarda kalacaktık."

Mutlu Pazarlar...

26 Şubat 2011 Cumartesi

MART AYINDA ETKİNLİKLER


Sağlık Ve Yaşam Dergisinde hazırladığım Kültür Ve Sanat sayfası bir sonraki ayın etkinliklerini içerir. Şimdiden Mart ayında hangi etkinliklerin olacağını yazdım bile. Yani benim işim bir nevi hava tahmincilerinin işi gibi.
Bakalım Mart ayında neler var.
                                  SİNEMA
72. KOĞUŞ
Mart ayında vizyona girecek olan 72. Koğuş henüz fragmanları yayınlanmadan Hülya Avşar'ın tecavüz sahnesi ile gündeme geldi. Başrollerini Hülya Avşar, Yavuz Bingöl, Kerem Alışık ve Songül Öden paylaşıyorlar. Orhan Kemal'in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan film 2. Dünya Savaşının yokluk yıllarında çeşitli suçlarda hapishaneye düşen insanların yaşamını anlatıyor.
BİR AVUÇ DENİZ
Engin Altan Düzyatan hayranları ve romantik film sevenlerin hoşlanacağı tarzda içinizi ısıtacak bir hikaye. Filmde Ayda Aksal ve Can Gürzap gibi ünlü tiyatrocular da yer almış.
İKİ KADIN BİR ERKEK
Filmin oyuncuları Julianne Moore, Anette Beninng, Mark Ruffalo. Hollwood'un böyle ünlü oyuncuları baş rol paylaşıyorsa ve ismi de güzel olursa romantik komedi veya güzel bir dram bekleyenler sükutu hayale uğrayacaktır eminim. Kimse kusura bakmasın aynı cinsten iki sevgilinin hayatının normalmiş gibi göründüğü filmler hiç hoşuma gitmiyor. Üstelik bu filmle Anette Benning'in Oscar adayı olması da bu tür ilişkileri meşru hale getirme çabasından başka bir şey değil.
                                     KİTAP
Bu ay yeni çıkan kitaplara bir göz atalım.
ZEYREK VE FATİH - Nursel Gülenaz - İnci Tüğsüz
İstanbul'da doğup semtinden başka bir yeri bilmeyenler, uzun yıllar İstanbul'da olup 10 günlüğüne buraya gelen bir japon kadar şehrini tanımayanlar, İstanbul'u anlatan kitaplar ilginizi çekebilir. İstanbul'da doğan iki arkadaş Nursel Gülenaz ve İnci Tüğsüz, Sanat tarihçisi ve Sosyolog gözüyle Fatih ve Zeyrek semtlerini yeniden keşfetmeye çıkmışlar, bu sefer yanlarına okurlarını da alarak.
MESNEVİ'DEN HİKAYELER - Süheyl Seçkinoğlu
Mevlana'nın en bilinen eseri Mesnevi'den hikayelerin anlatıldığı bu kitap ile mesnevinin sırlarını, hikmetini  hissedecek, Mesnevi'den titizlikle seçilen bu hikayeler Mevlana'nın bilge kimliği ile hayatı öğrenmenize ışık tutacak.
ATA DEMİRER
Kendine has yöresel konuşmaları, taklitleri, Türkiye'den insan manzaralarını anlattığı gösterileri ile Ata Demirer 11 Mart tarihine kadar Beşiktaş Kültür Merkezinde.
CEM YILMAZ
İkinci kez geçirdiği bel fıtığı ameliyatı dolayısı ile bir süre ara verdiği gösterilerine Mart ayı itibari ile devam edecek olan Cem Yılmaz yine herkesi kırıp geçirecek. Gösteri TİM'de.
AŞK MEKTUPLARI
Her şeyi kitabına uygun yapan düzenli Endy ile asi sanatçı Melissa'nın birbirlerine çocukluktan başlayarak yaşamları boyunca yazdıkları aşk mektuplarının hikayesini 33 yıldır aşkları hiç bitmeyen iki tiyatrocu canlandırıyor. Müşfik Kenter ve Kadriye Kenter.
Oyun Kenter Tiyatrosunda sahneleniyor. 





24 Şubat 2011 Perşembe

MUTLULUK


İstiklal Caddesinde Galatasaray Lisesi'nin karşısında, İngiliz konsolosluğuna giderken sağda iki sevimli pasaj var. Pasajlardan ilkinde takıların, ilginç objelerin, turistlerin ilgisini çekecek giysilerin bulunduğu küçük dükkanlar , bu dükkanlardan birinin vitrini küçük eski teneke kutularla süslü. Bazıları bisküvi, bazıları tütün kutuları. Kutuların üzerinde, Kraliçe II. Elizabet,  kim olduğu anlaşılmayan arap kıyafetli  bir Şeyh,  ağzında piposuyla sakallı bir adam vitrinin arkasından kendilerine bakanları seyreder. Pasajın sonuna doğru burnunuza balık kokuları gelir. Anlarsınız ki buranın sonunda Balık Pazarı var. Yanında Çiçek pasajı.
İkinci pasaj sahaflar çarşısıdır. Beyazıt sahaflar çarşısının tersine esnaf daha ilgilidir ama kitapları karıştırmanız için sizi rahat bırakır. Buradaki terk edilmişlik hissi pasajın içerisinde hüzünle gösterir kendini.
1965 yılının Cumhuriyet gazeteleri hafif sararmış, üst üste konmuş dokunmanızı bekler. Sarı hamur kağıtta "Başbakan İsmet İnönü istifa etti" yazıyor. Bütçe oylamaları reddedildiği için başbakan istifa etmiş. Tarih Şubat 1965.

Başka bir kenarda benim jenerasyonumdan kız erkek pek çok kişinin, gençliğinde tarih kitaplarının arasında okuduğu Teksas, Tommiks, Tagor çizgi romanları. 
Filiz ile eski bir arkadaşımızı görmüş gibi seviniyoruz. Filiz Mr. No'yu hatırlamadığını söylüyor. Bir alt rafta Gırgır ve Fırt dergileri. Gırgırda Avanak Avni, Fırt'ta gençlerin hayallerine giren "Yavrunuzun Sayfası." Okunmuş, üzerleri çizilmiş, kızgınlıkla birilerine fırlatılmış, ya da suya düşüp o yüzden kapağı hafiften şişmiş, belki yaramaz bir çocuğun  ucundan yırttığı ince, kalın, sararmış kitaplar. 

Buradaki kitapların  üç hikayeleri olduğunu düşünürüm.
Birincisi içinde yazılanlar, yani asıl maksadını taşıyan hikaye veya romanlar.
İkincisi bu kitabı yazan yazarın hikayesi. Orhan Pamuk ilk romanı "Cevdet  Bey Ve Oğulların'nı" 4 yılda, elinde sigarası tıpkı ilk çocuğunu doğuran bir kadının  çektiği sancılar gibi zorlukla bitirmiş. Bir çok yazar kitaplarını yazarken böyle  deneyimlerinden bahseder. Yazarın romanını yazdığı süreç de bir hikaye arz eder benim için.
Üçüncü hikaye ise kitabı alıp okuyanın hikayesidir ki, beğenerek aldığı bir kitabı ikinci el olarak satmasının ardındaki neden, belki de bir romana konu olabilecek nitelikte olabilir. 

İki arkadaş şeker bulmuş çocuklar gibi mutlulukla kitapları karıştırırken çıkışa yakın, diğer kitaplardan biraz daha büyük kırmızı kaplı bir kitap dikkatimizi çekti. Adı "Mutluluğun Tarifi" İçini açtık. Her sayfa alanında uzman olmuş kişilere ayrılmıştı. Sağda mutluluğun tarifini yapan kendi dalında tanınmış kişinin resmi, solda da nelerle mutlu oldukları büyük puntolarla yarım sayfa kadar yazılmıştı. 
Pasajdan çıkarken Filiz bana dönüp şöyle dedi;
"İki kadının Şubat ayında yağmura ve soğuğa aldırmadan sadece gezmek için dışarıya çıkıp, küçük şeylerden zevk almasını bilmesidir mutluluk."

23 Şubat 2011 Çarşamba

MÜLAKAT


Dergide çalışırken, dergiye dışarıdan destek olan sevimli bir arkadaşımız vardı. Eğitimi, birikimi ile iyi bir işte olması gerekirken bir türlü iş bulamıyordu. Bir gün gerçekleştirdiği bir iş görüşmesinden sonra ofise geldi. Nasıl geçtiğini sorduk.
Gülerek anlattı.
"CV'me bakan İnsan Kaynakları Müdürü  yabancı dilim, okuduğum okullar, evli olduğum halde çocuk yapmayı düşünmemem, evimin işe yakın olması, esnek çalışma saatlerine uygunluğum tam da onların istediği gibi olduğunu söyledi ama son sorduğu soruya verdiğim cevaptan sonra beni tekrar çağıracaklarını düşünmüyorum."
- Ne sordular?
"Beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz? diye sordular. Ben de 5 yıl sonra bir Ege kasabasında üzerimde bir şort ve tişörtle sahilde aylak aylak oturmak istiyorum dedim."

İş görüşmeleri meşakkatli bir süreçtir. Birinin referansı ile görüşmeye gitmiyorsanız gergin veya komik diyaloglarla karşılaşabilirsiniz.
Aşağıda yaşanmış iş başvuruları diyaloglarından bazılarını bulacaksınız.
Bilgisayar programcısı pozisyonu için yapılan mülakatta müdür soruyor;
- Yapmaktan hoşlanmadığınız bir iş varmıdır?
- Küveti temizlemek hiç hoşuma gitmiyor.
..
Bir Fast Food şirketine yapılan başvuru mülakatı,
- Size bu başvuruyu yapmaya sebep olan gerçek neden nedir?
- Gırtlağıma kadar borca batmış olmam.
Sonuç: İşe alındı.


İnşaat işçiliği için  yapılan mülakat;
- Hiç herhangi bir nedenle hüküm giydiniz mi?
- Evet, Hırsızlık yapmaktan hüküm giydim.
- Peki özel bir yeteneğiniz var mı?
- Bazı aletlerle evlerin kapılarını açabilirim.
...
Bir bankanın işe alım sınavlarını kazananlara 10'ar kişilik mülakat yapılıyor. "Neden bankacı olmak istiyorsunuz?" sorusuna verilen cevaplar hep aynı. "Efendim bankacılık güzel bir meslek.." Sıra en son kişiye gelince beklemekten sıkılan aday cevap veriyor;
- Bu kadar yıl iktisat okuduk, bankacı olmayacağız da hemşire mi olacağız?
İşe alınır.
..
Televizyon üretim departmanı için yapılan mülakattan;
- Daha önce hiç televizyonu açıp, içinde neler olduğuna baktınız mı?
- Dalga mı geçiyorsunuz, orayı açmak çok tehlikeli!

İdareci olduğum dönemde tekstil firmamıza iş müracaatları oluyor. Bu işlerle ilgilenen elemanımız var fakat bir tanesi ısrarla beni görmek istediğini bildiriyor.
Odama gelen genç kız biraz kızgın ama sevimli de;
- Ben kalite kontrolcüyüm. Bana bin lira maaş ve sosyal haklarımı verirseniz sizinle çalışırım, yoksa hayatta çalışmam.  
Gülerek sordum;
- Daha önceki işinden neden ayrıldın?
- Ben çıkmadım, malları temizlerken yanlışlıkla kesiyordum işten çıkarttılar.
Sonuç;
500 lira maaşla çaycı olarak işe alındı.


22 Şubat 2011 Salı

GOOGLE


Bilgisayarımın ana sayfası Google.  "Acaba bugün hangi temada olacak?" diye merakla açarım o renkli harfleri. "Kendimi şanslı hissediyorum " yazısına kanıp kendimi şanslı hissettiğim bile olmuştur. Zaman zaman "Bunu mu demek istediniz?" diye ukalalık yapsa da, yazdığım kelimeleri  düzelterek hatamı yüzüme vursa da sevdiğim bir sayfadır.
Kurucuları Lary Page ve Sergey Brin ilk önce Stanford Üniversitesinin öğrenci yurdunda bilgi arayanlara hizmet etmek amacıyla geliştirmiş, sonra hızla yayılarak bütün dünyada tercih edilen arama motoru olmuş.

1998 yılında kurulan Google dünyada hemen herkesin çalışmak isteyeceği bir iş alanı olarak biliniyor. Bu isteği her daim canlı tutmak için yılda bir iki kez Google'ın merkez binasının resimleri yayınlanıyor. Bir çocuğun kendini cennette hissedeceği, büyüklerin çocuklaşacağı kocaman oyuncak dünyası gibi bir ortamda kim çalışmak istemez?

Google bu kadar popüler olunca işe alımlarda da garip mülakatlar yapılıyormuş. Mülakatı yapanlardan bir kişi bile olumsuz rapor yaptıysa işe girmeniz hayal. İşe alımlarda çoğunluğun değil heyetteki herkesin onayı olmalıymış.
Peki mülakatta neler soruluyor?
Bir otobüse kaç golf topu sığar?
Veri tabanının ne anlama geldiğini 8 yaşındaki kuzeninin anlayabileceği şekilde anlatın?

Saatin akrep ve yelkovanı günde kaç kez üstüste gelir?
A noktasından B noktasına ulaşman gerek ama başaracağın kesin değil, ne yaparsın?
Dolabında o kadar tişört var ki seçmekte zorlanıyorsun. Daha kolay seçim yapmak için ne yaparsın?
Hep erkek istenen bir köyde aileler erkek çocuk doğurana kadar doğurmaya devam ediyorlar. Erkek çocuk doğduğunda bir daha doğurmuyorlar. Bu köyde kızların erkeklere oranı nedir?
Dünyada kaç tane piyano akortçusu var?

Aynı boyda 8 tane topun var. Hepsi aynı ağırlıkta, fakat bir tanesi biraz daha ağır. Bir terazide sadece iki defa tartarak hangi topun ağır olduğunu nasıl bulursun?
..
Bu soruların cevabını verirsem Google'da ne işim var, NASA'da çalışırım diyorsanız fikrinizi kendinize saklayın, bana NASA'nın sorularını aratmayın.

BIT & PIECES

Beyefendi sayesinde  Bits & Pieces isimli yeni bir blog buldum.
Bu blogu yazmaya yeni başladığım aylarda ingilizcem hakkında "Anlıyorum ama konuşamıyorum" diye yazmıştım. "Beyefendi" baktı ki benim İngilizcem "Anlıyorum ama konuşamıyorum'dan" daha ileriye gidemeyecek,  madem anlıyor bari yanlış anlamasın diyerek bu siteyi bulmuş olabileceğini düşünüyorum. Buradan faydalanana kadar yakamı bırakmayacağını bildiğim için "Ya Allah" diyerek girdim siteye.
Adam Amerikalı. Adı jonco, 2002 yılından beri her konuda blog yazıyor, resimleri çok şirin. Zaman zaman sizinle paylaşacağım. Fıkralarının bazıları bizim bildiklerimiz. Hatta bize özgü fıkraları meğer Amerikalılar da biliyormuş diye şaşırmadım değil. Şimdiye kadar 4 milyondan fazla kişi blogunu ziyaret etmiş. Bazı videolarını You Tube'den alarak paylaşmış.
Aşağıdakiler yeni keşfettiğim siteden.
Bizde olsa duvardaki yazı "Buraya iş..yen eşektir." olurdu. Onlar "Burada insanlar yaşıyor lütfen" demişler.
Bu arabayı yurdum insanı değil Amerikalı bağlamış iyimi?

Karadenizden değil Amerika'dan İcat.
Avlanamak yok,
Balık tutmak yok,
Hiçbirşey yok.
Evinize gidin.

20 Şubat 2011 Pazar

ASLINA RÜCU


Samanyolu TV'de "Ayna" isimli güzel bir belgesel var. Erken saatlerde hangi gün olduğunu bilmiyorum ama gece yarısı 24'den sonra denk geliyorum. Dizi filmlerden, yarışma programlarından sıkılanlar, seyahati seven benim gibiler için çok güzel bir program.
Programın bu bölümünde Amerika'da  Arizona eyaleti tanıtılıyordu. Arizona deyince akla Büyük Kanyon (Grand Canyon) geldiği için orasını uzun uzun anlattı programı yapan adam. Hakkını vermek lazım, gittiği ülkeleri çok güzel tanıtıyor. Fazla ayrıntıya girmeden, sıkmadan ama önemli konuları atlamadan. Bunları yaparken muadili başka programlarda olduğu gibi sululuk yapmadan güzel bir program sunuyor. 

Yine aynı tarza Grand Canyon'u anlattı. Kanyonun uzunluğu 466 kilometre,(Neredeyse Türkiye'nin kuzeyden güneye genişliği kadar) kanyonun  genişliği  2.5 kilometre. Derinliği ise 1.5 kilometre. Ortasından Kolorado nehri geçiyor. Milyonlarca yıllık  geçmişi ile arkeologların çok sevdiği bir yer.
Burayı görmeye yılda binlerce turist geliyormuş. Turistlerin etrafı görebilmeleri için uçurumun kenarlarına çelik halatların koruduğu çitler yapılmış. Bizim sunucu bu çitlerin arkasında durarak  bilgiler verdi, anlattı. 
Ve fakat birden aslına rücu etti.
Çelik çitlerin olmadığı dar, oldukça tehlikeli bir kenara gelerek şöyle dedi; Umarım bu kaya sağlamdır. Bu kayaya çıkan bizden başka kimseyi de göremedik.
Sen de çıkma, oraya çıkmasan program olmuyor mu?
Adam kendi ağzı ile söylüyor buraya başka kimsenin çıkmadığını. Grand Kanyonda o kayayı sen bulmadın, asırlardır orada duruyor. Yıllardır birileri burayı ziyaret etmiş kimse bu kayaya çıkmamış. Kendini tehlikeye atmanın anlamı ne?
Biz Türk'üz bize bir şey olmaz.
He olmaz...
Birden o düzgün adam gitti  "Biz Türk'üz bize bir şey olmaz" demeye getirdiği bir davranışta bulundu.

Aslına rücu etmek vardır hani!
Değişirsiniz çabalarsınız ama bir an gelir bir hareketinizle aslınıza dönersiniz.
Aslına rücu etmek kavramı eşler arasında çok yaygındır ama  kadınlar daha çok dillendiriyorlar.
Cicim ayları bittiğinde, kibar, anlayışlı, sevecen adam gider, yerine kaba saba biri gelir.
İşe başladığınızda melek gibi olan   patronunuz 6 ay sonra bağırıp çağırmaya başlar.
Her anlattığınızı can-ı gönülden dinleyen, yaptığınız esprilere gülen kız arkadaşınız bir süre sonra siz konuşurken cep telefonu ile oynar.
Kibarlıktan, nezaketten, saygıdan dem vuran bir adamın   eşini dövdüğünü öğrenirsiniz.
Cemal safi şiirinde ne güzel söylemiş;
Sen benim gözümde bir kifayetin.
İlk değil alçağı yüksek görüşüm.
sanma ki sen bana ihanet ettin;
O, senin aslına rücu edişin.
..
Doğduğumuz andan itibaren sürekli bir değişim içinde oluyoruz. Yaşadığımız yer, birlikte olduğumuz insanlar, eğitimimiz, hırslarımız, yaptıklarımız ve yapamadıklarımız bize bir şeyler katar, çıplak derimizi katman katman örter, şekillendirir. Değişmiş, gelişmiş, eğitilmiş görünürüz.
Ta ki aslımıza Rücu edene kadar...

19 Şubat 2011 Cumartesi

ÇİZGİ


Orhan Pamuk'un "Manzaramdan Parçalar" isimli kitabını okuyorum.
Şu sıralar romanlardan ziyade deneme yazıları ilgimi çekmeye başladı. Ne bulursam okurum diyenlerden değilseniz Orhan Pamuk gibi zor okunan bir yazarın denemeleri ilginizi çekebilir. Kitaptaki bir yazısında kütüphanesindeki 10 bin kitaptan bahsetmiş. Ve kitaplarının mutlaka edebi değeri olacak gibi bir kaygısı da olmamış. Mesela çok eskilerin hatırladığı oval kiremitlerden sonra ithal edilen Marsilya Kiremitleri hakkında bile kitabı bulunduğunu söylüyor. Varın çeşitliliği siz düşünün.

Orhan Pamuk evindeki 10 bin kitaptan bahsedince kendi kütüphanem gözüme öyle bir fakir göründü ki sormayın. Bir de kızıp dağıttığı 250 kitabı okuyunca alt raflarımda okumadığım ve muhtemelen okuyamayacağım Felsefe Ansiklopedisi ve Büyük Ansiklopedileri bir yerlere verirsem geriye ne kalır diye üzüldüm. Sanırım yine de Ansiklopedileri vereceğim ihtiyaç sahiplerine duyurulur.
Son yıllarda kitap okurken yanımda kalem bulundurmak adeti edindim. Beğendiğim bir yazının, sözün altını çiziyorum. Kanımca bir fikrin, tespitin altı çiziliyorsa onu yazan okunmaya değer bir şeyler yazmıştır.
Kütüphanemdeki kitapların pek çoğunun altı çizilidir. Altı çizili yazıları sizlerle paylaşmak için not edince çok fazla oldu. Sıkılmayın diye azalttım. Bakalım kitaplarım içinde altı çizilecek neler varmış.

Mükemmel bir halk olduğumuz için değişmekten ödümüz kopar. Okumuşumuz diplomasıyla, okumamışımız sanal "hayat diploması" mezuniyeti ile övünür.  (Yılgın Türkler - Bülent Akyürek)
Enstantane küçük bir andır; Ama o anı yakaladığımızda o an ömür boyu karşımızdadır.(Küçük Şeyler - Üstün Dökmen)
İnsanlar doğuştan iyi veya kötü değillerdir. O halde her insanı sevmek olasıdır. İşte öyle sandım ve buna zorladım kendimi. İnsanları sevmek için baskı kurdum üzerimde. (Buket Uzuner - Benim Adım Mayıs)
Aşk kılıç yarası gibidir. Acısı geçse de izi bir ömür boyu kalır. (Kılıç Yarası Gibi - Ahmet Altan)

Öykülerde, Romanlarda, Filmlerde nedense pırıl pırıl bir günde kimse toprağa verilmez. Böyle durumlarda kendi göz yaşlarımızın ölülerin rahmetine yetmeyeceğini düşündüğümüzden gökyüzünün şakır şakır yardımına gereksinim duyarız. (Murathan Mungan - Bir Kutu Daha)
Bir erkeğin bir şehri sevebilmesi için o şehirde sevdiği bir kadının yaşaması gerekir. ( Mehmet Y. Yılmaz - Kırmızıyı Seçtim Aşk Mavinin Altındaydı)
Eğer birlikte olduğun erkek gibi düşünür onun gibi hissetmeye uğraşır, onun gibi davranmaya çabalarsan hiç bir ilginçliğin kalmaz. Sadece erkekler için değil, aynı durum kadınlar için de geçerlidir. İnsan hakkında kafa yormadığı, kaygılanmadığı, çözümlemeye çalışmadığı birini niye sevsin, ona değer versin? Sevmek bir anlamda sende olmayana ulaşmak, bunun için çabalamak değilmidir? ( Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit)
Erkeğin mutluluğu "Ben isterim" der, Kadının mutluluğu ise "O istiyor" der. (Böyle Buyurdu Zerdüşt - Friedrich Nietzsche)

OLMASA DA OLURDU



Bazen birileri "Acaba hangi düşünceyle yapıyor" dediğimiz  eylemler yapar.
Otoyol kenarlarındaki çimenlerin üzerine oturup gelip geçen otobüslere bakarak içki sigara içen insanlar.
Aynı yerde araba gürültüsü içinde piknik yapan insanlar.
Evinde kocaman balkonları olduğu halde  bir masa iki sandalye koymayıp, bir bardak demli çayı tatlı bir muhabbete dönüştürmeyi bilmeyenler.
Kış günü yazlık ve yüksek topuklu ayakkabı giyen bayanlar.
Benim çocuğum çok zeki diyen ebeveynler.

Deodorant kullanmayı bilmeyip, ruj süren kadınlar.
Eşinin yanında başka kadınlarla flört eden erkekler.
Gittiği misafirlikte eşleriyle kavga eden çiftler.
Topluma açık yerlerde kahkaha ile gülen, konuşmaları ile rahatsız eden kişiler.
Gittiği lokantada garsonla kavga eden tipler.
Trafikte sürekli klakson çalarak diğer sürücüleri taciz edenler.
Yolda çocuğunu döven anneler.(Buradan çocuğunuzu evde dövün manası çıkmasın.)

Yaptıkları tatilin sadece kendilerine has olduğunu zannedip, çocuklarla ilgilenmeyi annelerine devreden babalar.
Oğullarının kendilerine taptığını zanneden hayalci anneler.
Cinsiyet ayırımı yapan ebeveynler.
Kız kardeşe veya ablaya erkeklik taslayan ergenler.
Skinny pantolonların koca popolarına yakıştığını düşünen tombik kadınlar.
Her fırsatta okuduğu okulu insanın gözüne sokan tipler.
Sürekli "Ben" ile başlayan cümleler kuran benciller.
Kendi konuştuğunda dinlenmesini isteyip, başkalarını dinlemeyi bilmeyenler.
Bardağın dolu tarafını görmek istemeyenler.
Kendine acıyanlar.
Yaptığı iyiliği dünya aleme duyuran görgüsüzler.
Uyanık olmakla akıllı olmayı aynı sanan  şaşkınlar.
Olmasaydı dünya çok daha güzel olmaz mıydı?

17 Şubat 2011 Perşembe

SABIR MI, KORKAKLIK MI, BASİRET Mİ?


Markette kasanın önünde sıramı bekliyorum.Önümdeki kadın ağır ağır aldıklarını kasanın önündeki banta koyuyor. Diğer tarafta bir market görevlisi kadının aldıklarını  torbalıyor. Torbalar arabaya tekrar kondu, kasiyer fiyatı söyledi, kadın çantasına uzandı. Çantadan önce telefon, sonra da kredi kartı çıkardı. Tek elinde kredi kartı, telefonun tuşlarına basarak, sıradakilerin ve kasiyerin bakışları altında bir yeri aradı. Kredi kartlı eli havada kasiyer elini uzatmış, konuşma şöyle; "Baksana ne diyeceğim. Senin mavi elbiseni diken terzi hala duruyormu? Bizim Arzunun nişanı var da Mart'ta. Görümcemin kızı canım." Konuşmanın burasında fark etmiş gibi kasiyerin uzattığı eline kredi kartını verdi. Kart çantanın neresindeyse hafif kıvrılmış. Kasiyer düzeltip  makineye taktı. Sıra şifresini yazmaya geldiğinde arkasını dönmüş konuşuyor. Ben, arkamdaki biri kadın iki kişi, kasiyer öylece konuşmasını bitirmesini bekledik. En önde bendim ama, kendi adıma müdahale edecek konumda değildim. Parmağına taktığı yüzük yanlışlıkla bir yerime gelse bundan sonraki birkaç günlük yazımı hastanede yazmama neden olabilecek büyüklükteydi. Tırstım. 

"Muhteşem Süleyman" dizisinden sonra kendini Hürrem Sultan zanneden bazı Türk kadınları sadece yüzüklerle değil, kavgacı haliyle de Hürrem'e taş çıkaracak haldeler. 
Kadının işi bitti ama konuşması bitmedi. Aldıklarımı poşete koymam lazım, yerinden kımıldamıyor ki ben geçeyim.
Neyse kadın lütfetti ve market görevlisinin ittiği arabaya doğru ilerledi.
Güzel bir sabah yürüyüşü yapmış, ardından yaşadığım ana şükür ederek markete girmişim. Benimki bundan mıdır, yoksa basiretsizlik mi bilemiyorum, ama sıradaki diğer insanlar da homurdanmadı bile.
Bazı insanların anlaşılmaz  gustoları vardır. Onlar karşısında ağzınız diliniz bağlanır. Buna enerji mi dersiniz, yoksa o kişinin ağırlığı mı basar üzerinize, bir şeyler olur yani.


Yıllar önce kendine hoca dedirten, sosyetenin, futbolcuların, politikacıların, sanatçıların kapısını aşındırdığı biri vardı. Sonra kendisi gibi fal, rüya gelecekten haber verme gibi yorumları yapan fiziksel özürlü bir meslektaşını canlı yayında bir güzel dövmüştü. İşte o şahıs bundan on yıl kadar önce bulunduğum semte sıkça gelir olmuştu. Semtin tek barının sahibi bir kadınla  arkadaş olmuşlar, o sayede sık sık görünür olmuştu.
Bir gün çocuklarımı okuldan  almaya diye çıktım. Kolejin yolu çok dar ve okul çıkışı olduğu için benim gibi çocuğunu okuldan almaya gelen velilerle dolu. Arabada ağır ağır ilerlerken önümdeki ikinci araba durdu. Beyaz BMW'nin içinden bahsettiğim "Hoca" çıktı. Ama araba öyle bir durdu ki sadece kendi şeridi değil karşı şeridi de kapatmıştı. İki şeritten onlarca şoförün bakışları arasında kaldırımın yanındaki eczaneden çıkan  bar sahibi yaşlı kadınla sohbete başladı. Arabası yolun ortasında, sağda solda bir sürü arabayı durdurmak pahasına yaklaşık 2-3 dakika adama bakarak bekledik. Beyaz araba, açık renk takım giymiş, yüzü şeffaf denecek kadar saydam bir adam... Öylece baktık. 

Trafikte bir dakikalık engellemeye bile klaksonla tepki gösteren onlarca insan ses çıkartmadan "Hoca" nın arabasına binmesini bekledi. O dönemler belki gençlikten, belki siyasetle ilgilenmekten daha tepkiliydim bazı şeylere ama nedense sesim çıkmadı. 
Trafik açıldı yolumuza devam ettik. Büyü bozuldu.
Neden tepki vermedim diye kendime kızdım. Bu olayı bir çok yerde anlattım. Bir arkadaş meclisinde anlattığımda, arkadaşımın eşi de aynı ortamda olduğunu arabadan inip müdahale etmediği için kendisine kızdığını anlattı.
Buna benzer olaylar hepimizin başına gelir zaman zaman.
Sonra "Neden bir şey yapmadım?" diye kendimize kızarız.
Bunun adı sabırmıdır, korkaklık mı, basiretsizlik mi bilemeyiz.

16 Şubat 2011 Çarşamba

İSTANBUL


Bahçelievler'den Aksaray'a Tramvay ile giderken  mekanik bir kadın sesi bir sonraki durağı haber veriyor.
"Bir sonraki durağımız Sağmalcılar." 
Telaffuzda bir yanlışlık yaptı diye kendi kendime gülümserken gözüm duvardaki semt haritasına gitti. Hakikatten Sağmalcılar. Ben bu semti 25 yıldır Sağmağcılar olarak biliyordum. Hatta ilkokul yıllarımda babamı Sağmalcılar hapishanesine ziyaretine geldiğimde de Sağmağcılar kalmış aklımda.
İstanbul'un garip semt isimleri var. 
Peki bunların hikayelerini bilen var mı? 
Gelin bir kaç semtin hikayelerine ve neden bu isimleri aldıklarına bakalım.

Sağmalcılar - Bulgaristan'dan göç edenler bu semtte tarım ile uğraşıp sağmal inekler yetiştirmiş, süt satmışlar. Semt sağmal inek yetiştirenlerin adı ile Sağmalcılar olmuş.
Bebek - Padişahın bahçesinde çıkan bir yılan şehzadeyi ürkütür. Padişah da oğluyla "Bebek" diye alay eder. Bu bahçe bir süre "Bebek bahçesi" olarak kalır. Sonra bu ad etrafındaki semtle bütünleşir.
Beşiktaş - Barbaros Hayrettin Paşa gemilerini bağlamak için sahile beş tane taş diktirmiş. Beş taş bir süre sonra isim değiştirerek Beşiktaş semti olarak anılmış.
Beyoğlu - Semtin adı üç ayrı rivayetle anılıyor. Birincisi İslamiyeti kabul edip bu semtte oturmaya başlayan Pontus Prensinden dolayı bu adı almış. Diğer rivayet; Venedik Prensinin burada oturmasından dolayı "Beyoğlu "ismi verilmiş. Son olarak burada oturan Venedik elçisine yazışmalarda "Beyoğlu" deniliyormuş. Semt bu yüzden "Beyoğlu" adını almış.
Şaşkın Bakkal - Yerleşim yerinin olmadığı bir  sahilde  denize girenler bir yaz bakmışlar ki bomboş yerde bakkal dükkanı açılmış. Sadece yazın kullanılan bir yerde bakkal açan adama "Şaşkın Bakkal" ismini takmışlar. Zamanla bu isim semtle anılır olmuş.

Taksim - Osmanlıda suyu halka teslim ettikleri dağıttıkları yermiş Taksimin adı.
Şişli - Bu semtte şiş yapımı ile uğraşan bir ailenin konağı varmış. Şişçiler konağı diye anılırmış. Zamanla Şişli olarak değiştirilmiş.
Eminönü - Osmanlıda çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi "Eminlere" aitti. Semt adını burada bulunan "Gümrük Emininden "alıyor.
Galata - "Gala" Rumcada "Süt" anlamına geliyor. Bu semtteki süthanelerin çokluğundan bu adı almış. Başka bir rivayette ise italyanca "Denize inen yol" anlamına gelen "Galata"dan alınmış.
Bakırköy - Bizanslıların 'Makri Hori' dedikleri Bakırköy Osmanlının eline geçince 'Makriköy' adını almış. 1925 yılında sınırlarımız içindeki yabancı isimlerin değiştirilmesi kanunuyla Atatürk'ün isteği ile Bakırköy olarak değişmiş.
İstanbul'da ismi değiştirilmeyen semtler  Fatih, Beyazıt, Sultan Ahmet, Koca Mustafa Paşa, Bayrampaşa, Haydarpaşa, Gedikpaşa, Cağaloğlu, Kasımpaşa, Piyale Paşa, gibi Padişah ve Sadrazam  isimleri olmuş.

15 Şubat 2011 Salı

ANNE VE HATIRALAR


Annemin hastalığı dolayısı ile gece geç vakitlere kadar oturunca muhabbetlerimiz de  çok oldu. 
Belediye megafonlarından duyduğumuz cenaze anonsları yüzünden muhabbet dönüp dolaşıp ölüme geldi. Kuzenimin evimizin bahçesindeki kurumuş dalları topladığını, bahçeyi düzenlediğini gören annem "Ölüyorum herhalde, cenazeye gelenler rahat etsin diye bahçeyi temizliyor çocuk." diyerek panik oldu.
Bu arada sülalenin kendini bilmez gençlerinden birinin yaptığı densizliği anlattı. Sülalenin yaşlı ve hiç evlenmemiş teyzesi 85 yaşında vefat etmiş. Üzeri çarşafla örtülü cenazeyi görmek isteyen yeğenlerden çarşafı açıp ölüye bakan çığlıkla dışarı kaçıyormuş. Önce kimse ne olduğunu anlayamamış. Sonra ölenin kız kardeşi  bakmış ki rahmetlinin ağzında bir sigara duruyor. Yaşlı bir kadın ve ağzında sigara...
Kimin yaptığını hemen tahmin etmişler, bağırıp çağırmışlar. Ondan sonra hastalanıp yatağa düşen yaşlılar öyle korkmuş ki, başlarına buna benzer bir şey gelmemesi için ölmeden önce "O densizi  cenazeme sokmayın." diye vasiyet etmişler.

Annem babası ile ilgili garip bir hikaye anlattı.
Bir yaz günü dedem tarlada çalışırken anneannem ona yemek getirmiş. Bir bakmış ki dedem bir ağacın gölgesinde yatmış kestiriyor. Hemen yanı başında  kocaman bir yılan. Dedeme seslense Yılan dedemi sokabilir. Hemen yandaki kazma ile yılanı oracıkta öldürmüş. Dedem gürültüye uyandığında yanı başındaki ölü yılanı görünce anneanneme kızmış. O yılanı günlerdir gördüğünü kendine zarar vermeyen bir hayvanı öldürdüğünü söylemiş. Sonra ölü yılanın şiştiğini hayretle görmüşler. 

Anneannem 50 yaşında siroz hastası olunca " O yılanı öldürdüm. Kocam da şişerek öldü, ben de  şişiyorum." diyerek vicdan azabı çektiğini dile getirmiş.
Annemin babası olan İsmail dedemin 40 yaşında sirozdan öldüğünü  mezarının da dayılarımın, teyzemin ve anneannemin yattığı aile mezarlığında olduğunu sanıyordum, değilmiş.

Dedem hastalandığında onu İstanbul'a Haydarpaşa hastanesine yatırmışlar. Yıl 1936. Şimdiki gibi arabayla bir buçuk saatlik yol düşünmeyin.  Eskiden çok kısa mesafeler bile günler alıyormuş. Hastaneye yatırıp geri gelmişler. Dedem hastanede bir süre yattıktan sonra tam taburcu edilecekken fenalaşıp ölmüş. Anneannemin küçük çocukları olduğu için yanında değilmiş. Akrabalar ziyaretine anca haftada bir gittikleri için hastane görevlileri bir süre ölüyü bekletip gömmüşler. Anneannemler dedemi ziyarete gittiklerinde onun öldüğünü ve gömüldüğünü söylemişler. Büyük dayılarımız zaman zaman sahipsiz ölüleri tıp fakültelerinde deney olarak kullandıklarından bahseder içlenirlerdi.
Şimdi ne zaman bir hastanede iskelete rastlasam "Acaba bu dedem olabilir mi?" diye düşünmeden kendimi alamıyorum.

14 Şubat 2011 Pazartesi

DÖNDÜM


Apar topar gittiğimiz Sapanca'da 5 gün kaldım.
Annem küçük çaplı bir kalp spazmı geçirdi, yüreğimiz ağzımıza geldi.
Beş gün boyunca ikisi uzak akrabalar olmak üzere her gün bir cenaze ilanı duyduk. Evde hasta biri varken ölüm haberleri duymak nihai gerçeği daha çok hatırlatsa da annemin çabuk iyileşmesi içimize su serpti.
Annemin rahatsızlığı dolayısı ile uzak yakın ne kadar akraba, komşu varsa evimizde ağırladık. Ablam kendi tarihinde bir ilke imza atarak 30 yıl sonra  tek başına Sapanca'ya geldi. Onun gelişi ile annem de dahil olmak üzere başrolu ona kaptırdık. Annemi ziyarete gelen misafirler ablam sayesinde yiyebilecekleri en steril börekleri yediler.

Tülay ile balık yemeğe gittik. Balık sevmememe rağmen dostla yenen yemek bir şölene dönüştü. 
Sapanca'ya yolu düşenler, balık sevenler, Cadde Balık lokantasına mutlaka gidin. Üç yıldır faaliyet gösteren lokantada ev ekmeği, mısır ekmeği, roka, salata, turşu, acılı ezme eşliğinde  tavada ve ızgarada taptaze balık yiyebilirsiniz. Fiyatlar çok makul. Karı koca işletmesi olan yer pırıl pırıl. Tek kusuru çarşı içinde olması. Bir de bu hizmet göle karşı bir manzara içinde olsaydı çok güzel olurdu.
Orada olduğum sürece internete giremedim, TV seyredemedim.
Döndüğümde  yazılarımı merak eden dostlarımın mailleri  ziyadesi ile mutlu etti.
Teşekkür ederim.