21 Aralık 2015 Pazartesi

Yeni Yıl İçin Alınabilecek En Güzel Hediye

Şimdi yazının başlığına bakıp hemen uçak, araba, sonsuz para diyeceğimi düşünüyorsunuz biliyorum ama bu sefer başka bir hediyeden bahsedeceğim. Yılbaşı yaklaşırken evde aile üyeleri tarafından gizli gizli işler çevrilmeye başlar. Herkes kendi hediyesini en güvenli yere saklamaya çalışır aynı zamanda diğerlerinin hediyelerini bulmaya çalışır. Bu yıl evde yılbaşı için hediyemi biraz erken buldum. Gardırobun en arkasında hışırdayan bir torba içerisinde hediye saklanırsa olmaz.
Neyse ben şu hediye kısmına geçeyim. Daha gelmeyen yılbaşının hediyesi: Oral-B şarjlı diş fırçası. Denemeye çekiniyordum ama hediye gelince keşke daha önce alsaymışım dedim kendi kendime.
Oral-B, profesyonel diş temizleme aletlerinden esinlenerek tasarlamış bu şarjlı diş fırçaları ile mükemmel bir temizlik deneyimi sunuyor. Diş plaklarını temizlemekte manuel fırçalardan çok daha etkili bir sonuç veriyor, ilk kullanımdan sonra bile daha önce sanki hiç bu kadar iyi dişlerimi fırçalamamışım gibi hissettim. Üç boyutlu oynar başlık sayesindeyse normal bir fırçanın yapamayacağı kadar hareket edip, normalde ihmal ettiğimiz ulaşamadığımız yerlere bile ulaşıyor. Fırça başlıkları dişleri tamamen sararak birçok noktaya temas ediyor ve muhteşem sonuçlar almamı sağlıyor.
Ağız bakımına çok önem veren birisi olarak bu benim için en iyi yılbaşı hediyesi oldu. Siz de yeni yılda sevdiklerinize Oral-B şarjlı diş fırçası hediye ederek onları mutlu edebilirsiniz.
Ürünleri incelemek ve yılbaşı indiriminden yararlanmak için tıklayınızBu arada, Burcu Esmersoy'lu videosunu da paylaşmadan duramadım :)

Bir boomads advertorial içeriğidir.

3 Aralık 2015 Perşembe

Broadway'in Yeşil Devi sömestirde İstanbul'da! Shrek The Musical Zorlu PSM’de!

Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek'in beyaz perdeden Broadway'e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'ne taşınıyor.


Shrek'le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig'in 1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek'in bu başarısı, yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk olmasını sağladı.

Shrek'in güçlü kolları sonunda Broadway'e kadar uzandı. Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin Tesari'nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire'nin yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli Tony Ödülleri'nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley'nin tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali'ne En İyi Kostüm dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi.


Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde deneyimleme şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali'ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın.
Müzikali beklerken Shrek'le ilgili önemli satırbaşlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var.
-William Steig'in 1990 tarihli Shrek! isimli kitabının hakları, ilk olarak Steven Spielberg tarafından 1991'de satın alındı.
-1995 yılında Shrek'in beyaz perde uyarlaması için çalışmalar başladı.
-Shrek'i selendirmesi için seçilen ilk kişi, ünlü komedyen Chris Farley'di.
-Farley, 1997'de hayatını kaybedince Shrek'in seslendirilmesi görevi Mike Myers'a verildi.
-Serinin ilk filmi, toplam 484.4 milyon Dolar'lık gişe hasılatıyla kendi arenasında bir rekor kırdı.
-Shrek, Akademi Ödülleri tarihinin ilk En İyi Animasyon Film Oscar'ını 2001 yılında kazandı. En İyi Uyarlama Senaryo dalında ise aday oldu.
-Shrek, Mayıs 2010'da Hollywood Bulvarı'ndaki Şöhret Yolu'nda kendine ait bir yıldıza kavuştu.
Shrek The Musical, Türkiye'de ilk kez 22 Ocak - 7 Şubat 2016 tarihleri arasında orjinal dili ve Türkçe üstyazı ile Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde!

Detaylı bilgi almak için tıklayabilir, ön satış fiyatlarını kaçırmamak için hemen satın alabilirsiniz.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

16 Kasım 2015 Pazartesi

GÜRCİSTAN'A NEDEN GİDİLİR?


Avrupa'da bu kadar ülke varken, henüz onların hepsini gezmemişken duygusal bir bağınız, iş seyahatiniz yoksa turistlik amaçlı olarak Gürcistan'a neden gidilir?
Valla çok güzel gidilir. 
Öncelikle tıpkı Kıbrıs'a gider gibi nüfus cüzdanınızla gidebiliyorsunuz. Pasaport vize gerekmiyor. Seyahatiniz için öyle uzun günler ayırmanıza gerek yok. Mesafe kısa ve önceden gideceğiniz yerleri programladıysanız iki gün yetiyor. Avrupa kadar pahalı bir yer değil.
Ben baba tarafından Batum kökenliyim, Beyefendi de Gürcü. Doğal olarak biz kökenlerimizin bulunduğu coğrafyayı merak ettik. 
Gürcistan'ı araştırırken ilk aklımıza gelen yer Batum olduysa da, Başkent Tiflis'te karar kıldık.

Türk Hava Yollarının haftanın her günü Tiflis'e seferi var. Fakat Tiflis'e biraz haksızlık yapıp uçağı neredeyse Yeşilköy'ün dışına çıkartmışlar. Bizi uçağa götürecek arabalara bindiğimizde yol o kadar uzadı ki beyefendi ile kendi aramızda "herhalde Tiflis'e arabayla gideceğiz" diye şakalaştık. 
İstanbul- Tiflis arası yaklaşık 2.5 saat. 
Tiflis havaalanı TAV tarafından yapılmış, şehir merkezine uzaklığı 17 km. Havaalanının dışında taksiler bekliyor. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda taksimetre olmadığı için şoförler 20 Lari olması gereken yol için fazla ücret isteyebilirler, pazarlık yapın deniyordu. 
Allahtan bizi şehre götürecek olan şoför 20 Lari istedi ve pazarlığa gerek kalmadı. Bu arada Gürcistan para birimi Lari (GEL) bizim kurumuzdan biraz daha değerli. yani 1 Lari, 1.20 liraya denk geliyor.

Yol boyunca beyefendi şoförle gürcüce konuşarak şoförün sempatisini kazandı. Sadece yolda değil kaldığımız 2 gün boyunca hemen hemen hiç İngilizce konuşmadı. Kendisi Gürcüceyi güzel konuşamadığını söylese de benim ingilizcemden çok daha iyiydi. 
Tiflis 1 milyon 500 bin nüfuslu biraz Rus etkisine sahip, biraz bize benzeyen, ama bizlerden daha sakin insanların yaşadığı bir yer. Döndükten sonra öğrendiğime göre en emniyetli başkentlerin başında geliyormuş.
Rustaveli Caddesi en ünlü caddesi ve caddenin sağında solunda tarihi binalar, kiliseler, opera ve bale salonları var.

"Tbilisi Loves You" internet ağı  günde yarım saat boyunca ücretsiz kullanılabiliyor. Şehrin farklı bölgelerinde de ücretsiz internet ağları mevcut. 
Şehir içinde taksi ücretleri 5 Lari fakat taksi ile bir yere gitmeye pek ihtiyaç  duymadık, her yere yürüyerek gittik. 
Tiflis'te ne yenir?
İtiraf etmeliyim ki, ben yemek konusunda umutsuz vakayım. Gezmeyi, farklı kültürleri  bu kadar sevip de yemek konusunda  bir o kadar gelenekçi olduğum için önereceğim fazla bir yer yok. 
Haçapuri ve Hınkal bilinen gürcü yemeklerinden bazıları. Haçapuri bir çeşit peynirli pide. Yalnız peynirleri tuzsuz. Hınkal ise Çin mantısına benziyor, ben pek beğenmedim ama beyefendinin pek hoşuna gitti. 

Peki Tiflis'te nerelere gidilir?
Caddeleri çok geniş ve trafik çok az olmasından dolayı mı bilemiyorum ama bu şehirde trafik ışığı görmedim. 
Mother of Georgia; Bir elinde kılıç, diğer elinde üzüm olan kadın heykelinin bulunduğu teleferikle çıkılan seyir tepesi. Bu heykelin anlamı "şehre dost olarak geldiyseniz size şaraplarımızdan ikram edebiliriz. Düşman olarak geldiyseniz kılıcımız her zaman hazırdır." 

Mitatsminda Parkı: Füniküler ile çıkılan bir tepe üzerine kurulmuş büyük bir park. İçinde balmumu müzesi, dönme dolaplar, oyun parkları, orman içinde yürüme parkurları, irili ufaklı restoranlar, Tiflis'i daha geniş açıdan görmenizi sağlayan seyir terası bulunuyor. 
Biz buraya bayıldık...
Öyle uzun uzun şehri seyrettik, bin bir düşünceler içinde.

Tepeden şehri seyrederken Bizans - Hazar ordusunun ele geçirdiği Tiflis'i, Selçuklu ordularının ele geçirdiği Tiflis'i, Moğol istilasındaki Tiflis'i, Osmanlı- Safevi savaşlarında sürekli el değiştiren Tiflis'i, Rus egemenliği altındaki Tiflis'i ve nihayet özgürlüğünü kazanmış, yorgun ama umudunu yitirmemiş Tiflis'i görmek gerekirmiş dedik.
Ünlü yazar Şota Rustaveli'nin kraliçe Tamar'a olan ümitsiz aşkını öğrendik Kura nehri kıyısında bir sahaftan aldığımız kitaptan. 
Sonra Uzaklarda gözümüze çarpan kiliselerin siluetleri... 
Keşke dedim  bir iki cami de görünseydi bu siluetlerin arasında Selçuklu ve Osmanlıdan kalan...





17 Ağustos 2015 Pazartesi

GARİP BİR EVLENME TEKLİFİ VE POLİTİK REDDEDİLİŞ


Tarihle biraz ilgisi olan veya olmayan Hun İmparatoru Mete'nin adını duymuştur. Hun İmparatorluğunun kurucusu Teoman'ın ( Tuman) büyük oğlu ve veliahdı.
Muhteşem Yüzyıl dizisiyle öğrendik ki Veliahtlık pek de tekin bir konum değil. Her an kendi çocuklarından birinin imparator olmasını isteyen üvey anne doldurmasıyla başınız gövdenizden ayrılabilir. Mete de üvey annesinin planlarından nasibini alarak komşu ülkeye rehin olarak yollandı. Babası o ülkeye ( Yüeçiler) savaş ilan ederek oğlunun orada öldürülmesini sağlayacaktı.

Mete bu planı öngörerek oradan kaçtığı gibi, kendisine sadık olan askerleri sayesinde bir av esnasında babasını öldürttü ve başa geçti.
Hun tarihinin en parlak dönemi Mete sayesinde yaşandı. MÖ 190 yıllarında Çin'e yaptığı baskınlarla Han sülalesine korku salmışken İmparator Gaozu ölünce ülkeyi imparatoriçe Lü yönetmeye başladı.
Çinliler binlerce yıldır krallıkları, savaşları, elçileri, komşuları, dostu düşmanı, otu, çöpü, geceyi, gündüzü, en küçük bir olayı bile bambu ağaçlarına, kaplumbağa kabuklarına, kemiklere sonra da kağıdı icat ederek her şeyi kayıt altına aldıklarından Mete'nin biraz tehditkar, biraz da kaba bir üslupla yazdığı evlenme teklifi günümüze kadar ulaştı.

"Irmaklar göller arasında doğdum; sığırlar, atlar arasında geniş bozkırlarda büyüdüm. Sık sık Çin sınırına geldim ( Çin sınırına akınlar düzenledim) Şimdi de Çin'i ziyaret etmek isterim. (Çin'i almak istiyorum) Siz majesteleri yalnız oturuyorsunuz. Ben de tek başıma ayaklar üzerinde duramayan biri olarak yalnızım. Bizler için artık bir mutluluk kalmadı. Neyiniz yoksa vermek, neyiniz varsa karşılıklı değişmek isterim."
Han İmparatoriçesi bu tehditkar mektup karşısında Mete'ye savaş açmak, elçiyi öldürtmek istemişse de bunun sonuçlarından çekinmiş ve tarihteki en politik ret cevabını vererek olası bir savaşı önlemiştir.
"Şan- Yü Moutun benim yıkılmaya yüz tutmuş sarayımı unutmamış. Sarayımı şimdi endişe ve korku salmış bulunuyor. 


Çok yaşlandım; nefes darlığım da var. Saçlarım ve dişlerim de döküldü. Adımlarım normal yürüyüşümü kaybetti. Şan- Yü beni yanlış anlamasın, sana layık olmasa da dört atla çekilen imparatorluğa mahsus iki araba gönderiyorum."
...

Not: Mete internette arandığında yukarıdaki resim çıkıyor. Fena bir adam değilmiş. Ama Çin İmparatoriçeleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Evlenme teklifini reddettiğine göre özgüvenlerine hayran olmak gerekir.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!

İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.
Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda  yatıyor
İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur…
Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.
Sanatçının Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.
Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, “Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.
64 yıllık yaşamına çok şey sığdıran Bedri Rahmi… 
İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikâyesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür.  Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.
1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.
Meraklıları için 5 Mayıs - 20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkânı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!

Bir boomads advertorial içeriğidir.

20 Mart 2015 Cuma

GÜNEŞ TUTULMASIYLA SONA EREN SAVAŞ


Bugün güneş tutulması vardı fakat etrafımızda mantar gibi büyüyen binalardan gökyüzünü göremez olduğumuz için nerede tutuldu, kim tuttu göremedim.
Bir tarihçi adayından konuyla ilgili ne beklenir?
Tarihte güneş tutulması dolayısı ile sona eren bir savaş var. 
MÖ 585 yılında Perslerden önce İran'da hüküm sürmüş Medler ile Anadolu'da hüküm sürmüş Lidyalılar arasında Kızılırmak yakınlarında yavaş başlamış, bu esnada güneş tutulması gerçekleşince taraflar bunun ilahi bir işaret olduğunu düşünerek savaşı durdurmuşlar.
MÖ 585 yılında Anadolu'da yaşamış filozof Milet'li Thales ilk güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiş. 
Ben bunları yazarken Vikipedi'ye bir göz attım. Tarihte güneş tutulmaları listesi diye bir başlık var. İlk tutulma MÖ 3735 Nisan olarak yazıyor. Astroloji , gök bilimi gibi şeyler ilgimi çekmediği için bilemeyeceğim ama MS 2000'lerde yaşıyoruz, geriye 3735 daha gidersek neredeyse 6000 yıl öncenin Nisan ayı nasıl hesaplanır bilen varsa beri gelsin. 
Birkaç gündür güneş tutulmasıyla ilgili felaket tellallığı yapanlara da Allah akıl fikir versin.  

13 Mart 2015 Cuma

ANASTASİA


700 Yıllarında Bizans İmparatoru II. justinianos kendisine karşı yapılan bir isyan sonucunda tahttan indirilmiş, burnu kesilerek Kırım'a sürgüne yollanmış. Sürgünde öldürüleceğinden şüphe eden ve tekrar tahta çıkma planları yapan burnu kesik imparator Bulgar Hanı Tervel'e kızını verme karşılığında yardımını istemiş.
O dönemlerde Bulgar Hanlığı oldukça güçlü.  İmparator Justinianos Tervel'in orduları ile İstanbul'u kuşatmış fakat, kuşatma uzayınca Bulgar askerleri arasında "neden Justinianos'a yardım ediyoruz" diye bir hoşnutsuzluk başlamış. Tervel askerlerine üzerlerindeki uğursuzluğu defetmek için hep birlikte boğaz'ın sularında yıkanmalarını söylemiş. Askerler sırasıyla boğazın sularında yıkanıp arınmışlar. Gök tanrı inancında olmamasına rağmen Justinianos da suya girmiş.  Manen rahatlayan askerler gece yarısı sessizce şehre girerek sarayı ele geçirmiş ve Justinianos'a tahtını geri vermişler.

Bizans imparatoru bu minnettarlığının karşılığı olarak Bulgar Hanı Tervel'e Bizans'ta en büyük unvan olan "Caesar" unvanı bahşetmiş.
Fakat bu minnettarlık uzun sürmemiş.
Tam bir Bizans oyunu yaparak 708 tarihinde donanmasını hazırlayarak Karadeniz kıyılarından Bulgarlara saldıracakken Tervel bu durumu öngörüp saldırıya geçmiş. Kesik burunlu imparator Justinianos canını zor kurtarmış. İstanbul'a perişan halde dönmüş ve Tervel'in peşinden geleceği endişesiyle beklerken Tervel bu durumdan yararlanmadığı gibi İmparatora  Kırım üzerine yapacağı  sefere yardım için 3000 Bulgar asker göndermiş.
711 Yılında bir darbe sonucu öldürülen Bizans imparatorunun yerine Phillippikos geçince Bulgar Hanı Tervel Justinianos'un İntikamcısı olarak için Bizans'a savaş açmış.
...
Balkan tarihi dersimden anlattığım bu olaylarda aklıma ilk gelen şu oldu;
İmparator Justinianos'un kızı Anastasia çok mu güzeldi, Tervel Anastasia'yı bu kadar çok mu sevdi. Yoksa Tervel Türklerin gözü pek ve dürüstlüğüne güzel bir örnek miydi? Ya da Bizans'tan alacağı yüksek vergileri kaybetmek mi istemedi?
Ben Anastasia demek istiyorum. 
Aşk her zaman  seçeneklerin en iyisi değil midir?

12 Mart 2015 Perşembe

YORUM YAPMA MERAKIMIZ VE BAŞKALARI ADINA UTANMAK


Gazeteleri internet üzerinden takip ediyorum. İnternet'ten bir şeyleri takip etmek güzel de yorumları okuma alışkanlığınız da varsa vay halinize.
Orta halli bir haberin veya yazının altındaki okuyucu yorumlarından yola çıkacak olursak, sanki Türkiye'de kimse kimseyle görüşmüyor, herkes birbirinin gözünü oyuyor, hakaretler saldırılar havada uçuşuyor.   
En kibar ifade edilenler şeref yoksunluğu ile başlayıp, bütün sülalenin soy ağacına kadar küfür ortalarda dolaşıyor. 
Bunların başka işi mi yok, dertleri ne, kavgaları kime?
Bazı okuyucu yorumlarında birbirlerini başka yazıların yorumlarından tanıyan kişiler: "Sen falanca kişiye de böyle demiştin." diye azarlıyorlar.
Acaba sabah kuşağında kadın programlarına gelen seyirci kitlesi gibi yorumcu kitlesi mi var diye düşünmeden edemiyorum. Başka türlüsü nasıl açıklanabilir?
Bu kadar okumayı yazmayı seven biri olarak bir kez bile yorum yapmak aklıma gelmediğine göre anormallik bende mi dersiniz?

Suudi kralının ölümü üzerine bir resim paylaşmış biri, altındaki yorumlar 2400 tane.
İspanya'dan bir haberde evini satılığa çıkartan dul bir kadın evi alan kişinin kendisiyle evlenmesi şartı koşmuş, tasası bize düşmüş.
Buyurun size  yorum: "Çocuklu bir kadınla ne evlenirim ne de flört ederim. Çocuklu kadın benim için kadın değildir."
Kadın da sanki buna yalvarıyor. Kaldı ki evini alacak Türk birini istemiyor, İspanya'da ilan vermiş.
Beşiktaş Clup Brugge maçı haberlerinin yorumlarından bir iki tanesi:
"Olcay'ı gören var mı?"
"Maç sanki çok önemli. Bu memleketin daha önemli sorunları var."
"Bu kadro fark yer, buraya yazıyorum."
Bu son yorum bu yorumu yapanın akli melekeleri konusunda insanı şüpheye düşürür nitelikte. Hava durumu için yapılan haberin altında aynen şöyle bir yazı vardı.
"Hahh hahh haahh... Türkler de Peşmerge olacak. Nereden nereye Allahım..."
...
Gerçekten nereden nereye...
Siz hiç başkaları adına utandınız mı. Ben son zamanlarda fazlasıyla utanıyorum da...

23 Şubat 2015 Pazartesi

TÜRK - ALMAN - İNGİLİZ


"Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir" diye bir söz vardır.
Blog yazmadıkça, yazmak isteyip elim gitmedikçe hep bu söz aklıma geliyor. Oysa ilk başladığım yıllarda ne de hevesliydim. Kimin okuduğu, kimin takip ettiği değildi düşüncem. "Yazayım yeter" diye düşünüyordum. Sonra kimlerin okuduğunu merak eder oldum, kimler okuyup ne düşünüyor?
Derken yazılarımı okumasını istemediğim insanlar olduğunu fark ettim. Bir heves yazacağım şeylerin isteği azaldı içimde. 
Elimin altındaki not defterimde Blog başlığı altında bir sürü yazılar yazmışım fakat buraya geçirmek nasip olmamış. 
Tam güzel bir şeyler niyetleniyorum; biraz komik eğlenceli şeyler. Hayvan desen onlara hakaret olacak biri gencecik bir kızı katlediyor, ardından anasının kuzusu bir delikanlı hayatının baharında öldürülüyor, ardından başka bir yerde bizi temsil edenler birbirlerini hırpalıyorlar.
Bağırış çağırış, nefret, kavga, dövüş, kin...
Ben bu Blogda neşeli şeyleri yazmaya niyetli oldum her zaman. 
Şimdi neşeli bir şey yazsam olmayacak, diğer yazıları da herkes yazıyor zaten, böyle bir misyonum da niyetim de yok. 
Ne yapayım bilemedim.
...

20 Ocak 2015 Salı

NEFRETİN GÖZLERİ


"İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir" demiş Albert Camus.
Başka bir Albert; Albert Einstein, "Yolculuk etmekten hoşlanıyorum ama varmaktan nefret ediyorum" demiş.
 Adolf Hitler ise "Nefret, antipatiden daha süreklidir." demiş.


Nefret sadece gözlerle ifade edilebilir mi?
Joseph Goebbels 1933 yılında Cenevre'de bir konferanstayken Life dergisi fotoğrafçısı Alfred Eisenstaedt yanına yaklaşıp  fotoğrafını çekiyor. İlk fotoğrafın ardından Joseph Goebbels Fotoğrafçının Yahudi olduğunu öğreniyor. Bu arada fotoğrafçı ikinci fotoğrafı çekmiş bulunuyor ve nefret gözlerde kendini gösteriyor.


Peki Joseph Goebbels kimdir? Bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatalım:
1933 yılından itibaren Nazilere propaganda bakanlığı yapmış bir Almandı.
6 Çocuğunun adı da "H" harfi ile başlıyordu. Bunun sebebi Hitler'e olan sevgisiydi.
Nazi Almanyası onun kampanyaları ve propagandaları sayesinde kitleleri peşinden koşturmuştu.

*Kitleler aklını yitirmiş bir sarhoşluk içinde, böyle devam etmeli.
* Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır.
* Hatalı olduğunu ve yanlış yaptığını asla kabul etme.
* Asla kabahati üstlenme.
* Sadece bir rakibine odaklan, kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yık.
* Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanır. Hristiyanlığın bu kadar etkili olmasının sebebi 2000 yıldır aynı şeyi söylüyor olması.

1945 tarihinde Ruslar Berlin'e girdiğinde Hitler kendisinden Berlin'i terk etmesini istemiş. Joseph Goebbels ilk kez onun sözünü dinlememiş.
Führer'in (Hitler) olmadığı bir dünyada yaşamanın bir anlamı olmayacağını söyleyerek eşi ve 6 Çocuğu ile birlikte zehir içerek hayatına son vermiş. 
Joseph goebbels kendi yaptığı propagandalara yalan bile olsa  o kadar inanmış ki eşini ve altı çocuğunu bu uğurda feda etmiş. 
Ondan geriye nefretle bakan gözler ve "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe her istediğimizi yapabileceğimizi anladık" sözü kalmış.
...
Bu arada nefretle bakılan gözlerin sahibi fotoğrafçıyı tanıyoruz aslında. 
1945 yılında Times meydanında savaşın bitmesini kutlayan Amerikalı denizcinin bir hemşireyi öperken çekilmiş resmi onun eseridir.
...
Nefretlerimizin yolculuklara varmakla sınırlı olması dileği ile...






11 Ocak 2015 Pazar

SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ


Bir kaç yıldır yaptığım gibi kırmızı Moleskine'mi  kullanmaya başlamadan önce geçen yıl not ettiğim ve bu yıla kalan notlarımı  deftere geçirirken yukarıda başlıktaki yazıya rastladım. Yanına "Araştır" diye not düşmüşüm. Araştırsam ne işe yarayacak, kiminle paylaşacağım? Paylaşsam bana ne yararı olacak, tali konuları beynime dolduruyorum, sonra da kızlarımın isimlerini karıştırıyor, bir sürü şeyi unutuyorum. Yine de merak senin adın kadındır.
Önce bilici başı büyük kızımı aradım.
-Schrödinger'in Kedisini biliyor musun?
-Bu çok bilinen bir şeydir annecim.... Şöyle ki...
Yanlış kişiye sordum kesin. Bilmeseydi ne güzel hava atacaktım. 
Beyefendiye mesaj çektim. 
Biliyor da beni mahcup etmemek için sessizlik hakkını mı kullanıyor acaba?

Benim gibi bilmeyenler için anladığım kadarıyla açıklayayım:
Deneyde kapalı bir kutunun içinde bir düzenek ve bir kedi var. Düzeneğin içinde bozulma ihtimali %50 olan bir parçacık ve bu parçacığın bozulması halinde ortama yayılacak zehirli gaz var. Parçacığın bozulup bozulmayacağı önceden kestirilmiyor ve olasılık %50. 
Gözlem yapılmadan önce kutunun içinde ne vardı ve kedi gözlemden önce sağ mıydı yoksa ölü müydü? Kuantum fiziğine göre hem ölü hem de sağ. 
Deneyin paradoks olarak tanımlanmasının nedeni deneyin sonucu değil gözlenemeyen deney aşamasıymış.
Şimdi anlayan varsa beri gelsin. 
Avusturya'lı fizikçi Ervin Schrödinger (muhtemelen kedi besliyordu) bir kuram ortaya atmış, Paraların üzerine resmi basılmış, okuduğu lisede bulduğu dalga denkleminin kabartması bulunuyormuş. Adını Google yazdığınızda ikinci sırada kedisi çıkıyor.
Hani kedi? 
Bu hayvanların bizden çektiği nedir? Hem onlardan yararlanıyoruz hem de haklarını teslim etmiyoruz.
Pavlov'un köpeği, Schrödinger'in kedisi, Montaigne'nin kedisi, uzaya giden maymunlar, deneylerde kullanılan tavşanlar.. 
Şayet bir paralel evren varsa ve orada hayvanlarla yer değiştirmiş olarak yaşıyorsak vay halimize...



4 Ocak 2015 Pazar

ALTI GÜNDE ÜÇ ÜLKE - BELÇİKA


İki arkadaş Hollanda'dan döndüğümüzde Düsseldorf tren istasyonunda mercimek bizi bekliyordu. Eve gidip hemen yattık, çünkü ertesi gün mercimek ve arkadaşı Gizem de bize katılacak ve Belçika'ya gideceğiz.
Sabah erkenden kalktık. Bu sefer tren değil otobüsle gideceğiz Brüksel'e. 
Düsseldorf - Brüksel arası otobüsle 2,5 saat. Gidiş - Dönüş 28 Euro.
Güzel bir şans eseri iki katlı otobüsün üst katında ve en önde oturuyoruz. Kızlar koltuklarına oturmadan otobüs'ün Wi-Fi şifresini istediler bir iki mesajdan sonra hemen uyudular. Biz iki arkadaş çevreyi seyrediyoruz. Hava biraz yağmurlu ama şansımıza kar yok. Almanya'dan Belçika'ya geçerken sınırı yolların bozulmasından anlayabilirsiniz dedi kızım. Hakikatten Belçika yolları Almanya yollarından daha bozuk. Ama aklınıza çok bozuk bir yol gelmesin. AB ülkesi standartlarına göre bozuk. Yoksa bizim tem yolundan daha iyi. 

Biz hep cennet vatanımız, yeşil vatanımız diyoruz ya. Tamam vatanımız cennet fakat başkalarının vatanı da o kadar kötü değil. Her taraf yemyeşil, alabildiğine uzanan yeşillikler ve ormanlar var. 
Brüksel devasa tarihi binaların olduğu bir şehir. Avrupa Parlamentosu, NATO Merkez Karargahı, AB Komisyonu gibi merkezlerin burada olması dolayısı ile bende gri görünüşü  bir şehir izlenimi uyandırdı.

Otel odamız Amsterdam'da kaldığımız odadan sonra saray gibi geldi. 4 Kişilik odada 5 yatak vardı ve kocaman bir odaydı. Özellikle  pencerelerin baktığı meydanda ikinci el pazarı ve antika pazarı kurulmuştu. Bu odayı almamızda otelde çalışan ve uzun yıllardır burada yaşayan bir Türk'e rastlamamızın etkisi de oldu tabi. (Yaşasın! her yerde Türk. Hatta ertesi gün Brüksel'de gezerken köpeğini dolaştıran bir kadına İngilizce yol sorduk, kadın Türk çıktı. Yol kenarında kadınla uzun uzun sohbet ettik.) 

Brüksel'deki gezimizin asıl amacı Brugge'e gitmek olduğu için otelde hiç oyalanmadan bir trene atlayıp Brüksel'e 45 dakikalık mesafedeki Brugge'e gittik.
Brugge Avrupanın günümüze kadar gelebilmiş en önemli "Ortaçağ" kentlerinden biri. Kent ortaçağ'dan itibaren boyutlarından dışarıya hiç taşmamış. İkinci Dünya Savaşında tahrip olmamış. 

Bir masal kenti düşünün. İşte Brugge tıpkı böyle bir yer. Hani bir kente aşık olmak gibi klişe bir söz vardır ya! İşte ben bu kente aşık oldum. 
Şehrin içinde tıpkı Hollanda'da Venedik'te olduğu gibi kanallar var. Binalar minik, sevimli ve büyüleyici.

Buraya Sevgilinizi alıp gelmeniz lazım. Burada Roman yazmanız lazım. Buranın sokaklarında dolaşıp sessizliği hissetmeniz, sadece o anı yaşamanız lazım.
Sevimli bir restoranda yemeğimizi yedik, çikolata dükkanlarında kendimizi kaybettik, yılbaşı dolayısı ile ışıl ışıl süslenmiş vitrinleri seyrettik.
( Bu arada döndüğümde buradan o kadar bahsettim ki Beyefendi heveslendi. En kısa zamanda birlikte gideceğiz.)

Kızlar bir süre sonra Brüksel'e dönmek istediler. Onlar döndükten sonra biz gezimize devam ettik. Markt Meydanı etrafındaki restoranlardan birinde oturup biramızı içip meydanda gelip geçenleri seyrettik. 

Saat 8'de kalkacak trenle Brüksel'e döndük. 
Ertesi gün Brüksel gezimiz için Günlük bilet alarak bütün toplu taşıma araçlarını kullandık ve şehrin altını üstüne getirdik. Brüksel'de gezilecek yer önerilerim şunlar:

Grand Place ( Belediye Binası, Şehir Müzesi gibi yerlerin bulunduğu meydan.)
Rue Neuve ( Ünlü markaların bulunduğu  alışveriş sokağı.)
Coudenberg ( Coudenberg sarayı ve kalenin bulunduğu tepe.) ( Biz gittiğimizde saray restore ediliyordu.)
Kraliyet Sarayı
The National Bazilika

Gece geç vakit otobüsle Düsseldorf'a döndük.
Ertesi gün Mercimek bizi Köln'e götürdü. Noel dolayısı ile her taraf kapalıydı, sadece kiliseler ve katedraller hariç. Burada şehrin her yerinden görünen ve 1248 yılında yapımına başlanan katedrali gördük. Gerçekten şimdiye kadar gördüğüm katedraller içerisinde en büyüğü Köln Katedraliydi diyebilirim. Zaten dünyanın 3. büyük katedraliymiş. ( Birincisi Chartres katedrali- Fransa, ikincisi Floransa katedrali. Ben bu katedrali görmüştüm fakat aklımda daha küçük kalmış. )

Sonunda dönüş saati yaklaştı hasretlik şimdiden çöktü. 1.5 ay sonra kavuşacağımız tesellisiyle üzüntümü belli etmedim. Havaalanında birbirimize el salladık ve 6 günlük küçük Avrupa turunun sonuna geldik.

Not: Bu arada Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli)'i aradık. Bir türlü bulamadık. Sonra da hem soğuk, hem de yorgunluktan dolayı aramaktan vazgeçtik.  


3 Ocak 2015 Cumartesi

6 GÜNDE ÜÇ ÜLKE - HOLLANDA


Kızımı ziyarete Düsseldorf'a gitmiştik. Hızlandırılmış bir geziyle Düsseldorf'u tamamladıktan sonra ertesi gün trenle Hollanda - Amsterdam'a gideceğiz. Mercimeğim yakın bir zamanda okulla buraya gittiği için bize katılmadı ama bizim adımıza biletleri önceden almış. Düsseldorf - Amsterdam arası hızlı tren ile yaklaşık 2.5 saat. Tren fiyatları  gidiş - dönüş 40 Euro.        
Trende dört kişilik, ortasında masa olan yerde gençten bir çocuk oturuyor, biz kendi aramızda Türkçe konuşunca dönüp baktı. Türk olduğunu anlayınca izin isteyip karşısına oturduk. Efendi saygılı, Almanya'da doğup büyümüş üniversiteli gençle muhabbet ettik zaman çabucak geçti. Bu arada sınır falan olmadığı için Almanya'dan Hollanda'ya geçtiğimizi evlerin değişikliğinden ve kanallardan anladık. Genç çocuk bize "bazen sınır polisi trende dolaşır ve pasaport sorabilir ama çok sık olmuyor." derken sınır polisi bulunduğumuz  vagona girerek son derece kibar bir halde pasaport kontrolü yapacağını söyledi. AB vatandaşları sadece biletlerini ve kimliklerini gösterirken bizim gibi bir kaç turist pasaportlarımızı gösterdik. Polis bir pasaporta bir de bana baktı, pasaport resmime benzetemedi mi bilemeyeceğim, elindeki optik cihazıyla resmi inceledi, sağına soluna baktı. Utanmasa dişleyip ayarını ölçecek. Neyse geri verdi.

Amsterdam'a indiğimizde soğuğa rağmen müthiş bir kalabalıkla karşılaştık. Tren istasyonu şehrin neredeyse tam göbeğinde Noel tatili olduğu için meydanlar cıvıl cıvıl. Bu arada tarih okuduğum için ilk izlenimim 1600- 1700 yılından kalma binalar, kiliseler, katedraller... Sonra bisikletler.. 

Kalacağımız otel Dam meydanına çok yakın olması gerekiyor. Önce meydanı bulup sonra otelimize varıyoruz. Otelin resepsiyonuna çıkmak için yapılan merdivenler daracık ve dik. Mobilyaları, beyaz eşyayı ve yatakları bu merdivenlerden çıkartmak zor değil, imkansız. Sanırım camdan içeriye sokmuşlar diye yorum yaptık. 
Çekinlerimizi yaptırdıktan sonra dinlenmek için odamıza çekiliyoruz ki o da ne! Odada cam yok. Oda minicik.. Tamam merdivenlerden anlamıştık odanın küçük olabileceğini ama booking.com'da balkonlu odalar görünüyordu. Sonra kafamızı kaldırdığımızda tavana yakın bir yerde bizim banyo pencereleri gibi iki pencere gördük. Hiç yerleşmeden resepsiyona geri döndük.
Filiz'le ikimizin ingilizcesini birleştirirsen orta halli bir ingilizce anca eder fakat o odada kalamayacağımızı rezervasyon yaptırırken balkonlu odalar gördüğümüzü, balkon istediğimizi söyledik. Kız baktı bize odayı veremeyecek bir kaç dakika beklettikten sonra yeni odamızın anahtarını verdi. Yerleştiğimiz odadan aşağıda resimdeki manzara görünüyor. Israr ettiğimiz için isabet etmişiz.

Amsterdam'a gelip kanal turu yapmadan olmaz. Bir saat süren tura katılıp kanallar arasında dolaşıyoruz. Evlere hayranlıkla bakıyoruz. Tarihlerini koruyan bu insanlara hayranlık duymamak elde değil. Bu arada sadece bir yerde inşaata rastlıyoruz. Bizdeki müteahhitler olsa kanala bakan bu evleri yıkar apartmanlar dikerlerdi kesin. Kanal turunda botun içinde Almanca- Felemenkçe - İngilizce etraftaki binalar ve kanal hakkında bilgi veriliyor. Hollandanın en dar evi dikkatimizi çekiyor. Dışarıya bakan tek bir camı var ve iki bina arasına sıkışmış.

Amsterdam bir bisikletler şehri. Kadın erkek, genç, yaşlı, çalışan, çalışmayan herkes bisiklete biniyor. Son derece şık giyinmiş, kadınlar ve erkekler ellerinde evrak çantaları, bilgisayar çantaları,bisikletle işlerine gidiyorlar. Trafik sorunu bisiklet ve toplu taşıma araçlarıyla çözülmüş. İki gün boyunca bir kez klakson sesine rastladım. O da bisiklet ziliydi ve maalesef ben binalara hayran hayran bakarken bisiklet yoluna çıktığım için, bir hanım benden dolayı zili çaldı. 

Gece Dam meydanında bizde taksim meydanında olan konserler gibi bir konser vardı. Buranın ünlü şarkıcıları olduğunu düşündüğüm iki erkek iki bayan sırayla şarkılar söylediler. Şarkılar ağırlıklı olarak dini içerikliydi. Arada Cesus (İsa) nakaratlarından anladım.  

Çiçek pazarında gezerken Mazhar Alanson'un "sana sarı laleler aldım çiçek pazarından." şarkısını mırıldandık fakat lalelere bakmakla yetindik. Geçen yıl büyük kızım lale soğanı almıştı buradan fakat ben onu ekene kadar çürütmüştüm. Tekrar uğraşmayayım. 
Amsterdam'da iki gün boyunca yürüdük, yürüdük. 
yemek için önerilen bazı yerleri defterime not etmiş olmama rağmen meydana bakan sokakta Simit Sarayı'nı görünce tercihimiz belli oldu. Fakat "Patat" denilen patates kızartmasını yemeden olmazdı. 

Maalesef Noel dolayısı ile bir çok yer kapalı olduğu için istediğim müzelere giremedik. Alışverişi düşünmediğimiz için dükkanların kapalı olması neşemizi kaçırmadı. 
Öneri olarak söylemek gerekirse:
Amsterdam Kanal Turu
Rembrand Square 
Çiçek pazarı
Van Gogh Müzesi
Nine Litte Streeets
Spui Meydanı
Dam Meydanı
Amsterdam'ın ara sokaklarında birbirinden güzel evleri görmek, kanallar arasındaki köprülerde resimler çektirmek.