20 Ocak 2015 Salı

NEFRETİN GÖZLERİ


"İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir" demiş Albert Camus.
Başka bir Albert; Albert Einstein, "Yolculuk etmekten hoşlanıyorum ama varmaktan nefret ediyorum" demiş.
 Adolf Hitler ise "Nefret, antipatiden daha süreklidir." demiş.


Nefret sadece gözlerle ifade edilebilir mi?
Joseph Goebbels 1933 yılında Cenevre'de bir konferanstayken Life dergisi fotoğrafçısı Alfred Eisenstaedt yanına yaklaşıp  fotoğrafını çekiyor. İlk fotoğrafın ardından Joseph Goebbels Fotoğrafçının Yahudi olduğunu öğreniyor. Bu arada fotoğrafçı ikinci fotoğrafı çekmiş bulunuyor ve nefret gözlerde kendini gösteriyor.


Peki Joseph Goebbels kimdir? Bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatalım:
1933 yılından itibaren Nazilere propaganda bakanlığı yapmış bir Almandı.
6 Çocuğunun adı da "H" harfi ile başlıyordu. Bunun sebebi Hitler'e olan sevgisiydi.
Nazi Almanyası onun kampanyaları ve propagandaları sayesinde kitleleri peşinden koşturmuştu.

*Kitleler aklını yitirmiş bir sarhoşluk içinde, böyle devam etmeli.
* Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır.
* Hatalı olduğunu ve yanlış yaptığını asla kabul etme.
* Asla kabahati üstlenme.
* Sadece bir rakibine odaklan, kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yık.
* Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanır. Hristiyanlığın bu kadar etkili olmasının sebebi 2000 yıldır aynı şeyi söylüyor olması.

1945 tarihinde Ruslar Berlin'e girdiğinde Hitler kendisinden Berlin'i terk etmesini istemiş. Joseph Goebbels ilk kez onun sözünü dinlememiş.
Führer'in (Hitler) olmadığı bir dünyada yaşamanın bir anlamı olmayacağını söyleyerek eşi ve 6 Çocuğu ile birlikte zehir içerek hayatına son vermiş. 
Joseph goebbels kendi yaptığı propagandalara yalan bile olsa  o kadar inanmış ki eşini ve altı çocuğunu bu uğurda feda etmiş. 
Ondan geriye nefretle bakan gözler ve "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe her istediğimizi yapabileceğimizi anladık" sözü kalmış.
...
Bu arada nefretle bakılan gözlerin sahibi fotoğrafçıyı tanıyoruz aslında. 
1945 yılında Times meydanında savaşın bitmesini kutlayan Amerikalı denizcinin bir hemşireyi öperken çekilmiş resmi onun eseridir.
...
Nefretlerimizin yolculuklara varmakla sınırlı olması dileği ile...






11 Ocak 2015 Pazar

SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ


Bir kaç yıldır yaptığım gibi kırmızı Moleskine'mi  kullanmaya başlamadan önce geçen yıl not ettiğim ve bu yıla kalan notlarımı  deftere geçirirken yukarıda başlıktaki yazıya rastladım. Yanına "Araştır" diye not düşmüşüm. Araştırsam ne işe yarayacak, kiminle paylaşacağım? Paylaşsam bana ne yararı olacak, tali konuları beynime dolduruyorum, sonra da kızlarımın isimlerini karıştırıyor, bir sürü şeyi unutuyorum. Yine de merak senin adın kadındır.
Önce bilici başı büyük kızımı aradım.
-Schrödinger'in Kedisini biliyor musun?
-Bu çok bilinen bir şeydir annecim.... Şöyle ki...
Yanlış kişiye sordum kesin. Bilmeseydi ne güzel hava atacaktım. 
Beyefendiye mesaj çektim. 
Biliyor da beni mahcup etmemek için sessizlik hakkını mı kullanıyor acaba?

Benim gibi bilmeyenler için anladığım kadarıyla açıklayayım:
Deneyde kapalı bir kutunun içinde bir düzenek ve bir kedi var. Düzeneğin içinde bozulma ihtimali %50 olan bir parçacık ve bu parçacığın bozulması halinde ortama yayılacak zehirli gaz var. Parçacığın bozulup bozulmayacağı önceden kestirilmiyor ve olasılık %50. 
Gözlem yapılmadan önce kutunun içinde ne vardı ve kedi gözlemden önce sağ mıydı yoksa ölü müydü? Kuantum fiziğine göre hem ölü hem de sağ. 
Deneyin paradoks olarak tanımlanmasının nedeni deneyin sonucu değil gözlenemeyen deney aşamasıymış.
Şimdi anlayan varsa beri gelsin. 
Avusturya'lı fizikçi Ervin Schrödinger (muhtemelen kedi besliyordu) bir kuram ortaya atmış, Paraların üzerine resmi basılmış, okuduğu lisede bulduğu dalga denkleminin kabartması bulunuyormuş. Adını Google yazdığınızda ikinci sırada kedisi çıkıyor.
Hani kedi? 
Bu hayvanların bizden çektiği nedir? Hem onlardan yararlanıyoruz hem de haklarını teslim etmiyoruz.
Pavlov'un köpeği, Schrödinger'in kedisi, Montaigne'nin kedisi, uzaya giden maymunlar, deneylerde kullanılan tavşanlar.. 
Şayet bir paralel evren varsa ve orada hayvanlarla yer değiştirmiş olarak yaşıyorsak vay halimize...



4 Ocak 2015 Pazar

ALTI GÜNDE ÜÇ ÜLKE - BELÇİKA


İki arkadaş Hollanda'dan döndüğümüzde Düsseldorf tren istasyonunda mercimek bizi bekliyordu. Eve gidip hemen yattık, çünkü ertesi gün mercimek ve arkadaşı Gizem de bize katılacak ve Belçika'ya gideceğiz.
Sabah erkenden kalktık. Bu sefer tren değil otobüsle gideceğiz Brüksel'e. 
Düsseldorf - Brüksel arası otobüsle 2,5 saat. Gidiş - Dönüş 28 Euro.
Güzel bir şans eseri iki katlı otobüsün üst katında ve en önde oturuyoruz. Kızlar koltuklarına oturmadan otobüs'ün Wi-Fi şifresini istediler bir iki mesajdan sonra hemen uyudular. Biz iki arkadaş çevreyi seyrediyoruz. Hava biraz yağmurlu ama şansımıza kar yok. Almanya'dan Belçika'ya geçerken sınırı yolların bozulmasından anlayabilirsiniz dedi kızım. Hakikatten Belçika yolları Almanya yollarından daha bozuk. Ama aklınıza çok bozuk bir yol gelmesin. AB ülkesi standartlarına göre bozuk. Yoksa bizim tem yolundan daha iyi. 

Biz hep cennet vatanımız, yeşil vatanımız diyoruz ya. Tamam vatanımız cennet fakat başkalarının vatanı da o kadar kötü değil. Her taraf yemyeşil, alabildiğine uzanan yeşillikler ve ormanlar var. 
Brüksel devasa tarihi binaların olduğu bir şehir. Avrupa Parlamentosu, NATO Merkez Karargahı, AB Komisyonu gibi merkezlerin burada olması dolayısı ile bende gri görünüşü  bir şehir izlenimi uyandırdı.

Otel odamız Amsterdam'da kaldığımız odadan sonra saray gibi geldi. 4 Kişilik odada 5 yatak vardı ve kocaman bir odaydı. Özellikle  pencerelerin baktığı meydanda ikinci el pazarı ve antika pazarı kurulmuştu. Bu odayı almamızda otelde çalışan ve uzun yıllardır burada yaşayan bir Türk'e rastlamamızın etkisi de oldu tabi. (Yaşasın! her yerde Türk. Hatta ertesi gün Brüksel'de gezerken köpeğini dolaştıran bir kadına İngilizce yol sorduk, kadın Türk çıktı. Yol kenarında kadınla uzun uzun sohbet ettik.) 

Brüksel'deki gezimizin asıl amacı Brugge'e gitmek olduğu için otelde hiç oyalanmadan bir trene atlayıp Brüksel'e 45 dakikalık mesafedeki Brugge'e gittik.
Brugge Avrupanın günümüze kadar gelebilmiş en önemli "Ortaçağ" kentlerinden biri. Kent ortaçağ'dan itibaren boyutlarından dışarıya hiç taşmamış. İkinci Dünya Savaşında tahrip olmamış. 

Bir masal kenti düşünün. İşte Brugge tıpkı böyle bir yer. Hani bir kente aşık olmak gibi klişe bir söz vardır ya! İşte ben bu kente aşık oldum. 
Şehrin içinde tıpkı Hollanda'da Venedik'te olduğu gibi kanallar var. Binalar minik, sevimli ve büyüleyici.

Buraya Sevgilinizi alıp gelmeniz lazım. Burada Roman yazmanız lazım. Buranın sokaklarında dolaşıp sessizliği hissetmeniz, sadece o anı yaşamanız lazım.
Sevimli bir restoranda yemeğimizi yedik, çikolata dükkanlarında kendimizi kaybettik, yılbaşı dolayısı ile ışıl ışıl süslenmiş vitrinleri seyrettik.
( Bu arada döndüğümde buradan o kadar bahsettim ki Beyefendi heveslendi. En kısa zamanda birlikte gideceğiz.)

Kızlar bir süre sonra Brüksel'e dönmek istediler. Onlar döndükten sonra biz gezimize devam ettik. Markt Meydanı etrafındaki restoranlardan birinde oturup biramızı içip meydanda gelip geçenleri seyrettik. 

Saat 8'de kalkacak trenle Brüksel'e döndük. 
Ertesi gün Brüksel gezimiz için Günlük bilet alarak bütün toplu taşıma araçlarını kullandık ve şehrin altını üstüne getirdik. Brüksel'de gezilecek yer önerilerim şunlar:

Grand Place ( Belediye Binası, Şehir Müzesi gibi yerlerin bulunduğu meydan.)
Rue Neuve ( Ünlü markaların bulunduğu  alışveriş sokağı.)
Coudenberg ( Coudenberg sarayı ve kalenin bulunduğu tepe.) ( Biz gittiğimizde saray restore ediliyordu.)
Kraliyet Sarayı
The National Bazilika

Gece geç vakit otobüsle Düsseldorf'a döndük.
Ertesi gün Mercimek bizi Köln'e götürdü. Noel dolayısı ile her taraf kapalıydı, sadece kiliseler ve katedraller hariç. Burada şehrin her yerinden görünen ve 1248 yılında yapımına başlanan katedrali gördük. Gerçekten şimdiye kadar gördüğüm katedraller içerisinde en büyüğü Köln Katedraliydi diyebilirim. Zaten dünyanın 3. büyük katedraliymiş. ( Birincisi Chartres katedrali- Fransa, ikincisi Floransa katedrali. Ben bu katedrali görmüştüm fakat aklımda daha küçük kalmış. )

Sonunda dönüş saati yaklaştı hasretlik şimdiden çöktü. 1.5 ay sonra kavuşacağımız tesellisiyle üzüntümü belli etmedim. Havaalanında birbirimize el salladık ve 6 günlük küçük Avrupa turunun sonuna geldik.

Not: Bu arada Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli)'i aradık. Bir türlü bulamadık. Sonra da hem soğuk, hem de yorgunluktan dolayı aramaktan vazgeçtik.  


3 Ocak 2015 Cumartesi

6 GÜNDE ÜÇ ÜLKE - HOLLANDA


Kızımı ziyarete Düsseldorf'a gitmiştik. Hızlandırılmış bir geziyle Düsseldorf'u tamamladıktan sonra ertesi gün trenle Hollanda - Amsterdam'a gideceğiz. Mercimeğim yakın bir zamanda okulla buraya gittiği için bize katılmadı ama bizim adımıza biletleri önceden almış. Düsseldorf - Amsterdam arası hızlı tren ile yaklaşık 2.5 saat. Tren fiyatları  gidiş - dönüş 40 Euro.        
Trende dört kişilik, ortasında masa olan yerde gençten bir çocuk oturuyor, biz kendi aramızda Türkçe konuşunca dönüp baktı. Türk olduğunu anlayınca izin isteyip karşısına oturduk. Efendi saygılı, Almanya'da doğup büyümüş üniversiteli gençle muhabbet ettik zaman çabucak geçti. Bu arada sınır falan olmadığı için Almanya'dan Hollanda'ya geçtiğimizi evlerin değişikliğinden ve kanallardan anladık. Genç çocuk bize "bazen sınır polisi trende dolaşır ve pasaport sorabilir ama çok sık olmuyor." derken sınır polisi bulunduğumuz  vagona girerek son derece kibar bir halde pasaport kontrolü yapacağını söyledi. AB vatandaşları sadece biletlerini ve kimliklerini gösterirken bizim gibi bir kaç turist pasaportlarımızı gösterdik. Polis bir pasaporta bir de bana baktı, pasaport resmime benzetemedi mi bilemeyeceğim, elindeki optik cihazıyla resmi inceledi, sağına soluna baktı. Utanmasa dişleyip ayarını ölçecek. Neyse geri verdi.

Amsterdam'a indiğimizde soğuğa rağmen müthiş bir kalabalıkla karşılaştık. Tren istasyonu şehrin neredeyse tam göbeğinde Noel tatili olduğu için meydanlar cıvıl cıvıl. Bu arada tarih okuduğum için ilk izlenimim 1600- 1700 yılından kalma binalar, kiliseler, katedraller... Sonra bisikletler.. 

Kalacağımız otel Dam meydanına çok yakın olması gerekiyor. Önce meydanı bulup sonra otelimize varıyoruz. Otelin resepsiyonuna çıkmak için yapılan merdivenler daracık ve dik. Mobilyaları, beyaz eşyayı ve yatakları bu merdivenlerden çıkartmak zor değil, imkansız. Sanırım camdan içeriye sokmuşlar diye yorum yaptık. 
Çekinlerimizi yaptırdıktan sonra dinlenmek için odamıza çekiliyoruz ki o da ne! Odada cam yok. Oda minicik.. Tamam merdivenlerden anlamıştık odanın küçük olabileceğini ama booking.com'da balkonlu odalar görünüyordu. Sonra kafamızı kaldırdığımızda tavana yakın bir yerde bizim banyo pencereleri gibi iki pencere gördük. Hiç yerleşmeden resepsiyona geri döndük.
Filiz'le ikimizin ingilizcesini birleştirirsen orta halli bir ingilizce anca eder fakat o odada kalamayacağımızı rezervasyon yaptırırken balkonlu odalar gördüğümüzü, balkon istediğimizi söyledik. Kız baktı bize odayı veremeyecek bir kaç dakika beklettikten sonra yeni odamızın anahtarını verdi. Yerleştiğimiz odadan aşağıda resimdeki manzara görünüyor. Israr ettiğimiz için isabet etmişiz.

Amsterdam'a gelip kanal turu yapmadan olmaz. Bir saat süren tura katılıp kanallar arasında dolaşıyoruz. Evlere hayranlıkla bakıyoruz. Tarihlerini koruyan bu insanlara hayranlık duymamak elde değil. Bu arada sadece bir yerde inşaata rastlıyoruz. Bizdeki müteahhitler olsa kanala bakan bu evleri yıkar apartmanlar dikerlerdi kesin. Kanal turunda botun içinde Almanca- Felemenkçe - İngilizce etraftaki binalar ve kanal hakkında bilgi veriliyor. Hollandanın en dar evi dikkatimizi çekiyor. Dışarıya bakan tek bir camı var ve iki bina arasına sıkışmış.

Amsterdam bir bisikletler şehri. Kadın erkek, genç, yaşlı, çalışan, çalışmayan herkes bisiklete biniyor. Son derece şık giyinmiş, kadınlar ve erkekler ellerinde evrak çantaları, bilgisayar çantaları,bisikletle işlerine gidiyorlar. Trafik sorunu bisiklet ve toplu taşıma araçlarıyla çözülmüş. İki gün boyunca bir kez klakson sesine rastladım. O da bisiklet ziliydi ve maalesef ben binalara hayran hayran bakarken bisiklet yoluna çıktığım için, bir hanım benden dolayı zili çaldı. 

Gece Dam meydanında bizde taksim meydanında olan konserler gibi bir konser vardı. Buranın ünlü şarkıcıları olduğunu düşündüğüm iki erkek iki bayan sırayla şarkılar söylediler. Şarkılar ağırlıklı olarak dini içerikliydi. Arada Cesus (İsa) nakaratlarından anladım.  

Çiçek pazarında gezerken Mazhar Alanson'un "sana sarı laleler aldım çiçek pazarından." şarkısını mırıldandık fakat lalelere bakmakla yetindik. Geçen yıl büyük kızım lale soğanı almıştı buradan fakat ben onu ekene kadar çürütmüştüm. Tekrar uğraşmayayım. 
Amsterdam'da iki gün boyunca yürüdük, yürüdük. 
yemek için önerilen bazı yerleri defterime not etmiş olmama rağmen meydana bakan sokakta Simit Sarayı'nı görünce tercihimiz belli oldu. Fakat "Patat" denilen patates kızartmasını yemeden olmazdı. 

Maalesef Noel dolayısı ile bir çok yer kapalı olduğu için istediğim müzelere giremedik. Alışverişi düşünmediğimiz için dükkanların kapalı olması neşemizi kaçırmadı. 
Öneri olarak söylemek gerekirse:
Amsterdam Kanal Turu
Rembrand Square 
Çiçek pazarı
Van Gogh Müzesi
Nine Litte Streeets
Spui Meydanı
Dam Meydanı
Amsterdam'ın ara sokaklarında birbirinden güzel evleri görmek, kanallar arasındaki köprülerde resimler çektirmek.