29 Ağustos 2010 Pazar

ANKARA- MARS- KADER


Ankara sıcak ve kuruydu.
Dümdüz bir ovanın üzerinde kurulan şehir tam bir memur kenti.
Trafik İstanbul ile mukayese edilemez. Yine de insanlar trafikten şikayetçi.
Uçaktan indik. Ablamın evi otogara yakın havaalanına uzak olduğundan  otogara kadar otobüsle gitmeye karar verdik. 
Elimizde yük olmadığı için havaalanından otobüse bindik. Bizimle birlikte otobüs bekleyen 6 kişilik İtalyan grup vardı. Merakla etrafa bakıyorlar. 
Otobüs geldi hep birlikte bindik. Otobüste uçaktan inen yolcular olduğu için, üstü başı daha bir düzgün insanlar vardı. 
Bir kaç durak sonra otobüs durdu ve yolcu aldı. Karşımdaki koltukta oturan İtalyan turistin hayretle baktığı yere kafamı çevirince gülmekten kendimi alamadım.

17-18 yaşlarında iki genç koridor boyunca ilerledi. Saçları daha önceki yazılarımdan birinde anlattığım Apaçi denilen tarzda dimdik yukarıya jölelenmiş, bol cepli, fermuarlı kot pantolon, bir gondolu andıran sivrilikte, ayaklarına 5 numara büyük görünen ayakkabılar, yüzler bir ölünün yüzü kadar beyaz ve ifadesiz.
Turist, Türk gençlerini böyle zannedecek diye düşünürken otobüs bir kez daha durdu ve yuh demek zorunda kaldım.
Zayıf uzun boylu başka bir genç otobüse bindi. İlk gelen apaçi gençler bunun yanında mazbut mahalle delikanlısı gibi durdu.
Karşı koltuktaki İtalyan turist yanında bulunan eşine çocuğu göstererek bir şeyler dedi. Yol boyunca ayakta duran genci seyrettiler.
Allahtan ablam ile eniştemin bizi alacakları yere gelmiştik. Otobüsten inerken gençlerin kendini bu kadar çirkinleştirmek için neden uğraştığını anlamadığımı fark ettim. Oysa hepsi pırıl pırıl çocuklar.

Annem Ankara seyahatinde günün bombasını söyleyerek kızımı dumur etti. Yola çıkarken giydiği mini elbiseye bakarak,  "Dikkat et de eteklerine basıp düşme" diyerek inceden lafı yerleştirdi.
20 yıl sonra ikinci kez uçağa binmesine rağmen her gün seyahat ediyormuş gibi hiç bir heyecan belirtisi göstermedi. Sadece camdan dışarıya bakarak, "Kanadın üzerindeyiz, tam buradan kopar bu uçak." diyerek yüreğimizi ağzımıza getirdi.
Kızımla annem yol boyunca konuşup gülüştüler. Bana itibar etmediler.
Dönüşte otobüsü tercih ettik. 40 dakikada gittiğimiz yolu 5 saatte geldik. 
Ankara'yı sevenlerden özür dileyerek, Ankara'nın en güzel tarafının İstanbul'a gelmek olduğunu yenilemek istiyorum.
..
Bu arada 27 Ağustos gecesi, Mars gezegeninin dünyaya yaklaşması sonucu ay büyüklüğünde bir görsel şölen seyretmeyi ümit ederken,  yıldızlardan daha büyük fakat çok parlak gözüken Mars gezegenini ablamın evinden seyretmek nasip oldu.
Mars'ı bir daha çıplak gözle seyretmek kim bilir nerede ve nasıl nasip olacak?

24 Ağustos 2010 Salı

ÜÇ NESİL VE YOLCULUK


Kızım, annem ile bir yerlere gitmekten büyük keyif alsam da en son üç yıl önce birlikte bir şeyler yapmışız.
Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi annem köyde yetişmiş bir kadın olarak çok sıra dışı olduğu için, onunla yolculuk da dahil olmak üzere her ortamdan zevk alabiliyorum.
Biraz iş, biraz da abla ziyareti dolayısı ile annem ve büyük kızımla birlikte Ankara'ya gideceğiz.

Bu üçlü ve iki küçük kızımla, en son 5 yıl önce Ankara Kızılcahamam'a  kaplıcaya gitmiştik.
Annem bukalemun gibi bir kadın. Hemen her yere uyum sağlayabiliyor.
Kaldığımız kaplıca oteli Dönemin Bakan ve Milletvekillerinin rağbet ettikleri hoş bir yerdi.
Sapanca'nın Yanık Köyünde doğmuş, Sapanca'da yaşlanmış bir kadın olarak hiç bir yabancılık hissetmedi. Sanki Her gün Bakanları, milletvekillerini görüyormuş gibi kayıtsızdı,  onlara bakmadı bile. Bu onları tanımadığından değil, oraya dinlenmeye gelmiş insanları bakışları ile rahatsız edenlerden olmamak içindi.
Sadece Merhum cumhurbaşkanımızın oğlunu görünce "Babasına ne kadar da benziyor" diye yorum yaptı.
Benim hatırıma masaj yaptırmış, çok canı yanmasına rağmen gıkı çıkmamıştı.
Akşam yatarken sırtındaki kızarıklıkları görünce çok üzüldüm.
- Madem canın yandı masajı neden yarım bıraktırmadın, dediğimde verdiği cevabı hiç unutmadım.
- Dünya kadar para verdik. Yarım bırakmak olmaz.

Annem ve kızlarımla başka bir kaplıca gezimiz Afyon'a olmuştu.
Yolda ayaklarımı sarkıtmaktan bende " Huzursuz Ayak Sendromu olmuştu."
Ayağımdaki huzursuzluğu unutayım diye yol boyunca beni konuşmaya tuttu, komik şeyler anlattı. 
Tıpkı bir çocuğu oyalar gibi 40 yaşındaki beni oyaladı.
Kaplıca'da  Akşamları yürüyüş yapma teklifimi hiç geri çevirmedi. O sıralar 70'ine yaklaşıyordu.
Akşamları küçük kızımla pişti oynar, çocuklar gibi tartışırlardı.
Sonra da bana döner "Parayla oynamıyoruz. Bu oyun kumara giriyor mu? Bu yaşta günaha girmeyeyim." derdi.

En son Eşimi kaybettiğim senenin yılbaşında Bursa'da bir kaplıca oteline gittik yine kızlarım ve annem.
Kötü günlerdi. 
Ama bazı insanlar vardır ya hani?
Bittiğinizi hissettiğinizde silkeleyip sizi o mahmurluktan kurtarır.
İşte öyledir annem.
Çok iltifat etmez
En çok eleştiriyi ondan alırım.
Ama gözlerinin içinde kayıtsız şartsız sevgisini hissederim.
O bana yeter.
..
Keyifli olmayacağını düşündüğüm Ankara gezisi annemin sayesinde hoş olacak hissediyorum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

DEYİM AMA NE DEYİM


Akşam yürüyüşleri yapıyorum.
Yanından geçtiğim evden adamın sesi duyuluyor. 
" Burası dingonun ağırı mı? Biriniz giriyor biriniz çıkıyorsunuz. Çağır abini geri, bir yere çıkmıyorsunuz."
Belli ki baba çocuklarına bağırıyor.
Çocuklar;
" Babam beni anlamıyor" tarzında odalarına girip kapıyı sertçe kapamışlardır.
O akşam evde soğuk rüzgarlar esmiştir. 
Anne ara buluculuk yapayım diye kendini paralamıştır.
Evden uzaklaştıkça sesler azaldı.
Ben babanın "Dingonun ağırı" sözüne takıldım.
Çok sık kullanılan bir söz ve pek çoğumuz da hikayesini bilmeyiz.


Eskiden Tramvayları atlar çekermiş. İki at Şişhane yokuşunda yorulur, Fransız konsolosluğunun bulunduğu yere gelindiğinde atlar Dingo adındaki Rum vatandaşın işlettiği ağıra götürülürmüş. Oradan başka atlar alınır ve yorulan atlar  dinlendirilirmiş. Gün boyu atların giriş çıkışlarından dolayı Dingo'nun ağırı kalabalık ve kargaşalı olurmuş. 
Zamanla dilimizde giren çıkan belli değil anlamında kullanılmaya başlamış.
Gemileri yakmak
Sezar işgal edeceği ülkelere gemilerle gider. Ordular gemiden çıktığında da gemileri yakarmış. "Bundan sonra ya savaşı kazanırsınız ya da burada esir düşersiniz, sizi geri götürecek gemi yandı" diyerek askerlerinin savaşı kazanmalarını sağlarmış.

Bu iş inada bindi
Adam hiç namaz kılmıyormuş. Bir ramazan vakti arkadaşı;
- Yahu hiç olmazsa bu mübarek ramazanda iki rekat namaz kıl. diyerek ısrar edince onu kıramamış.
Teravih namazına durmuş. Bir rekat, iki rekat, üç rekat, dört rekat derken bakmış namaz bitmiyor; dışarıda onu bekleyen oğluna seslenmiş;
-Oğul sen eve git bu iş inada bindi.

Şirazesinden çıktı
Ciltli kitaplarda iki uçta  kitabı kapağa bağlayan ipli bir kısım vardır. Bu ipe şiraze denir. Şiraze yerinden çıkarsa kitap dağılır. Bu yüzden dağılan bozulan şeylere "şirazesinden çıktı" denir.

Buyrun cenaze namazına
Dördüncü Murat içki ve tütün içenleri şiddetle cezalandırıyormuş.
Tebdili kıyafet içki satıldığı ihbarı aldığı kahveye gitmiş.
Kahveci 4. Muradı buyur etmiş ve sormuş.
- Baba erenler kahve içer misin?
- Evet.
Kahveci hemen kahveyi getirmiş  ve sormuş.
- Peki tütün içer misin?
4. Murat cevap vermiş.
- Hayır.
Kahveci işkillenmiş. Maden tütün içmiyor burada bu saatte ne işi var diye düşünmüş. Padişahın Tebdili kıyafet dolaştığını da duymuştur.Sormuş;
- Baba erenler ismini bağışlarmısın?
- Murat
- Peki isminde Sultan da var mı?
- Elbette. deyince kahvecinin eli ayağı titremiş ve;
- Öyleyse buyurun cenaze namazına. diyerek yere yığılmış.
Yerde baygın yatan kahvecinin durumu padişahı güldürmüş. Canını bağışlamış.









,

20 Ağustos 2010 Cuma

OTOMOBİL UÇAR GİDER


Araba armalarının nasıl oluştuğunu hiç düşündünüz mü?
AUDİ
Amblemdeki iç içe girmiş dört yüzük Araba birliği için bir araya gelmiş dört firmayı temsil ediyor. Audi ismi ise
firmanın eski yöneticilerinden mühendis August Horch'un Latince karşılığı.
ALFA ROMEO
Amblemdeki kırmızı haç soyluluğu, beyaz zemin halkı ve köylüyü, taç giymiş yılan figürü ise Milano'nun soylu Vizcoti ailesinin armasından alınmış.
BMW
Bayern Motor Werken. Yani fabrikanın isminin baş harfleri. Firma önceleri uçak motoru ürettiği için Amblem olarak bir lastik içinde dönen pervane figürü kullanılmış. Bu amblem arabalara da konulmuş.
CITROEN
Üzücü bir hikayesi var.
Şirket sahibi Andre Citroen piyasaya çok iddialı bir şekilde girmiş. Arabasının keskin virajlarda bile kesinlikle savrulmayacağını iddia ediyormuş. Bu denemeyi asker olan oğlu yapmış. Fakat sonuç hüsran olmuş. Genç çocuk virajı alırken arabanın savrulmasıyla can vermiş. Bunun üzerine ölen gencin askerdeki çift açılı çavuş rütbesi arabaya  amblem olmuş.

FERRARİ
1923 yılında bir İtalyan Kontes, firma sahibi Enzo Ferrari'ye hediye ettiği maskot at ferrari'nin amblemini oluşturmuş.
MAZDA
Mahkeme kararı ile yeni bir amblem almak zorunda kalmışlar. Eski amblemleri Renauld'a benzediği için dava açılmış. Mazda davayı kaybetmiş. Şimdi kanatlarını açmış kartal figürünü kullanıyor.
MERCEDES BENZ
Dünyada Amblemi en çok çalınan markadır. ( Deneyimle sabittir. Yıllar önce bizim arabadan da üç beş kez logoyu çalmışlardı.) 
Firma sahibi Carl Benz yaptığı arabaya bir isim bulamayınca Kızının adı olan Mercedes'i uygun görmüş.
Üç ayaklı yıldız figürü havada, karada ve sudaki gücü temsil ediyormuş.
PORSCH
Amblemdeki siyah at Almanya'nın Stuttgart şehrinin armasından, geyik boynuzu ve çizgiler ise Württenberg köyünün flamasından alıntıymış.

ROLLS ROYCE
1911 yılından bu yana kaputtaki zarif şekil bulunuyor. Bu şekil tasarımcının sevgilisi Emilly'i temsil ediyor.
Orjinal adı " Spirit of  ecstasy" yeniliğin ruhu deniliyor. Fakat şekil halk arasında Emilly olarak biliniyor.
TOYOTA
Japon firmanın kurucusu Kirchiro Toyota üçlü elips kombinasyonu ile logosunu oluşturdu. Anlamı; Araba ile müşteri arasındaki sıcaklığı ve ekip ruhunu tasvir ediyor.
SUZUKİ
300 Güzel Sanatlar öğrencisinin katıldığı tasarım sırasında ortaya çıktı. Firma yetkilileri "uzlaştırıcı" buldukları S harfini yüzlerce amblem arasından seçti.

Türkiye'nin ilk yerli otomobili "Devrim" dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürselin talimatıyla Eskişehir Demir yolları fabrikasında içlerinde Necmettin Erbakan'ın olduğu bir gurup mühendis, 4.5 ay gibi bir sürede  4 adet yapılmış. 
Cemal  Gürsel'i Cumhuriyet bayramına götürecekken 200 metre sonra benzin olmadığından dolayı durmuş. 
Cemal Gürsel'in; " Garp kafası ile araba yaptık, garp kafası ile benzin koymayı unuttuk." diyerek tarihe geçmiş sözünden sonra basının da gereksiz eleştirileriyle üretimden vazgeçilmiştir.
Oysa ki  Eskişehir'den Trenle gelen devrim arabalarına  lokomotiften sıçrayacak bir kıvılcımdan benzinin alev alacağı düşünülerek  çok az benzin konmuş, Arabayı yapan ekibin bunları anlatmasına her ne hikmetse fırsat verilmemiş.


19 Ağustos 2010 Perşembe

SAHİBİNDEN GARİPLİKLER


Kiralık ve satılık ilanların bulunduğu bir sitede ilginç ilanlar başlığında satılık objelere bakıyorum.
Şöyle bir ilana rast geldim.
"Meraklısına sırtında kalp resmi bulunan sütlü  inek."
Resimde de gördüğünüz gibi ineğin sırtında hakikaten kalp şekli var. Uyanık sahibi bunu fırsat bilmiş.
Ben meraklısına lafını merak ettim. Kaç kişi üzerinde kalp resmi olan bir inek olsa da alsam der ki?  Fiyatı da sıfır kilometre yerli bir arabanın yarısı kadar.

Başka bir ilanda masaüstü alışveriş arabası satılıyor.
Çorumdan satışa çıkan ürün için, "Masaüstü alışverişleriniz için." denmiş. 
Ben anlamadım, belki bir anlayanınız çıkar. Fiyatı ile 5 kez sinemaya gidebilirsiniz.
Allahtan kargo ücretsizmiş.


İlan şöyle, "Siz de masamdaki kalemler bir şekilde kayboluyor diyenlerden misiniz? Ya da doğanın dengesi bozuluyor diye üzülüyormusunuz? Kaktüs şeklindeki bu kaleme kimse el süremeyecek.. Pazarlık yapılmaması çok önemli ricadır."

Bu ilginç ilan aslında sanki işe yarar gibi görünüyor siz ne dersiniz?
"Aslında hepimizin kapıda bir ayağa ihtiyacı yok mu?. Özel tasarımlı ayakkabıyı kapınızın arasına sıkıştırın, kapınız karizmatik şekilde açık kalsın. Sadece 99 adet."

Karadenizli yapmış yapacağını.
Bu ilanı okuyunca " Valla benim aklıma gelmişti" diyeniniz olacaktır.
"Kalem çay artık dünyada. Kalem çayınızı poşetinden çıkarıp suya daldırıp karıştırın. 30 saniyede çayınız hazır."

İlanı aynen yazıyorum.
"Bir tanıdığımın hediye ettiği jogo cinsi papağanımı satıyorum. Bana papağanı veren tanıdığımla bütün ilişkimi kestim. Kerpeten'i ( papağanın adı) Bir Pet Shop'a sattım adam parasını da istemeden kuşu geri verdi. 
Satın alan kişiye kardeşimin parmağını  kopardığında aldığımız ilk yardım setini hediye edeceğim. Kafesi nadiren açabiliyorum yemin ederim ailemizi perişan etti."

Çok şık ters saat. 
Rakamları ters yerleştirilmiş bu duvar saatinin akrep ve yelkovanı da bildiğiniz gibi gitmiyor. Bu saat bir çeşit Benjamin Button tarzında çalışıyor. Saati tahmin etmeniz için epey bir kafa yormanıza neden oluyor. Hayat bana kolay saat ters olsun uğraşırım diyorsanız, ters giden saati  uçak şirketlerinin ucuz bilet kampanyaları kadar bir paraya kıyarsanız satın alabilirsiniz. Not düşmüşler. Pil ayrı olarak satılıyor.

Bu ilan ilk ve tek burada diyor.
Karınca Yuvası.
NASA'nın bir deneyinden esinlenilerek yapılmış. Şeffaf dolgu materyali karıncaların büyümesine ve koloni kurmalarına olanak sağlayıp, onlara gerekli besini de sağlıyor. şeffaf olduğu için dışarıdan gözlemlemek kolay oluyormuş.
Gözlem yapabilmek için yanında büyüteç de veriliyormuş.
Karıncalar pakete dahil değilmiş. Onları bulmak size kalıyor denmiş.
Fiyatı ile yukarıda ucuz uçak bileti almamıştınız ya, dönüşü de almayın bir zahmet. Karınca yuvası alacaksınız çünkü. Karıncalar da bahçeden.
...
Rahmetli babamın bir sözünü hatırladım, buraya da yazmıştım.
"Ne işim var  dayıcım karıncayla."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

ANAOKULU


Küçük kızım Elif sordu; "Anne sen Anaokulundayken oyuncaklarınız nasıldı?"
Vereceğim cevaba şaşıracak.
Benim zamanımda Sapanca'da bırakın Anaokulunu iki tane İlkokul bir tane de Lise vardı.
Benim okuduğum Alaçam ilkokulu, Ablamın okuduğu Kemalettin Sami Paşa İlkokulu ve Sapanca Lisesi.
(Şimdi Bir sürü ilkokul, Lise hatta yüksek okul bile var.)
Kızıma ciddiyetle cevap verdim.
- Bizim zamanımızda her çocuğa bir bilgisayar verilir, oynadığımız Barbie'leri  evimize götürebilirdik.
Hatta her gün dondurma ve pasta yerdik.
Çok abartmış olacağım, İnanmaz gözlerle yüzüme baktı.
Üç kızım da 4 yaşından sonra  okuluna gittikleri için Anaokulunu da İlkokul gibi zorunlu zannediyorlar.
Onların Ana okullarından aklımda kalan en komik şey  okulda makarna, pirinç, fasulyeden yaptıkları garip nesneleri eve getirip Tübitak'dan ödül almış muamelesi yapmamızı istemeleriydi.

Çocuklarım büyüdüğü halde nasıl bir algıda seçicilik yapıyorsam anlayamıyorum ama şu sıra gözüm Anaokulu ilanlarına gidiyor.
Başbakanımız Üç çocuk yapın dedi ya, bu durum en çok Anaokulularının işine gelmiştir herhalde diye düşünüyorum. Bol çocuk, bol iş.
Anaokuluları o kadar çok olunca isim bulmakta da zorluk çekiliyor olsa gerek.
Bazı isimler çocuklar üzerinde baskı kurmuyor da değil.
"Minik Dehalar" adında bir okula giden çocuk arkadaşlarından biraz geri kalsa annesi şaplağı patlatacak.
" Dünyanın parasını verip seni dehaların okuluna yolluyoruz. Sen çöp adam bile çizemiyorsun."

Anaokulu isimleri genelde popüler çizgi film karakterlerinden ya da masal kahramanlarından seçilir.
Büyük kızımın gittiği Anaokulu o dönemin fenomen kukla programı Susam Soğağı'nın kahramanı olan "Minik Kuş"tu.
Avrupa'da Anaokuluları isimleri genellikler çabuk bulunsun, tarifi daha kolay olsun diye bulundukları mahallenin, sokağın adı olurmuş.
Bizde de zaman zaman bulundukları semtin adı ile anılan okullar olsa da, ekseriyetle veli-çocuk endeksli düşünülür, o şekilde isim bulunur.
Anaokulu isimleri araştırdığımda o kadar gerip isimlerle karşılaştım ki sizlerle paylaşmadan edemedim.

Nasrettin Hoca Anaokulu
Hicret Anaokulu (Hicret'i hatırlamayanlar bir zahmet Peygamberimizin hayatını okusun. Bakın 6 yaşındaki çocuk biliyor.)
Latife Hanım Anaokulu ( Latife Hanım bildiğimiz Latife Hanımsa çocuğu bile yoktu rahmetlinin.)
İsmail Fakirullah Anaokulu ( Bu okulun ismini duyup korkmayan bir çocuk düşünemiyorum.)
Minik Kalpler Anaokulu
91.000 Dev Öğrenci Sevgi Anaokulu ( 6 Yaşında bir çocuk okulunun adını söylerken ne de zorlanıyordur.)
Alişko Çocuk Kulübü ( Çocuklara Türkçe Böyle öğreteceğiz.)
Kaplumbağa Anaokulu
Uçan At Bebek Ve Çocuk Evi ( Çocuklara atların uçamayacağını nasıl söyleyeceğiz.)
Biliş Anaokulu ( O da ne ki!)
Zübeyde Hanım Anaokulu ( Bu isimde Anaokulu çok var. Geleceğin Atatürk'lerini yetiştiriyoruz demek istiyorlar herhalde.)

Dedesi Ana okula yeni başlayan Ahmet'e sordu.
- En sevdiğin arkadaşın kim.
- Pınar.
- Neden Pınar'ı seviyorsun?
- Pınar bütün sınıfa Grip bulaştırdı. Bir hafta okula gitmedik de ondan.

17 Ağustos 2010 Salı

17 AĞUSTOS


1969 depreminde 8 yaşımdaydım. Depremi çok iyi hatırlıyorum. Yine böyle bir yaz günü annemle birlikte evimizin karşısında ki akrabamızın bahçesindeydik. Annemle ev sahibi evin önündeki sedirlerde oturuyorlar, ben de bahçede dolaşıyordum. Evin duvarına yaklaştığımda iki katlı binanın çatısından tam ayaklarımın dibine kiremitler düştü.
Başıma düşmemesi mucizeydi.
O sırada bahçedeki kadınların çığlığını duydum ve yanlarına gittim. Ev sahibimiz Feyhan yenge çığlık çığlığa bağırıyor, annem ve diğer kadınlar da onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
Sonra annem elimden tutarak beni eve götürdü. Ablam babaannem ile birlikte başka bir akrabamızın evindeydi.
Ev yerle bir olmuş, ablamlar son anda kendilerini dışarıya atmışlardı.

Bundan sonra hatırladığım Rahmetli halamın dört çocuğu ile evimize yerleşmesidir. 
Evimiz tek katlı taş bir ev olduğu için depremden etkilenmese de herkes gibi biz de bahçede kocaman çadırlar yaptık.
Aylarca herkes bu çadırlarda yaşadı.
Halam o sıralar İzmit'te bir apartmanda yaşadığı için korkudan oraya gidemedi. Polis olan eniştem bizden işe gitmeye başladı.
Halam en büyüğü 6 yaşında olan 4 çocuğu ile çadırda çok zorlansa da deprem ailemizde bir kayıp yaşatmadığı için bir süre sonra alıştı.
O yıllardan çok sonraları bile ne zaman deprem konuşulsa aile fertleri halamın çocuklarının yaptığı yaramazlıkları gülerek
anlatıp durdu.

Yaşadığım ilk depremin ardından 30 yıl geçtikten sonra ikinci büyük depremi İstanbul'da gördüm.
Yine bir yaz gecesi, fakat bu sefer gece yarısı..
Küçük kızım Elif henüz 2 yaşında. Her zaman ki gibi uzun saatler ağladıktan sonra zorla uyumuş. 
Depremle birlikte ilk endişem "Eyvah Elif uyanacak." olmuştu.
Korkmuştuk, çok uzun sürmüş, hiç bitmeyecek sanmıştık.
Radyodan dakika dakika deprem haberlerini alıyor, endişeleniyorduk.
Ailem Sapanca'daydı.
Telefonlar kilitlenmişti.
Sonunda herkesten haber aldığımızda şansımıza şükredip, başkalarının ölenlerine  çok üzüldük.

Bugün 17 Ağustos. Depremin üzerinden tam 11 yıl geçmiş. 
Birileri çıkıp her an tekrar olabilir diyor.
Birileri ABD'nin işiydi o deprem diyor.
Birileri  subaylar içki içti ondan Gölcük'te oldu diyor.
1969 yılında Sakarya'da belki de üç beş kişi içki içiyordur. Orada neden oldu acaba?
Deprem dede Ahmet Mete Işıkara unutuldu.
Oysa ki Bir dönem Türkiye'nin en seksi erkeği seçildiği bile olmuştu.
Eğitim kurumları, Televizyonlar paylaşamıyorlardı.
Bu iki depremde de binlerce kişi öldu.
..
Bu arada bundan 6 önce Japonya Okinava adası yakınlarında 7.3 büyüklüğündeki depremde can ve mal kaybı olmadığı bildirildi.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

MUTLULUĞUN RESMİ


Amerika'da Tıp Fakültesinde, Profesör Öğrencilerine bir soru sordu.
"Bir hasta düşünün; Konuşamıyor, sizin yardımınız olmadan yerinden kalkamıyor, tuvalete gidemiyor, garip seslerle bağırarak konuşuyor, yemeğini sizin yedirmeniz gerekiyor, gece yarısı bağırarak uyanıyor ve uzun bir süre gürültü yapıyor. Siz onu sakinleştirmeden de uyumuyor. Böyle bir hastaya  istekle ne kadar süre bakabilirsiniz?"
Öğrencilerden bazıları 1-2 gün, bazıları bir hafta, bazıları da hiç bakamayacaklarını söylemişler.
" Böyle birine bakan olur mu?" diye sormuşlar.
Profesör gülerek yanıt vermiş.
" Annelerinize bakın.
 Bebekliğinizden itibaren aklınız erene kadar en az iki yıl yukarıda söylediğim şeyleri yapmıyormusunuz? Bunun karşılığında her defasında gülerek altınızı temizleyip akan salyalarınızı silmediler mi, gecenin bir vakti ağlayıp ortalığı birbirine kattığınızda sizi sakinleştirmediler mi? Ve bu yaptıklarını isteyerek severek yapmadılar mı?"

14 Ağustos günü küçük kızımın doğum günüydü. Ailenin en küçüğü olmasının etkisi mi, yoksa 9 yaşında babasız kalmasından mı bilemiyorum onun mutluluğu bana huzur veriyor.
Kızlarımın arasında asla bir ayrım yapmasam da küçük olan hep küçük olarak kalıyor.
Doğduğunda 30'lu yaşların ortalarındaydım.
İki yıl boyunca geceleri uyku yüzü görmedik. O kadar ağlardı ki alt komşularımız sesini duyar, gelir biraz da onlar ilgilenirdi.
2 Yaşında düştü ön dişlerini kırdı, 3 yaşında parkta sallanan salıncağa çarptı yanağını deldi.
4 yaşında ablasının buz pateni yaptığı piste kendini atarak paten yapanların ona çarpmamak için birbirlerine çarpmalarına sebep oldu,bazıları yaralandı.
5 yaşında elinde porselen tabakla düştü parmakları 8 dikişle düzeltildi. 10 yaşında havuz kaydırağından kayarken ayağını kesti dikiş atıldı. 
..
Üçüncü çocuğumuzun kız olduğunu öğrenince isim koyma işini diğer kızlara vermiştik.
Elif taktılar.
Arapça'da İlk ve Tek demekmiş.
İlk çocuğum kadar mutlulukla, tek çocuğum gibi sevgiyle büyüttüm.
İyi ki doğdun Elif..


13 Ağustos 2010 Cuma

ALAF - ÇAPŞI - SABAHLAMA


Kızlarımdan ve onların arkadaşlarından takiple yeni nesil arkadaşlıkları çok içli dışlı buluyorum.
Şimdi bana dinozor diyenleriniz olacaktır. Evet kabul ediyorum dinozor olabilirim. Fakat sizde kabul edin durum aynı söylediğim gibi. 
Sevgilisi olan gençler kredilerini çok çabuk bitiriyor, ya sürekli kavga ediyorlar, ya da birbirlerine yeterli ilgiyi göstermiyorlar. Sratbucks buluşma mekanları. Arkadaşlıklar ışık hızında başlayıp bitiyor.

Bizim zamanımızda ( Eyvah bu sözle başlamayı hiç düşünmüyordum.Yaşlılık belirtisi..)
Bir erkek ile arkadaşlık yapmanın bir kaç yolu vardı. Ya okulda tanışacaktınız, ya bir düğün, nişan cemiyetinde, ya da çerkez muhabbetlerinde.
Okulda arkadaşlık yapmak en kolay yoldu. Çünkü muhtemelen aynı sınıfta oluyordunuz, ya da yan sınıfta. Ortak bir kız arkadaşınız vasıtası ile tanışır bütün tenefüz siyam ikizleri gibi gezerdiniz. Okul dışında görüşmek muhtemelen mümkün olmaz, yaz tatillerinde " Eylülde gel." şarkısı ile oyalanılırdı. Bu süre zarfında erkek arkadaşınız abinize görünmeden evin önünden iki kez geçse şanslıydınız. Abiniz yoksa bile mahallenin gençleri bir radar misali yabancı genci hemen fark eder sorguya alırdı.

Düğün veya nişanlarda ya da kına gecelerinde tanışma daha göz önünde olur herkes fark ederdi. Sapanca'ya özgü Çapşı denilen bir oyun vardır. Oyun meydanının ortasına bir genç gelir. Etrafta oturan başka bir genci meydanın ortasına yanına çağırır, çağrılan genç avucunu açar, çağıran da onun avucuna hafifçe vurarak yerine oturur. Bu sefer diğer genç oturan başka birini çağırır ve bu bir çeşit selamlaşma gibi sürüp giderdi. Bu oyun sırasında gençler beğendikleri kızları oyuna çağırır, aynı kişiyi birkaç kez çağırdıysa o genç diğerinden hoşlanıyor kabul edilirdi.
Bu oyunda kızlar da erkekler de rahatlıkla beğendikleri gençleri  oyuna çağırabiliyorlardı. Çağırılanın oyuna gelmemesi ayıp karşılanır, bu oyunu oynamak istemeyen birkaç "aklı evvel" oyun alanından uzakta muhtemelen yakındaki bir evin camından oyunu seyrederdi. ( O aklı evvellerden biri ben oluyordum..Aptalmışım.)

Başka bir tanışma yöntemi bu tanışmalar içinde en eğlencelisiydi. 
Genelde köylerde olur, köye misafir gelen gençlere yapılan muhabbet geceleriydi. 
Köye şehirde yaşayan akrabaların genç kız ve erkekleri geldiğinde, köyde yaşayan bütün gençler o eve hoş geldin demeye giderler, evin yaşlıları birkaç saatliğine evi gençlere bırakırdı. Köye misafir gelenler kızsa köydeki gençlerden biri flörte başlar. Ona iltifatlar eder muhabbet koyulaşırdı. adına "Alaf" denilen muhabbetler asla saygı sınırını geçmez, kimse kimseyi rahatsız etmezdi. Köyün genci misafir kıza evlenme teklif eder, kız kabul eder, hatta gecenin sonunda bu gençler çocuklarına koyacakları isimleri bile gülerek tartışırlardı.
Gecenin sonunda hiçbir şey olmamış gibi herkes evine dağılır. Bu Alaf muhabbeti başka bir muhabbete kadar sona ererdi.
..
Birde "Sabahlama" denilen eğlence vardı. Eskiden kedi tırmalaması, köpek ısırması vakası çok olduğu için gerekli önlemler alınsa da ısırığın üzerinden 40 gün geçtikten sonra ısırılan kişi o gece sabaha kadar uyutulmaz. Bu bir eğlenceye dönüşürdü. Sabahlama'lar o kadar neşeli geçerdi ki gençler " Ya köpek ısırsaydı" adı altında olmayan ısırığa sabahlamalar düzenlemeye başladılar.  Mahalleye misafir gelenler veya sabahlamayı duyan komşu köylerden gençler bir evde toplanır, yazsa bahçede, Abaza dansları, Çerkez oyunları, Kasap havaları, Horonlar eşliğinde  zevkli saatler geçirilirdi. Kalabalık gruptan biri mutlaka bir çalgı çalabiliyordu. 
Şimdiki gençlerin gitarla sahilde  "Akdeniz Akşamları" eşliğinde söyledikleri şarkılar ve dansların ya da tabu gibi oyunların tersine Yüzük oyunları, Tıp, Nesi Güzel, gibi  oyunlar oynanırdı.
Gençler kedi köpekten korkmak bir yana ısırsın diye dua ederdi.
..
Eskiden gençlik de genç olmak da güzeldi..

12 Ağustos 2010 Perşembe

ŞEHİRDE RAMAZAN VE NOSTALJİ


İstanbul şehri ramazan ayında çılgına döner. 
Bir Devlet dairesine gidersiniz memur oruçlu olur, sinirlidir, sigarasızlık başına vurmuştur. Bir şey sorarsınız  "Zaten oruçluyum...." ile başlayan zehir zemberek laflara maruz kalırsınız. Sanki oruç tutmasının müsebbibi sizsinizdir. 
En iyisi bir ay boyunca Devler Dairelerinden uzak durun. 
Mesai saati bitimlerinde mümkünse trafiğe çıkmayın. Yapılan araştırmalara göre Ramazanda mesai saati bitiminde yapılan kazalar normal günlerden daha fazlaymış. Malum herkes bir an evvel eve koşup oruç açmak istiyor.
Trafikte kimse kimseye yol vermiyor ve hız yapılıyor.

Hoşgörünün hakim olması gerektiği bu ayda insanların yüzünden düşen bin parçadır. Nedeni belli oruç tutuyoruz.
Pide kuyruğunda kavga çıkar, Banka kuyruğunda kavga çıkar, trafikte kavga çıkar, Camiye giderken park ettiğin aracın arkasına başka bir araç park etmiştir kavga çıkar. Nedeni malum oruçluyuz.
Kısacası şehirde oruç tutmak daha zordur.
....
Sapanca'da yaşadığım yıllarda Ramazanlar daha anlamlıydı. Hastalık veya herhangi bir sebepten oruç tutmzasak rahatsız olurduk. Oruç tutmadığımızı ev halkı haricinde kimse bilmezdi. Oruç tutmayan evdeki işlerin pek çoğunu yapmakla yükümlüydü. Bir de yemeklerin tuzunu kontrol etme görevi onundu.

Şimdi satılmadığını düşündüğüm Ramazan Simitleri vardı.  Pidelerin ortası açık olanına simit denirdi. Sadece Ramazanlarda çıkardı. Annem bunları dört- beş parçaya ayırır, içlerine peynir ve maydanoz karışımı koyar ve kapatırdı. Sahurda yumurtaya bular yağda kızartırdı. Peynirli pidenin tadını hiç bir şeyle değişmezdim. Hatta çocukken sırf peynirli pide yiyeceğim diye oruç tuttuğum bile olurdu.
Büyük babam iftara yakın elinde kağıda sarılmış taze pidelerle gelirdi. Babaannem " Neden iki pide aldın çok alsaydın?" diye sorar o da yolda iki tanesini birilerine dağıttığını söylerdi. 
Sadece büyük babam değil, mahallede çarşıya kim çıktıysa pideyi çok alır konu komşuya dağıtırdı. Yardımlaşma ve komşuluk had safhadaydı.

Ramazanda annem ve ablamla birlikte köye dayıma giderdik. Dayımın altı çocuğu içinde şimdi rahmetli olan kuzenim Emine ile çok iyi anlaşırdık. Evlerinin bahçesinde diğer kuzenlerimle birlikte geç vakitlere kadar koşar oynardık.
Gece Ramazan davulcusu gelirdi. Ama buradaki davulcular bildiğimiz davulcular gibi davulunu çalıp gitmez, " Hasan amcaa... İsmaiil.." diye dayımı ve kuzenimi çağırırdı. 
Çünkü köydeki davulcular köyün gençlerinden oluşur ve muhtemelen kuzenimin arkadaşı olurdu. 
Dayımın evi köyün en ucunda olduğu için davulcunun işi burada biter genellikle dayımlarda sahur yapılırdı. 
Dayımlarda sahur yapmak demek, çocuklar ayrı büyükler ayrı yemek yemek demekti.
Dayım ve yengem  6 çocukla birlikte  8 kişiydiler. Annem ablam ve ben de onlara katılınca  kalabalık olurduk. Köy yerinde çok büyük masalar da olmadığı için iki ayrı sofra kurulur, ablam ve kuzenim mihriban abla büyüklerin masasına oturur, biz altı çocuk yer sofrasında neşe içinde yemeğimizi yerdik.

Sabah ezanı vakti dayımın sesini duyardık. " Aysel, Mihriban, Emine, İsmail,  hadi namaza.."
Kuzenlerim ikilemez hemen kalkar, abdes alır namaz kılmadan  yatarlardı. O genç halleri ile sözde dayımı kandırıyorlardı. 
Yıllar sonra dayım yaşlandı. Bizler evlendik. Çoluk çocuğa karıştık. Bir aile meclisinde dayıma bunu söyledik. Dayım gülerek şöyle dedi;
" Ben sizi kaldırarak görevimi yaptım. Ondan sonrası sizin görevinizdi."
Sevgili dayım 60 yaşında kalp krizinden vefat etti.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

RAMAZAN


Bu gün ramazanın ilk günü.
Ağustos ayında oruç tutmak insanın nefsi ile mücadelesinin tam karşılığı olsa gerek.
13 yaşımdan beri oruç tutmaya çalışıyorum.
Ramazanı her mevsimde yaşadım.
Yine böyle yaz Ramazanları çocukluk yıllarıma denk gelir.
Büyük babam, babaannem, annem, ablam, abim ve ben ( Babamı hatırlamadığıma göre sanırım hapiste.)
Kocaman bir masanın etrafında pilav ve üzüm hoşafı yediğimizi hatırlıyorum.
Büyük babam pilavsız sahur yapmazdı. Gece yatmadan tencerelerde şehriyeli pilav pişer, soğumasın diye sofra bezlerine iyice sarılırdı. Üzüm hoşafı ılık olur, herkesin önüne bir tas koyulurdu.
Annem ve babaannem gündüzden kıymalı, patatesli kol börekleri yapar sahura hazırlardı.

Akşamdan annemi tembihler " Sakın beni uyandırmayı unutma!" derdik.
Uzun yıllar bizim yanımızda yaşamış olan kuzenimin hem yaşı küçük hem de çok zayıf olduğu için annem bazı geceler onu kaldırmak istemezdi. Ertesi sabah ortalığı birbirine katardı. Gece kalksa da zaten ertesi gün orucu bozduğu olurdu.
Abim hem çalışıp hem de oruç tutuğu için çok pohpohlanır istediği yemekler yapılırdı.

Bu Ramazanlardan birinde abimin verdiği harçlıkların azaldığını farkettim. Kuzenime benden daha fazla harçlık veriyor ve onun bir dediğini iki etmiyordu. Bozuluyor ama bu işin içinde birşeyler olduğunu seziyordum.
Ramazanın ortalarına doğru Kuzenimin abime bağırdığını duydum. " Bana para vermezsen, seni yengeme söyleyeceğim." Abimin beti benzi attı. Annem bunu duyup nedenini sorunca iş açığa çıktı. Abim bir süredir oruç tutmuyor ama tutuyormuş gibi yapıyordu. 
İstediği her yemek yapılıyor, hoş tutuluyor diye söylemeyi de düşünmüyordu. Fakat kuzenim bunu su içerken yakalamış ve şantajlar başlamıştı.
O Ramazan abim afaroz edildi. Oruç tutmadığından ziyade ev halkını kandırdığı için çok tepki aldı. 17 yaşlarındaki abim ile 9 yaşındaki kuzenim bir süre birbirlerine horozlandılar. Sonra iş tatlıya bağlandı. Harçlıklar tekrar verilmeye başlandı. Çünkü kuzenime uzun süre kızmak mümkün değildi. O ailemizin en küçük ferdi idi.

Yıllar sonra abim ile kuzenim arasında benden daha sıkı bir kardeşlik ilişkisi oluştu. Çünkü onlar çocukken bir sırrı paylaştılar.
Şimdi bile abim sıkıntısını derdini kuzenimle daha iyi paylaşır. Kuzenim de onun hakkında kimseye laf söyletmiyor.

10 Ağustos 2010 Salı

KADIN KADININ KURDU


Bir yerde şöyle bir yazı okumuştum.
"Kadınlar başka kadınların beğenisini önemseyerek giyinirler."
Arkadaşlarınızdan biri; "Aslında sana kırmızı çok yakışıyor ." dese ve siz kırmızı rengi hiç sevmeseniz bile ilk alışverişte gözünüz kırmızıya gidecektir.
Aynı şeyi eşiniz veya erkek arkadaşınız söylediğinde  "Ne anlar renkten" diye içinizden geçirme ihtimaliniz fazla.
Kadınları daha çok önemsiyoruz. Onların hayatları ile daha çok haşır neşir oluyoruz, onları kıskanıyoruz, onları çekemiyoruz, onların pek azına" Helal olsun" diyoruz.

Güzel bir kadın gördüğümüzde "Güzel ama soğuk." da diyen biziz.  "Ben de o kadar makyaj yapsam daha güzel olurum." diyen de.
Bir mevkiye geldiğimizde bizi al aşağı edebileceklerin hemcinslerimiz olduğunu biliriz. 
Bir araya geldiğimizde söz dönüp dolaşır üçüncü bir hemcinsimize mutlaka gelir.
 "Aslında çok seviyorum ama" ile başlayan cümleler kurarak birbirimizi eleştiririz.
Bir kadın kilo verse bundan en çok rahatsızlık duyan, ondan bir kilo fazlası olan arkadaşıdır. Arkadaşımızın eşi ile arası açık olsa gece gündüz yanından ayrılmayız.  Omuzumuzda ağlamasına izin veririz. Bizden daha mutlu bir hayatı olsa  pek de işimize gelmez.
Ortak arkadaşımızı eşimize anlatırken "Sedef kocasına nasıl  kaba davranıyor. Herkesin içinde onu rezil ediyor. Ama en büyük pırlanta yine ona alınıyor." diyen çoktur.

Sevgili arkadaşımızın kocası zavallı , arkadaşımız ise cadının tekidir.
Farklı bir mekandaysanız "Funda'nın kocasını bir kadınla yakalasam." diye hayal kurarsınız.
Bu kötü niyet değil,  Funda'yı sevmediğinizden hiç değil, sizden iyi bir evlilik sürdürdüğünü düşündüğünüzdendir. İçten içe  biraz burnu sürtsün dileğidir.
Bazı Funda'lar çok akıllıdır. Sürekli eşinin pinti olduğunu, hayatının sıkıcı olduğunu söyler. Bu şekilde arkadaşlarının kötü düşüncelerini bertaraf eder.
Bazı kadınlar AB gurubu kan gibidir. Sürekli alır ama kendisi ile ilgili bir şey anlatmaz. İstatistiklere göre  en çok boşanma yaşayan kadınlar da bunlardır.
Bir arkadaşım söyle anlatıyor;

" Evimizde bağırış çağırış eksik olmaz. Eşim çabuk küser, oğullarım ve ben onun gönlünü almak için çabalarız. Ama birbirimizi  çok severiz. Kavgamız da mutluluğumuz da ortadadır.
Bazen yan komşular sesimizi duyacak diye panik olurum. Yan komşum sessiz sakin kendi halinde bir kadın. Eşi ile  neredeyse fısıltıyla konuşacaklar. Gürültümüzden dolayı özür dilerken bile yorum yapmaz.
Derken bir sabah yan komşum olan kadını eşine ait  takım elbiseler, ayakkabı, kazak gömlek ne varsa poşetlere tıkmış çöp odasına atarken gördüm. Ayrıldıklarını duyduğumda çok şaşırmıştım." demişti.
Bravo dediğimiz kadınlar tam da o kadınlardı.
çevremizde kaç  kadın kızıp ta eşinin giysilerini çöpe atabilirdi..
..
Kısacası kadın kadının kurdu.
Kadın aslında kendinin de kurdu.