31 Ekim 2011 Pazartesi

PLAN


"Bir süredir yazılarımı yazamadım. Süreklilik benim için önemlidir" demiş Yekta Kopan" Fil Uçuşu" adlı Blogunda. Tam benim içimdekileri yazmış.   Çok istediğim halde, yedeklerim olduğu halde sıcağı sıcağına bir şeyler yazamadım. Takip edenlerden, "Nerede yazıların?" diyenlerden özür diliyorum.
Kuzenim bir süredir Sapanca'daki evini satıp, İstanbul'a taşınmayı düşünüyor. Çünkü  tek kızı İstanbul'da okuyor dolayısı ile kızıyla daha fazla zaman harcamak istiyor.
Kocaman bahçesinde çeşit çeşit çiçeklerin olduğu  iki katlı, sevimli bir evi var oysa.

Bir süredir satışa çıkartmasına rağmen satılmamasını garip bulduğumda daha garip ve unutamayacağım bir şey söyledi.
"Ben bu evi ne kadar satmayı istiyorsam, aynı derecede bu evi almak isteyen biri olmalı, almak isteyenin zamanında parası olmalı, ben bu evi sattığımda İstanbul'da alabileceğim ev hazır olmalı, yani o evi de birileri satmak istemeli. Görüyor musun küçücük bir isteğimiz için ne kadar çok plan yapılması gerekiyor."
Böyle bir düşünce içine girdiğimde kaderimizin ne kadar ince ayrıntılarla şekillendiğini görüp dehşete düşüyorum. Şimdi yazmaya hazır olmadığım ama yıllar sonra belki paylaşabileceğim bir çok ayrıntıya baktığımda hayatta hiç bir şeyin tesadüf olmadığını anlıyorum.Tesadüflerin hayatımızı değiştirme olanakları yok aslında, hatta tesadüfler yaşantımızı şekillendiren planın küçücük parçaları. 

Çok kaderci olduğum söylenmez ama kaderin değiştirdiği hayatlara şahit oldum. 
Bir süredir yazamadım, ama aslında yazacağım konu bitmedi..
Hayatta olduğumuz sürece hayata dair konular çoğalarak varlığını sürdürecek.
Sadece bizim gören gözlerimiz, hisseden kalbimiz hangi konuda ne söyleyeceğimizi belirleyecek.
Yıl 1939. 
Margareth Mitchell Amerikalı çiftlik sahibi bir adamın karısıydı. Evinde çocuklarıyla sıradan bir hayat sürüyordu. Ev kadınlığından sıkılmıştı ama yapacak bir şeyi de yoktu. Bu yakınmaları karşısında kocası ona "Yaz o zaman." dedi.
Margareth bir roman yazdı.  Romanı o kadar tutuldu sevildi ki sinemaya uyarlandı. 10 dalda Oscar ödülüne sahip oldu. Amerikan Film Akademisinin hazırladığı en iyi 100 film arasında 4. sıraya yerleşti. 
"Rüzgar Gibi Geçti" romanının yazarı Margareth Mirchell o kadar ünlü oldu ki kıskanç komşusu şöyle dedi.
- "Romanın tahminlerimin üstünde güzel olmuş. Kime yazdırdın?"
Yazar zekice cevap verdi;
-"Beğendiğine sevindim,  kime okuttun?" 
...
Bu konuyu niye yazdım?
Tahmin edin?






27 Ekim 2011 Perşembe

VAN DEPREMİ VE JAPON HASSASİYETİ


Van depremi doğaya karşı ne kadar çaresiz, insanlığımızı hatırlamamız için nasıl bir fırsat yaratıldığını hatırlattı bizlere. Çünkü bu coğrafya da yaşayan  hemen herkesin depremle bir bağlantısı olmuştur. Erzincan'dan Kütahya'ya, Sakarya'dan Van'a kadar hemen her yerde depremi yaşıyoruz.
1967 yılında 7.2 şiddetindeki depremde çocuk olmama rağmen evin çatısından tam yanıma düşen kiremitten mucize eseri kurtulmuştum.
Sonra 1999 depremini İstanbul'da yaşadık. Yaşadığımıza şükrettik.  
Ölümlerin ardında acı hikayeleri dinledik, başka ülkelerdeki depremleri ta içimizde yaşadık.

Van depreminde her mucizeyi gözümüz dolarak izledik.
Bu arada sosyal paylaşım sitelerinde ve gazetelerde bir yazı dikkatimi çekti. Van depreminden sonra Japonya'da büyükelçilik binamızın posta kurusu japonların mesaj ve yardım mektuplarıyla dolup taşıyormuş. Bu yıl 12 Mart tarihinde 8.9 şiddetindeki deprem ve ardından gelen tsunami ile büyük felaket yaşayan Japonya, Van halkına duygularını yazmış. 
Tokyo'daki büyükelçilik binasına zarf içinde para bırakıp kaçan Japon halkı paranın yanında not bırakmayı ihmal etmemiş. Elçilik Japonya'dan gelen para yardımının 100 bin dolar olduğunu belirtiyor. 

Depremlerin ardından sukünetle yaralarını sarmaya çalışan, enkaz altında buldukları para ve değerli eşyaları görevli kişilere teslim eden bu metanetli insanlar bakın neler yazmış;
"Öncelikle başsağlığı diliyorum. Aynı yılda aynı kıtanın iki farklı ucunda büyük felaketin olmasına üzüldüm. Tarih öğretmeni  olduğumdan Türk insanının cesaretini, Atatürk'ü çok iyi biliyorum. En kısa sürede normal hayatınıza dönmenizi ve iki ülke arasındaki dostluğun sürmesini diliyorum."
"12 Mart tarihinde yaşadığımız büyük felakette yardımlarınızı almıştık teşekkür ederiz. Bu sefer yardımcı olma sırası bizde."

"Depremde Mağdur olan vatandaşlara geçmiş olsun diyorum. Miktar az oldu ama bize yardım etmiştiniz sizlere çok teşekkür ediyorum."
"İran- Irak savaşı sırasında Tahran'daki Japonları kurtardığınız için Vakayama eyaletinde yaşayan biri olarak çok teşekkür ediyor, geçmiş olsun diyorum."
Zarflardan birinin içinde 5 yaşında olduğunu yazan bir çocuk şöyle demiş; "Ganbatte Türkiye" yani "Başar Türkiye."
Çok duygulandım. Yaptığı yardımı bile gizlice yapıp kaçan bir halk için ne söylenebilir ki?



 
 


22 Ekim 2011 Cumartesi

Karpuz Seçer Gibi Sigorta Seçin!



Sigortadukkanim.com, Türkiye’deki sigorta sisteminde çığır açacak bir yenilik ve espri anlayışıyla sektöre giriş yaptı.

“Karpuz seçer gibi sigorta seçin” mantığıyla en bol seçenek ve en ucuz fiyat avantajıyla sigorta ihtiyacınıza en hızlı çözümleri üretiyor. Sistemin karpuzla bağlantısını merak edenler için şu eğlenceli video son derece açıklayıcı:

Çok fazla sigorta şirketi ve çeşidi bulunduğu için, sigorta konusunda da seçim yaparken yardım gerekiyor tabii... Sigortadukkanim.com işte tam bu filmdeki karakter gibi ortaya çıkıyor; kasko ya da trafik sigortasında size en uygun online poliçeleri önünüze seriyor. İhtiyacınıza göre karşınıza gelen bu online teklifleri karşılaştırabiliyor ve size uygun olan sigorta poliçesini tercih edebiliyorsunuz. Geriye de “size en uygun fiyatı” veren online teklifi kabul etmek kalıyor.

Daha detaylı bilgi almak isteyenler; www.sigortadukkanim.com adresini ziyaret edebilirler.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

20 Ekim 2011 Perşembe

ÖLSEM DE GAM YEMEM


İngiliz Intependnet gazetesi "Ölmeden önce yapılması gereken 100 şey" sıralamasına Kırkpınar yağlı güreşlerini ve Mevlana'yı anma etkinliklerini görmeyi önermiş.
Mevlana'yı Anma Etkinliği için diyecek bir şeyim yok fakat  İngilizin düşündüğü ölmeden önce Kırkpınar Yağlı Güreşlerini izlemek memleketimizde kaç kişinin aklına gelir kestiremedim.
Son zamanlarda pek moda oldu. 
Ölmeden önce yapmamız gereken şeyler.
Ölmeden önce gidilecek ve görülecek yerler.
Ölmeden önce yenmesi gereken yemekler.
Okunması gereken kitaplar, vesaire...

Geçenlerde bu soruyu anneme sordum. Sen misin bunu diyen, zaten hasta olan kadın bir alındı, bir korktu ki sormayın. Aslında şaka yapmış, maksat muhabbet olsun diye sormuştum; Yoksa annem galeyana gelip "Himalaya'lara gitmek istiyorum" dese ne halt edeceğim. Neyse gönlünü zor aldım ama içten içe az bir ömrü kalmış da gönlünü hoş ediyoruz gibi düşündüğünü sanıyorum.
Ölmeden önce ne yapmak istersin diye sorduğum kişilerin pek çoğu tatil ve seyahat  odaklı isteklerini sıraladılar. Bir iki  tanesi öteki dünyaya giderken diş bilediği kişileri de yanına getirmek istediğini söyledi. Yani ölecek ama hala başkalarının derdinde.
Biri tam ölmeden bir kaç dakika önce eşini bir güzel hırpalamak istediğini söyledi. Kızcağız eşinden yıllarca şikayet etmişti çünkü.

Çocuğu olanların hemen hepsi çocuklarının istikbali ile ilgili güzel sonlar görmek istediklerini belirttiler.  Evli ve çocuklu olanların pek çoğu kendisini bu isteğin sonuna koyarak ailesi için dileklerini sıraladılar. Yahu şöyle düşün sen öleceksin onlar yaşayacak. Tamam çocukların için iyi dileklerde bulun da kendin için de başka isteklerin olsun.

Bu arada bencillik yaptım ve kendi listemi çıkarttım.
Ölmeden önce Avusturalya ve Yeni Zelanda'ya gitmek.
En az 5 tane roman yazmak. (Yani bu yaştan sonra anca yazılır diye, yoksa daha fazla da olabilir hani.)
Gemi ile fiyortları gezmek. 
Sapanca'da bahçesi olan küçük bir ev sahibi olmak. 
Oxford'a bir kez daha gidip, oradaki tarihi taş evlerde bir kaç gün kalmak. 
Bir gün öğleye kadar hasta olmadığım halde yatakta yatıp keyif yapmak. 
Dünyada güneşin doğuşunun en güzel izlendiği yer olan Nemrut'ta "Beyefendi" ile güneşin doğuşunu izlemek.
Trans Sibirya treni ile Sibirya'dan başlayarak Moskova'ya kadar seyahat etmek.
Ve bunları yaşayabilmek için sağlıklı olmak isterim.






FARKLILIK


Lise son sınıfta tiyatro gurubuna seçilmiştim. Bir kasaba lisesinde tiyatroyu çalıştıracak olan edebiyat öğretmenlerinin aksine güzel bir tesadüf devlet tiyatrolarında çalışan değerli bir tiyatrocu hocamız oldu. Rol dağılımı yapmak için yeteneklerimizi görmesi gerekiyordu. Söylediği küçük küçük konuları hareketlerle yapmaya çalışıyorduk. Bunlardan biri kapıdan hızlıca girip, içeride bir şey göreceğiz ve çok yavaşça kapıyı kapatacağız. 10 -12 kişiyiz. Hemen hepimiz aynı hareketi yaptık. İkinci istediği şey hayali bir pencereyi açmamızdı. Benim haricimde herkes aynı hareketi yaptı. Hoca yaptığım hareketin nedenini sordu, sonra da alkışladı. Arkadaşlarım iki elleriyle ortadan pencerenin kulpunu tutup yana doğru açtılar. Bense pencereyi aşağıdan yukarıya doğru açtım. Çünkü bizim evin pencereleri giyotin pencere dedikleri aşağıdan yukarıya doğru açılan pencereydi.

Ben kendi penceremden yorumlamıştım istenilen komutu, yoksa herkesin bildiği pencere hareketini bende yapabilirdim. Bu alkış ve farkındalık bana başrolü getirmedi tabi, ikinci roldü, hatta oyunun kötü kadınını oynadım. Bir kahkaha sahnem vardı onu yapmak için o kadar çalıştım ve benimsedim  ki aradan geçen otuz yıla rağmen çok keyfim yerindeyse  hala o tarzda kahkaha attığımı görüyorum.
Fazıl Hayati Çorbacıoğlu'nun "Erkek Satı" oyununu sahneledik. Daha doğrusu sadece okuldaki öğrencilere sahneledik. Dönemin Milli Eğitim Müdürü oyunu sakıncalı görmüş ve seyircilere oynamamızı yasaklamıştı. Aylarca çalıştık ailelerimiz bizi izleyemedi. Nedeni oyunun son sahnesine biraz farklılık eklemiştik.Yaşları 17-18 olan muhafazakar küçücük kasabada bir düzine çocuk sakıncalı ne yapabilir bilememiştik ama lise günlerimi hatırlayınca aklıma her defasında tiyatro maceramız geliyor.
Bu kadar yıl sonra Lise yıllarım neden mi aklıma geldi?
Evindeki pencere giyotin olmasına rağmen farklılık yapmadan herkes gibi pencere açan, başrolde Erkek Satı'yı oynayan 30 yıldır görmediğim arkadaşım Meclis sıralarında farklılıklarını haykıran bir partinin Milletvekili olarak oturuyordu.


19 Ekim 2011 Çarşamba

HAZAN


Tam da bu günlerde kendimi dinlemek istiyorum gibi bir düşünce kafamdayken, geçen Sonbahar yazdığım "Hazan" yazısı geldi gözümün önüne.
Ben kendimi dinleme gayretindeyken, ne kuşların sesini,  ne de rüzgarın fısıltısını duyamamış olduğumu hatırladım.
Oysa bir deniz kenarında doğan güneşe karşı uzun uzun ufku seyretme hayallerim vardı.
Sonra hiç beceremediğim halde yassı bir taşı sektirmek isterdim suyun yüzeyine doğru.
Hafif bir yağmur yağsa fena da olmazdı hani, yeter ki ayaklarımda 8 yıldır giydiğim sıcacık botlarım olsun. 
Bir fincan sütlü kahve dumanı üzerinde, ama öyle sulu falan değil, bildiğimiz süt olsun içinde.
Yalnız  olsam da fark etmez, kalabalık  olsa da değişmez.  En kalabalık anlarda dahi her insan kendi yalnızlığını yaşıyor zaten.
Tam da bu günlerde kendimi dinlemek isterken.
Hazandı aslında benim mevsimim, sevgim ondan.
Yoksa hazan mı sevdi beni,
Henüz ben ona tutulmadan.


18 Ekim 2011 Salı

ÇÖPTE DOSTOYEVSKİ BULDUM


Güzel sesli 2-3 tiyatrocunun  adeta şov yaparak anlattıkları belgeselleri izlememe kararı almışken 24. Kanalda rastladım "Çöpte Dostoyevski Buldum" belgeseline. Ekranda 3. bölüm yazıyordu ve sonlara doğruydu. Öyle yalın, o kadar bizden bir belgesel olmuş ki ertesi gün internetten bütün bölümleri izlemek istediğimde baktım ki aslında 100 dakikalık bir film. 
Yönetmenliğini Enes Rıza Sakızlı'nın yaptığı film 2010 yılında Belgesel Film festivaline katılmış.  
Belgesel, Adana'dan İstanbul'a göçen Oktay Çetinkaya'nın çöpten kağıt toplama macerası esnasında çöpte bulduğu kitapları okumasıyla hayatının değişimini anlatıyor. Oktay Çetinkaya çöpte bulduğu kitapları satmak yerine okumaya başlıyor. Önceleri topladığı ve okuduğu kitapları Kadıköy'de bir tezgahta satarken, daha sonra "Lamelif" adını verdiği kendi sahafını açıyor. 
6 yıl süren çekimlerde tinercilerle, çöp toplayıcılarıyla, dilencilerle yaptığı arkadaşlıklar, sokaklarda sabahladığı geceler, kitap okuma sevdası, dükkanını açma macerası, Adana'ya annesine yaptığı ziyaret, kızıyla olan sıcacık ilişkisi anlatılıyor.

Zorlukla geçen çocukluk yılları, babaları evi terkedip gitmiş, ilkokul yıllarında su satıp para kazanmaya çalışıyor, okuyamıyor, çöplerden kağıt toplayanlara karşı bir sempatisi oluyor. Önce Adana'da daha sonra da İstanbul'un  insanların girmeye çekindiği arka sokaklarında kağıt topluyor, kış gecelerinde üşümemek için köpeklerle koyun koyuna yatıyor, ama yılmıyor.
Şimdi dünyalar tatlısı bir kızı mutlu bir yuvası olmasına rağmen "Kendi hikayem bana inanılmaz gelmiyor, çok daha kötü yerlerden çok iyi yerlere gelmiş insanlar tanıdım." diyecek kadar mütevazı.
Fırsat bulursanız "Çöpte Dovstoyevski Buldum." belgeselini izleyin, "Hayat bana acımasız davranıyor." diyenlere izletin, aslında hayatın acımasızlığına rağmen  güzelliklerinin de elimizde olduğunu göreceksiniz.

11 Ekim 2011 Salı

SAPANCA'DA SONBAHAR


Annem rahatsız, hafta sonu Beyefendi ile yola çıktık.
İstanbul trafiği bizi neredeyse İzmit'e kadar takip etti. Sonra Maşukiye'yi geçtiğimizde sol tarafımızda cam gibi durgun ve berrak Sapanca gölü, sağ tarafımızda henüz sarı, turuncu rengini almamış yemyeşil bir dağ.
Camı açıp havayı içimize çekiyoruz. TEM otoyolunun belki de en güzel kısmı burasıdır diye düşünmeden edemiyorum. Sessizce yol alıyoruz Sapanca'ya doğru. Yazın kalabalığına inat şimdiden tenhalaşmış yollar. Güneş yüzünü kah gösteriyor, kah bulutların arasına saklanıyor. 
Allaha şükür annem umduğumuzdan daha iyi. Ankara'dan ablam da geliyor. Annem bizi gördüğüne memnun ama pek belli etmiyor. Ağabeyime yeteri kadar naz yapmış, sıra bizde görünüyor. "Bir anne dokuz çocuğu olsa dokuzuna da bakar, ama dokuz çocuk bir anneye bakamaz." diyor. Oysa hastalandığında ağabeyim yanındaydı. Ben İstanbul'dan ablam Ankara'dan koştuk geldik. Neyse ki bir süre sonra keyfi yerine geliyor. 

Kuzenler, komşular, akrabalar geliyor sırayla. Annem her gelene hastalığını ayrıntılı anlatıyor. "Zatürre başlangıcı." yanındaki sehpanın üzerinde ilaçları, su, tespih ve ıslak mendili duruyor. 
İlk gün fazlasıyla alaka gösteriyoruz. Temizlik, yemek her şey onun istediği gibi yerine getiriliyor. İkinci gün otur otur canımız sıkılıyor. Ablamla çarşıya çıkıp yün ve şiş alıyoruz. Oturduğumuz yerde o kızına şapka işleyecek bense atkı. Annem bozuk.
"Bana mı geldiler, iş işlemeye mi." diyerek söyleniyor. Yemeğini önüne veriyoruz, şurubunu bile elimizle içiriyoruz, yıkıyoruz, ilaçlarını veriyoruz ki o kadar ağır bir hasta değil. Sanırım sonsuz ilgi istiyor. 

Biten ilacını almak için eczaneye diye iki kardeş çıkıyoruz dışarıya. Hava ılık temiz. İçimizi bir mutluluk kaplıyor, birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Ablam koluma giriyor. Benden 6 yaş büyük ablamla inişli çıkışlı bir ilişkimiz oldu. O genç kızken ben henüz çocuk denecek yaştaydım. Benim genç kızlığımda o evliydi. Eniştemin işi dolayısı ile Türkiye'nin neredeyse her yerini gezdiler, sonra emekli olup Ankara'ya yerleştiler. Şimdi yıllar sonra güzel bir ilişkimiz var. Bunun tadını çıkartıyoruz.

Sapanca'nın çarşısından geçiyoruz. Yıllar içinde değişmeyen tek şey çarşıdaki kahveler. İnsanlar değişmiş ama kahveler hep aynı. Esnaf dükkanında değil en yakın kahvede dükkanını görecek şekilde oturuyor. Müşteri içeriye girecekken bir koşu kalkıp geliyor. Esnaf müşteri ilişkisi şöyle;
Senden çok yaşlıysa "Buyur Amcacım" diyor. Senden biraz büyük gibiyse; "Buyur Ağabeycim." Küçükse;"Buyur ablacım."
Yalnız Sapanca'da Laz ve Gürcü çok olduğu için "Cim" ler "Cum" olarak söyleniyor.
Sapanca yeşil, sarı, kahverengi renklerin arasında kalmış ağaçlar, sessizleşmiş yollar, yaz akşamlarında duymaya alıştığımız davul zurna seslerinden uzakta, hafif yağmurların ıslattığı kaldırım taşlı sokakları, meyve ağaçlarının kurumaya yüz tutmuş yapraklarında sadece turuncu hurmaların sallandığı bir sonbaharı yaşıyor.

10 Ekim 2011 Pazartesi

AİLE YERİMİZ VARDIR


Bu yazıya hepimiz aşinayızdır.
Bir restorana gideriz, kapıda "Aile yerimiz üst kattadır." yazısı camda yazılıysa sanki daha emin bir yermiş gibi düşünülür. Hatta bazı restoranların kapılarında bunu özellikle belirten garsonlar durur. Tam restorana gireceksiniz, hemen girişte bir masayı gözünüze kestirdiniz, garson sizi uyarır. "Abla aile yerimiz üst katta."
Eee... Peki burası ne yeri?
İnatçılık yapıp üst kata çıkmazsanız , aşağıda erkeklerin yanında oturarak kötü imaj çizme olanağınız var.
Sadece garsonlar değil aşağıda yemek yiyen adamlar bile "Bu kadın neden şimdi burada?" diye bakarlar öyle.
O yüzden kadınsanız "Aile yerinde" yerinizi alın.
Erkekseniz yanınızda eşiniz veya kız arkadaşınız olmadan "Aile yerine" yaklaşmayın aynı şeyi kadınlar size yapabilir. 
Aile yerleri genellikle restoranların ya üst katlarında ya da daha bir içlerinde gözlerden uzak olur. Aile öyle uluorta yerlerde oturmaz. Hele kapıya yakın yerler mümkün değildir. 

Peki "Başka yerde şubemiz yoktur." yazısına ne demeli?
Gelişmiş ülkelerde mekan sahipler şube sayısı ile övünürken, bizler bir tane ile övünmek isteriz. Acaba bir tane işletme ile övünenler şubeleri çoğaldığında aynı kaliteyi tutturamayacaklarından mı korkarlar. Yıllar önce Hıncal Uluç bir yazısında Hollanda peynirlerinin tatlarının her zaman aynı olduğundan,  Bizde aynı marka peynirlerin bile bir paketinin tadının diğer paketlere benzemediğinden bahsetmişti. Başka mekanlarda usta farklı tat farklı mı oluyor. Ya da tek bir mekanla çok iyi para kazanıp, fazlasına gözleri mi yok bu insanların?
"Başka şubemiz yoktur." diyerek övünmeyi bu yüzden anlayabilmiş değilim.
Başka yerde şubemiz yoktur" yazısı çok iddialı bir yazıdır. Müessesene girip de memnun olmayan biri demez mi; "İyi ki başka yerde şubeniz yok." 

"Taklitlerimizden kaçınınız"  da  çok rastlanan bir yazıdır.
"Tonguç" diye bir marka çıkar. Ardından üşengeç milletimiz Öz Tonguç, Yeni Tonguç, Hakiki Tonguç gibi bilumum garip isimler türetir. Bu mesaiyi başka bir isim için harcasa belki de çok yaratıcı bir isim bile bulabilir. 
Şu sıralar merakla bekliyorum acaba ne zaman MC Donald's ve Starbucks'ın kapısında Aile yerimiz vardır." veya "Taklitlerimizden kaçınınınz." gibi bir yazıyla karşılaşacağız.



7 Ekim 2011 Cuma

IPHONE - IPAD - I SAD - I DEAD


2004 yılında kızlarım tutturunca D&R'dan görmüştüm ilk kez  Ipod'u. Avuç  içi kadar çeşitli renkte  aletlin içine  5000-10000 şarkı sığabiliyordu. Bir de kulaklıkları vardı ki sadece o beyaz kulaklıklar için bile satın alınabilirdi. Bizde uzun yıllar her alınan şey üç tane birden alındığı için küçük çapta maddi çöküntüye uğradıysak ta fazla ses etmedik. Çünkü seyahatlerde arabamızdaki müzikçalar bize kalmış, "Bu müziği beğenmedik." dibi şikayetlerden kurtulmuştuk. Herkes kendi müziğini dinliyordu biz de uzun  yollarda keyifle seyahat ediyorduk.
İngilizce bilin bilmeyin Apple deyince akla ilk  elma değil Apple kompitür gelir.  56 yaşında pankreas kanserinden hayata gözlerini yuman Apple'ın kurucusu Steve Jobs için dünden bu yana bir sürü haber okuyup dinliyorum. 
Apple yani elma markası  İngiliz matematikçi ve Bilgisayar bilimlerinin kurucusu olan Alan Turing'den esinlenmiş.
2. Dünya Savaşı sırasında Almanların "Enigma" isimli şifresini çözen bilim adamı savaş sonrası bir erkek öğrencisiyle uygunsuz bir vaziyette yakalanınca hapse atılıyor. Hapiste bir elmanın içine siyanür enjekte ederek elmayı ısırıyor ve hayatına son veriyor. 
Tek diş ısırılmış elma Alan Turing'in anısına Apple şirketinin adı ve simgesi oluyor.
Steve Jobs ABD'ye göç etmiş Suriye'li bir ailenin çocuğu iken kendisini evlatlık olarak alan öğretmen bir çiftin yanında büyüdü. Apple ürünlerini alan çocuklar gibi zengin bir çocukluğu hiç olmadı.  Bir gün okulda öğretmeni sordu; "Dünyada anlamadığınız şey nedir? Steve; "Neden bu kadar parasız olduğumuzu anlayamıyorum." diyerek cevap verdi. 
Teknolojiye olan ilgisi ve parasal sorunları yüzünden Lisedeyken yazları Hewlet- Packard şirketinde çalışmaya başladı. 
Öğrencilik yılları hiç de parlak değildi. 1974 de dönemin ünlü oyunu Atari'de teknisyen olarak işe başladı. Atari'den kazandığı parayla Hindistan'a ruhani bir gezi yaptı. 1976 yılında Atari firmasından bir kaç arkadaşı ile Apple firmasını kurdu. Mac bilgisayarın yaratıcısı oldu. 
İPad, İPhone, İPod gibi ürün guruplarıyla en büyük rakibi Microsoft'tan bile zengin hale geldi.
Amerika'da Stanford Üniversitesinde yaptığı konuşmada Üniversite okuyamamış olmasının nedenini şöyle anlatıyor. "Biyolojik ailem olmamalarına karşın kendileri üniversite okumamış olan ailem bütün birikimlerini beni okutmak için harcıyorlardı. Bu durum beni çok rahatsız etti ve istemeye istemeye okulu bırakmaya karar verdim." Devam ediyor; "Hayat bazen kafanıza bir tuğla vurur, ama inancınızı hiç yitirmeyin."
Ölüm için şöyle diyor; "Her günü hayatınızın son günü gibi yaşarsanız sonunda haklı çıkarsınız."
Doktorlarının bir yıl ömür biçtiği Steve Jobs yedi yıllık bir mücadeleden sonra 56 yaşında vefat ettiğinde Iphone'un yeni sürümünü bekleyen meraklılarını üzüntüye boğdu.




6 Ekim 2011 Perşembe

FÜR ELİSE



Hafta sonları değilse akşam üzeri saat 5 gibi çalmaya başlıyor. Ben üst katta  heyecanla daha iyi nerede dinleyebiliyorsam o odaya geçiyorum. Az biraz nota bilgime rağmen bazen notaların karıştığını fark ediyorum. Bazen de su gibi akıp gidiyor müzik. Önce Für Elise, ardından 9. Senfoni. Sonra Chopin'in Nocturne.. 
Acaba   Beethoven'ı kendisi mi yoksa piyano hocası mı seviyor? Diye düşünmeden edemiyorum. Für Elise'de  Orhan Gencebay'ın "Batsın Bu Dünya" şarkısını dinler gibi kendimden geçiyorum.
Hep klasik çalıyor. Belli ki büyük kızım gibi piyano derslerine devam ederken "Çok güzel çalıyorsun da söyle hocana bir tane de Azeri müziği öğretsin sana." diyen bir bir babası yok. Besteler peşi sıra devam ediyor, bazen tutuk, bazen akıcı. Aynı hayatın kendisi gibi iniş çıkışlı.
Ben her akşam 5 sıralarında güzel bir haberi bekler gibi, sıcak bir günün ardından yağacak yağmuru bekler gibi,  geçmişin güzel günlerini özlemle bekler gibi, her akşam alt komşumun kızının piyano çalmasını bekliyorum.

4 Ekim 2011 Salı

RANGE ROVER


Küçük kızımı okuldan almak için Lisenin kapısında bekliyorum. (Benim çocukları okuldan alma maceram herhalde hiç bitmeyecek.) Okulun bulunduğu sokağın önünde sıra sıra arabalar dizilmiş. Bu arabalardan biri günlerdir dikkatimi çekiyor. Tam okulun önünde ve beyaz renkte bir Range Rover. Camları o kadar koyu ki içerisi görünmüyor. Okulun karşısında park ettiği için önceleri önündeki evlerden birinin arabası diye düşündüm. 
Zil çaldı öğrenciler üçer beşer çıkmaya başladılar. İki erkek öğrenci Jipe doğru ilerledi. "Gençler arabayı çok beğendiler, nasıl inceliyorlar." demeye kalmadı çocuklardan biri cebinden çıkarttığı uzaktan kumanda ile arabayı açıp içine geçti. Ben hayretler içinde bakarken kocaman Jip önümden kayarcasına uzaklaştı. 

"Yok canım bu kadar da olamaz." diye söylenmişim. Kızım gülerek bakıyor.
Araba çocuğun anne veya babasının olamazdı çünkü sürekli burada görüyordum. Dahası arabanın plakası 4 harfli bir erkek isminin üç harfi. 
Henüz lisede okuyan bir çocuğa araba almak ne kadar akıl karı o tartışışırken, iyi bir semtte bir ev alabilecek fiyata araba alıp çocuğunun altına vermek hangi ebeveynin mantığı ile açıklanabilir bunu da anlayabilmiş değilim. 

Henüz 17 - 18 yaşındaki çocuğun ehliyeti var mı? Hadi yaşı daha büyük ehliyetinin olduğunu farzedelim. Bu yaşta  böyle bir araba kullanan genç, ilerde ne isteyecek, ne elde etmek için çalışıp mücadele edecek. Bazen gözümüzün nuru çocuklarımıza iyilik yaparken önlerini mi tıkıyoruz, mücadele hırsını mı engelliyoruz, isteklerini kolay yoldan elde etmeyi mi öğretiyoruz, iyilik mi yapıyoruz, kötülük mü yapıyoruz?
Aynı gün gazetede şu habere rastladım;
Trafik kaza istatistik raporuna göre 2010 yılında  16 bin 800 sürücü ehliyetsiz olarak trafikte kazaya karıştı. Bunlardan 4 bin 45 kişi çoğunluğu gençler olmak üzere hayatını kaybetti.

1 Ekim 2011 Cumartesi

MESNEVİ'DEN HİKAYELER


Okuduğum kitabın yarısına geldiğimde bir huzursuzluk başlar; "Eyvah! Bundan sonra ne okuyacağım." diye telaşlanırım. Bunu sigara tiryakisi arkadaşlarımın durumuna benzetiyorum. Paketlerinin içinde bir iki tane kaldığında "Sigaram bitiyor, nereden almak lazım." diye telaş ederler. Canan Tan'ın İz'ini yarılamıştım. Remzi Kitabevinde dolaşırken Mesnevi'den Hikayeler'i görünce, üstelik fiyatı da 5.90 olunca hemen aldım. Zaman zaman sizinle paylaşmak istediğim çok güzel hikayeler var içinde. Hazırlayan Süheyl Seçkinoğlu.
...
Padişah camiye gidiyordu. Padişahın adamları halkı  itip kakıyor, hırpalıyor kalabalığı dağıtarak Padişaha yol açıyordu. O sırada yoksul bir adam yolun ortasında duruyor diye sopa yemiş ağzı yüzü kan içinde kalmıştı. Perişan halde Padişaha seslendi; "Camiye gidiyorsun güya hayır yapmaya.  Buysa hayrın kötülüğünden bütün halk sakınsın."
..
Bir adam kendine acele bir ev arıyordu. Bir dostu onu bitişiğindeki harap eve götürdü. 
Dedi ki; 
"Eğer bu evin tavanı olsaydı, iyi durumda olsaydı, benim yanı başımda komşum olurdun .Eğer evde bir oda daha olsaydı çocukların rahat ederdi."
Adam söylendi; 
"Dostlarla komşu olmak iyi fikir ama "Eğer" le oturmak mümkün olsaydı."
...
Birisi Zeyd'e sille vurur. Zeyd sinirlenip adamı döveceği, sırada adam;
"Dur hele sana bir şey soracağım. Cevabını ver, sonra döversen döv. Senin kafana vurunca "Şrak" diye bir ses çıktı. Şimdi bu ses benim elimden mi yoksa senin kafandan mı çıktı?"
Zeyd dedi ki; 
"Acıdan kurtulamadım ki bunu düşüneyim. Senin derdin yok sen düşün. Acı sahibinin acısından başka düşünecek şeyi olmaz."
...
Adamın biri tavus kuşunun rengarenk güzelim tüylerini yolduğunu görünce şaşırdı.
"Yazık değil mi o güzel tüyleri yolup atıyorsun. Senin tüylerine sahip olmak isteyen ne çok kişi vardır."
Tavus kuşu; "Haklısın" dedi.
"Madem haklıyım neden hala yoluyorsun tüylerini?" dedi adam.
Tavus kuşu;
"Tüyler canımdan değerli değil ya, insanlar bu güzel tüyleri yolmak için canımı alıyorlar."
Adam; "Sen de haklısın"
..
Ömründe hiç fil görmemiş olan Hintliler bir ahırda fil olduğunu duyup koştular. Ahır karanlıktı,  fili göremedikleri için dokunarak tanımaya çalıştılar.
Bir tanesi hortumunu tutu;
"Fil borudur." dedi.
Diğeri kulağını tuttu;
"Hayır fil yelpazedir." dedi.
Bir başkası ayağını tutu;
"Fil sütundur." dedi.
Öteki sırtını elledi;
"Fil Tahttır." dedi. 
Birinin tarifi diğerini tutmadı. Herkes dokunduğu yere göre tarif etti.