31 Temmuz 2011 Pazar

CAMİLERİMİZ VE HİKAYELERİ


Bir şehre ilk kez geliyorsam, ya da o şehre kuş bakışı bakıyorsam ne denizine, ne dağına, ne yollarına bakarım. İlk aradığım cami minareleridir. Kentlerin sulüeti değişir, iklimi, mimarisi değişir ama camileri hep aynıdır. Bu bende hiç tanımadığım bir şehre bile sıcaklık, tanıdıklık hissi uyandırır.
Şimdi sadece ibadet için kullanılan camiler islamiyetin ilk yıllarında sadece mabet olarak değil, yönetim merkezi, ilim ve kültür merkezi olarak da kullanıldı.
Peygamber efendimiz, din görevlerinin yanında devlet başkanlığı, hakimlik ve komutanlık görevlerini de üstlendiği için elçileri orada karşılar, misafir eder, orduyu hazırlayıp sefere yollama işini orada hayata geçirirdi. Devlet hazinesi orada muhafaza edilir, gerekli yerlere oradan yollanırdı.
Zengin kütüphaneleri ile ilim irfan öğrenmek isteyenlere kucak açardı.
Şimdi sadece ibadet ve din eğitimi için kullanılsa da toplumsal anlamda kaynaşma özelliğini koruduğunu düşünüyorum.
Cami söz konusu olunca ilk akla gelen İstanbul'dur doğal olarak. Sadece biz değil, dünyada bile şavkı denize uzanmış camilerimizin gölgesini görenler  buranın İstanbul olduğunu bilir.
Camilerimizin yapılışlarında güzel hikayeler saklıdır.

Sultanahmet Camii; Yapımında İznik çinileri kullanıldığı için Avrupalılar tarafından "Mavi Cami" (Blue Mosque) denilmiş. 6 minareli tek cami olma özelliğini taşıyan camii minaresinin hikayesi şöyle rivayet edilir; Dönemin Padişahı I. Ahmet minareleri altından yaptırmak istemiş fakat devletin bütçesinin 6 tane minareyi altından kaplamaya yetmeyeceği görülünce güya caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa "Altın" sözünü 6 olarak anladığı için minareyi 6 tane inşa etmiş.
Cami avlusunun batı girişinde demirden ağır bir kordon bulunmaktadır. Bu kordona çarpmamak için atla gelen padişahlar başlarını çarpmamak için eğilmek zorunda kalıyorlardı. Bu durum Padişah bile olsa camiye girerken kendisine çeki düzen verilmesi gerektiği şeklinde yorumlanırdı.
Süleymaniye Camii; Kanuni Sultan Süleyman tarafından imparatorluğunun gücünü yansıtması için Mimar Sinan'a yaptırıldı. Rivayete göre 7 yıllık sürede biten caminin yapımının uzaması Kanuninin canını sıktı. Mimar Sinan hakkında bazı olumsuz sözler işitiyordu. Bir gün inşaatın durumunu bizzat görmek için Süleymaniye'ye gitti. İçeriye girdiğinde hakikatten Mimar Sinan caminin ortasına oturmuş nargile tüttürüyordu. Kanuni bu duruma çok sinirlendi tam bağırıp çağıracağı sırada nargilenin içinde tütün olmadığını sadece su olduğunu gördü. Koca Sinan caminin akustiğini ölçmek için suyu fokurdatıyor, sesin her tarafa eşit gelip gelmediğini kontrol ediyordu.

Yeni Camii; Eminönü meydanındaki Cami  Safiye Sultanın isteği ile  tarafından yapımına başlanmış, Osmanlı döneminde 7-8 yıl süren cami yapımının aksine tam 66 yıl sürmüş.
Yapımı boyunca 3 mimar, bir kaç padişah görmüş olan caminin kubbeleri yapıldığı yıl kadar yani 66 tanedir.

Mihrimah Sultan Camii; Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan için Mimar Sinan'a yaptırılan iki caminin adıdır ve romantik bir hikayesi vardır. Mimar Sinan gece ve gündüz anlamına gelen Mihrimah Sultan'a aşık olur. Fakat Kanuni kızını yaşlı mimarla değil Rüstem Paşa ile evlendirir. Mimar Sinan İstanbul'un iki yakasına Edirnekapı ve Üsküdar sahilinde iki cami yapar. Camilerin en büyük özelliği senede bir gün Edirnekapı camisinin minareleri arasından güneş batarken, Üsküdar camisinin iki minaresi arasında ay doğar. 
Yıldız Camii; Beşiktaş Yıldız Sarayı yolu üzerindeki cami padişah II. Abdülhamit tarafından Nikolaki kalfaya yaptırılmış olan caminin en belirgin özelliği planı padişah tarafından çizilmiş tek cami olması ve ahşap kafeslerinin bizzat II. Abdülhamit tarafından yapılmasıdır.

Kılıç Ali Paşa Camii; Kaptan-ı derya (Donanma komutanı) Kılıç Ali Paşa cami yaptırmak için Padişah III: Murad'tan yer ister. Sultan da "Sen denizlerin kumandanısın git camini denizde yap," der. Kılıç Ali Paşa bu duruma üzülür. Mimar Sinan'dan kendisine cami yapmasını  ister. Tophane rıhtımının kenarına taş, moloz yığılarak inşaatına başlanır. Kılıç Ali paşa Cami denizin üzerine kurulan ilk cami olma özelliğini taşır.
Ramazan arifesinde önümüzdeki bir ay boyunca camilerimize ilginin artacağını, sadece istanbul'dan değil başka illerden de ziyaretlerin olacağını tahmin ediyorum. Camileri gezerken hikayelerini de bilmek güzel olmaz mı?



29 Temmuz 2011 Cuma

MÜHENDİS ÇIKMAK


Üniversiteye giden genç annesi ile birlikte oturuyor. Karşı koltuklarında komşuları veya uzaktan akrabaları olduğunu tahmin ettiğim bir adam. Bir sürü ortak tanıdıkları olmalı ki önce tanıdıkları birinin yaptığı kazadan, sonra başka birinin sigarayı bırakamamasından bahsediyorlar. Sonra bir anlık sessizlik oluyor. Adam sessizliği bozmak için gence soruyor;
- Dersler nasıl?
Genç çocuk ne dese bilemiyor. İşin kolayına kaçıp "iyi" diyebilirdi ama yapmıyor. "eh" dermiş gibi kafa sallıyor. Çocuğun gözlerindeki muzip ifadeye bakılırsa ben ondan şöyle bir cevap beklerdim:
- Veri tabanı sistemleri ve Sistem çözümlemede iyiyim ama  Mikro işleyişler ile Yönetim bilişim sistemlerinde zorlanıyorum abi, dese adam ne diyecek merak ettim.
Adam gencin ağzından laf alamayınca tekrar sordu;
- Şimdi sen ne okuyordun?
- Bilgisayar Mühendisliği.
Adamın gözleri parladı. 
- Ya bizim çocukların bilgisayarı da ağırlaşmış mı ne.
Hah şimdi tamam oldu. 

Geçen yıl Sapanca'dayız. Çocuklar yanlarına bilgisayarı getirmişler. Uzun süre kullanıldığı için bilgisayar ısınmış. Ben çocuklara "Kapatın şu bilgisayarı  eriyecek neredeyse" diye kızıyorum. O sırada Bilgisayar mühendisi olan teyzemin oğlu geliyor. Annem hemen atılıyor;
- Ahmet oğlum bir tornavida vereyim de içine bir bak, çocukların bilgisayarı ısınıyormuş.
..
Adam çocuğu konuşturamayacağına anladı ama konuşmayı devam ettirmek istiyor.
- Kardeşin de mühendis mi çıkacaktı?
"Mühendis çıkmak, Doktor çıkmak, Avukat çıkmak"
"Olmak" değil de çıkmak olarak söyleniyor bazı meslekler. Yani bir mertebeye yükselmek gibi.
Söze anne karışıyor, biraz da gururlu.
- O da ikinci sınıfta. Makine mühendisi çıkacak.
Sonra yine bir sessizlik. Kadın kolluyor, sorsa mı sormasa mı?
Sonunda can alıcı soruyu soruyor;
- Sizin oğlan bu sene de girdi mi sınava? Bu sefer kazanır inşallah.

Temellin karnesi berbat, babası kızıyor.
- Senin yaşındayken Atatürk sınıf birincisiymiş.
Temel pişkin cevap veriyor;
- Haçan senin yaşındayken de Cumhurbaşkanıymış.


27 Temmuz 2011 Çarşamba

YILIN 209'UNCU GÜNÜ


Çiçekçiye giren adamın kolunda sıyrıklar, sol gözünde bir morluk vardı.
- Bir düzine kırmızı gül istiyorum, dedi ve hemen ekledi. Karımın doğum günü için tazesinden rica ediyorum.
Çiçekçi:
- Elbette, dedi. Hangi gün için?
Adam koluyla gözünü işaret etti:
- Dündü!

Temel ikametgâh için muhtara gitti.
Muhtar sordu;
- Doğum gününüz?
- 22 Kasım
- Hangi yıl?
- Her yıl.

Adam karısının doğum gününde onu güzel bir restorana götürdü. Yemek sırasında eşinin ellerinden tutarak;
- Hayatım sana bugün için ne alayım, Mink kürk mü, elmas gerdanlık mı, yoksa Güzel bir Audi mi?
Kadın gözlerini kaçırarak;
- Boşanmak istiyorum.
- Ooo  o kadar para harcayamam.

1961 yılı 28 Temmuz günü Cuma gününe rast gelmiş. 
O gün tarihte (benim doğumumdan başka) önemli bir şey olmamış. 
Bugün annemi arayacağım her yıl yaptığım gibi.
Ona beni doğurduğu için teşekkür edeceğim.
28 Temmuz'da doğanların günleri kutlu olsun.

FOTO- Tumblr

26 Temmuz 2011 Salı

KADININ HİÇ BİTMEYEN AŞKI AYAKKABI


Beyefendi ile ona ayakkabı almaya çıkıyoruz. Bir yıl önce aldığımız kahverengi süet ayakkabısını o kadar sevdi ki aynısının yenisi olsun istiyor. 
Neyse aldığımız markanın bulunduğu mağazada bulamıyoruz, başka ayakkabılar da işine gelmiyor. Ben heyecanla bir sürü model ve renk gösterdikçe o hiç itibar etmiyor.
Mağazada gezerken; 
- Hadi sana bir ayakkabı alalım, diyor.
Normal şartlarda her gördüğüm şeyi almamak gibi bir huyum vardır. Çok beğendiğim bir şey olsa da düşünür, erteler, ağırdan alırım. Ama iş ayakkabıya gelince hep "ihtiyaç" halindeyim.
Hem şık hem de rahat bir ayakkabı alıyorum. Utanmasam hemen oracıkta giyip döneceğim eve. 

Kadınlar ve ayakkabılar arasında ilginç, çekici, dayanılmaz bir bağ vardır. 
Kadın için aldığın değil alamadığın ayakkabıdır  arzulanan. Kimseyle paylaşmazsın, sadece sana aittir. Senin şekline girer. Bazen inatçıdır, bunaltır sıkar seni, canın yanar ama asla vazgeçmezsin.
İncecik topukların üzerinde saatlerce dans eder "bana mısın" demezsin. Kaldırım taşlarında seke seke yürümeye razı olur da ayağından çıkartmazsın. 
En güze romantik resimlerin başrolünde bir çift siyah ayakkabıdır  arz-ı endam eden
Erkeklerin hemen hepsinin  ince topuklu bir çift ayakkabının üzerinde yükselen kadın hayali vardır. 

-Hiç ayakkabım kalmadı der kadın.
Adam hayretle dolapta onlarca ayakkabının ne olduğunu sorar.
- "Bunlar, abiyeler, bunlar yazlık ama her güne giyilecek cinsten, bunu modası geçti, bu sadece pantolonla giyilebilir" diyerek onlarca mazeret sıralayabilir.
Ayakkabı atılmaz, kimseye verilmez, çok sevilen bir ayakkabı her güne giyilip "Ziyan" edilmez. Ertesi yıl modası geçer. Ama olsun nasıl olsa on yıl içinde aynı moda tekrar gelir.
Çocuklukta yastığın altında saklanan kırmızı rugan ayakkabılar hangi kızın hatıralarını süslemiyorsa eksiklik sebebidir.

Kavgada en iyi saldırı silahıdır.  Ya kafada patlar, ya kapıda.
Beyler sözüm size; Sevdiğiniz kadının ayak numarasını biliniz. Bakarsınız aldığınız bir çift ayakkabı sizi zor bir durumdan kurtarabilir. Ya da aldığınız ayakkabı bir kızgınlık anında zor durumun kendisi olabilir.

FOTO- Bits&Pieces

25 Temmuz 2011 Pazartesi

HEM İHTİYAÇ HEM ALIŞKANLIK; GÖZLÜK


Panik halinde gözlüğümü arıyorum.
Biraz önce sehpanın üzerine koymuştum eminim.
Ama yok..
Masanın üzerine, çantamın içine, ceplerime, aklıma gelen gelmeyen her yere bakıyorum. Eğilip kanepenin altına doğru bakarken "Pat" diye düşüyor kafamdan. Güneş gözlüğü gibi başıma koymuş unutmuşum iyi mi?
Nasıl seviniyorum bilemezsiniz. Sonra ailede bunama var mıydı diye düşünmeden edemiyorum.

Bazı arkadaşlarımın önerdiği gibi ucuna zincir bağlayıp boynuma asmak istemiyorum.
İlkokulda okuduğum yıllarda annem ortası delik, yuvarlak, genelde yeşil renkteki silgilerimizi ipe geçirip boynumuza bağlardı. Daha evden çıkmadan boynumdan çıkartır cebime koyardım. Büyük ihtimalle kaybolurdu. Ağabeyimin okulla dersle pek ilgisi olmadığından kendi silgisini bana verirdi. Bu sefer annemden azarı işitirdi.
Direniyorum, gözlüğümü zincirle boynuma asmayacağım.

İki kızım da küçük yaşlarından beri gözlük taktıkları için hayatımızın içinde olan bir nesnedir gözlük. İkisinin de 3-4 yaşından sonra  renkli renkli gözlüklerle çekilmiş resimleri var.
Şimdi pazarlarda bile satılan gözlükler eskiden çok az bulunan şeylerdi. Öyle "Ha" denince alınmazdı.
Geçtiğimiz günlerde "Beyefendi" için okuma gözlüğü almaya gözlükçüye gittik. O kadar şirin, hafif gözlükler var ki gözde varlığı belli bile olmuyor. Yaşlı değil sevimli görünüyorsunuz.

Gözlük ilk kez 12. Yüzyılın başında cam işlemeciliğinin atası sayılan  Venedik'te ortaya çıkmış.
İlk başlarda elle tutulan modelleri kullanılsa da 1700 yıllarında şimdiki şekline en yakın olanı kullanılmaya başlamış.
İlk yapılan mercekler dışbükey, yani yakını görmek için tasarlanmış.
Uzağı görmek için tasarlanan içbükey camların ortaya çıkması için tam 100 yıl geçmesi gerekmiş.

İlk gözlükçü dükkanı 1783 yılında Philadelpia'da açılmış. Dükkanda bir sepetin içinde duran gözlükleri deneyenler kendilerine uygun olanı alıyorlarmış.
İlk güneş gözlüğünü de 1430 yıllarında sanılanın aksine Avrupalılar değil Çinliler bulmuş. Çinliler, İtalya'dan getirilen numaralı gözlükleri güneşten korunmak için değil mahkemelerde gözlerinin ifadesi anlaşılmasın diye isle karartarak kullanmaya başlamışlar.

14. yüzyılda İtalyanlar belki de benzerliğinden dolayı gözlük camlarına "Mercimek" anlamına gelen "Lentis" ismi vermişler.
Bu bilgiyi yazımı hazırlarken araştırmalarım sırasında buldum ve hayret ettim.
Ortanca kızım 3 yaşından bu yana gözlük kullanıyor. Numaralar 2.5 ile başladı. Şu anda 7 numara.
Ortanca kızımın ailemizdeki adı "Mercimek"
Biz ismini ona  gözlüğünden dolayı değil zayıflığından ve sarıya çalan saçlarından dolayı takmıştık. Aynı zamanda bilmeden gözlüğüne de atıf yapmamız ilginç bir tesadüf olmuş.







İNDİRİM ÇILGINLIĞI


Eskiden Şubat'ın ortaları ve Temmuz'un sonları  iki kez indirim olurdu. Onlar da öyle ahım şahım bir oran olmazdı. Taş çatlasa %50.
Şimdi neredeyse her mevsimde indirim olacak. Mağazaların bir köşesinde  SALE yazarken diğer diğer tarafta gıcık olduğum NEW COLLECTİON yazısı konulmuş. 
Son yıllarda %50 + %20 , İkinci üründe etiketin yarısı, Üç ürün alana bir tanesi bedava, hatta "bunu da almazsan döveceğiz bak" tarzında indirimler mevcut.
Temmuz ayının son haftası indirim çılgınlığı hat safhada. Hemen hemen bütün mağazalar indirime girmiş. 

Her ölümlü kadın gibi ben de mağazalarda dolaşmayı seviyorum.
Birkaç yıl önce şehirlerde 2, bilemedin 3 AVM varken şimdi neredeyse her mahalleye bir tane düşeceği için ben de evime en yakın olana gideyim dedim. 
Bir mağazanın vitrininde %70 yazısı görünce seyirttim. Biz kadınlar çocuğumuzun sorduğu basit bir problemi bile yapmak istemezken, yüzde hesaplamakta, hangi kredi kartının hesap kesim tarihinde alışveriş yapılır, kaç taksit olursa haneyi zorlamaz konusunda matematik profesörü kadar bilgi sahibiyizdir. 

Mağazaya girdim, elbise  bakıyorum. Biri hoşuma gitti. Gündelik giyilebilecek cinsten, U yaka yarım kollu sevimli bir elbise. %70 indirim de var ya niyetleniyorum. Üzerindeki fiyat 190  lira. Haydaa. Mağaza ahım şahım, ünlü bir marka değil, elbise en fazla iki sezon giyilir. Bu fiyat da neyin nesi?
Görevli genci çağırıp soruyorum;
-Bu elbisenin indirimden önceki fiyatı neydi?
- 210 lira efendim.
- %70 indirim nasıl oluyor?
Satış görevlisi "ne çok soru sordun" dercesine bakarak cevap veriyor;
- Bu giysimiz %30 indirimde. Her ürünümüz %70 değil, %70'e varan indirimimiz var. Vitrindeki yazıya tekrar bakıyorum "E, varan" yazısı o kadar küçük ki satış sözleşmelerinde "Önemsiz" gibi görünen  kanun maddeleri boyutunda.
"La havle" diyerek ayrılıyorum mağazadan. 

Kışın başından bu yana beğendiğim ve indirimi beklediğim bir çantanın olduğu mağazaya gidiyorum. 120 liradan 60 liraya düşmüş. Alıp almamak arasında bocalarken satıcı kız bilgisayarında kontrol ediyor ve gülerek;
- Beğendiğiniz çanta  49 liraya düşmüş diyor.
Vitrini boydan boya "SALE" yazılarıyla kaplamış başka bir mağazada fiyatları kontrol ediyorum. %50 indirim var. Kontrol ettiğim pantolonun  etiketi kalkmış. Sanırsam  bir müşteri eski fiyatı merak etmiş. Eski fiyat ile şimdiki fiyat arasında değil %50  fark, % 10 bile yok. 

Her AVM'de olduğu gibi yemek yenilen katlar çok kalabalık. İnsanlar "Bari bir şey alamıyoruz karnımızı doyuralım." diye düşündüklerinden çoluk çocuk doluşmuş gelmişler.  Özellikle hamburger satan yerler ortaokul, lise çağlarındaki gençler tarafından işgal edilmiş.
Bu indirim çılgınlığında mağazalar kalabalık ama mağazalardan çıkanların elleri bomboş. Sadece bir mağazadan çıkanların ellerinde bir sürü torba vardı. Onlar da Arap turistlerdi.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

HAFTA SONUNU EVDE GEÇİRENLERE


Tatile çıkmadınız, televizyon izlemekten sıkıldınız, alışveriş merkezlerine gitmek işinize gelmiyorsa hafta sonu için bir kaç öneride bulunmak istiyorum.
DVD
Geçtiğimiz Şubat ayında Borusan Filarmoni Orkestrasının konuk şefliğini yapan Cem Yılmaz izleyenlere unutulmaz saatle yaşatmış,  izlemeyenlerin merakını cezbetmişti. Hatta klasik müzik sevmeyenler bile Cem Yılmaz'ı izlemek için konsere akın etmişti. Konserin amacı yetenekli müzisyenlerin yurt dışında eğitim almalarını sağlamaktı.  Bu konsere çok arzu etmeme rağmen gidememiştim. "BİFO& CMYLMZ" DVD'si çıkınca hemen aldım.
İşin içine Cem Yılmaz girince alışılagelmiş klasik müzik ciddiyeti bir kenara atılıyor tabi. Borusan Filarmoni Orkestrası şefi Gürer Aykal'ın 20 dakikalık Konserinin ardından bageti eline alan komedyen Gürer Aykal da dahil olmak üzere hem orkestrayı hem de seyircileri kahkahaya boğuyor. Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Salonunda Cemal Reşit Rey esprileri, sahneye çağırdığı seyircilerle yaptığı diyaloglar izlenmeye değer.
KİTAP
Üç kitap önerisi yapacağım. Uzun uzun okumak istiyorsanız ve tarihe meraklıysanız  önerim;  
Can Dündar - LÜSYEN
Osmanlının son yıllarında Londra sefiri olan Abdülhak Hamit  ve üçüncü eşi Belçikalı Lüsyen'in hayatını anlatan biyografik roman hem Osmanlının dağılma sürecini, hem de yeni Cumhuriyetin kurulma sürecinde yaşananları anlatıyor. Kendisinden kırk küsur yaş küçük Lüsyen'e olan düşkünlüğü Abdülhak Hamit'in onu kaybetmektense kendi eliyle İtalyan bir Kontla evlendirmesi, ayrı düştükleri yıllarda birbirlerine yazdıkları duygu dolu mektuplar ve Lüsyen'in nihayet bu ayrılığa son verip geri gelmesi 1925'li yıllarda imkansız gibi gelse de yaşanıyor.

İkinci önerim  "Öyle tarihle falan ilgilenmeyeyim, çabuk okunan bir kitap olsun." diyorsanız;
Gülse Birsel - YAZLIK
Gazetedeki yazılarını kitap haline getiren Gülse Birsel, yine kendine has üslubuyla kendi yaşadıklarından da yola çıkarak komik, eğlenceli bir kitap yapmış. Remzi Kitabevi verilerine göre şu sıra en çok okunan kitaplar arasında gösteriliyor.

Bu iki öneri işinize gelmediyse başka bir önerim var.
Sinan Yağmur - AŞKIN GÖZYAŞLARI
Ahmet Ümit'in Bab-I Esrar, Elif Şafak'ın Aşk romanlarıyla hatırladığımız Mevlana- Sems-i Tebrizi aşkı Şems'in ağzından anlatılmış. Kitabı Mayıs ayında aldığımda 198. baskısındaydı. Fenerbahçe kulübünün şike soruşturması kapsamında tutuklanan başkan Aziz Yıldırım'ın avukatından "Aşkın Gözyaşları" kitabını istemesiyle tekrar dikkatleri üzerine çekti.
Altını çizeceğiniz, bir kez daha okuyacağınız sözlerin sahibi şems şöyle diyor Mevlana'ya;
"Gençliğinde aradığımı yaşlılığımda buldum, neylersin.
Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata, neylersin.. Kader"

Video: youtube







22 Temmuz 2011 Cuma

JAPONLAR VE BOŞANMA


Dünyanın en ilginç insanları kimler diye sorulsa, ben de dahil pek çok kişi Japon'lar diyecektir.
1945 yılında mağlubiyetle sonuçlanan bir savaşın ardından, küllerinden doğup bu kadar gelişen başka bir ülke olamaz. Hele onlardan 22 yıl önce 1923 de gelişime başlamış bir millet olarak aramızdaki farkı görünce "Neden?" diye sormadan edemiyorum.
Japonca da "Nippon" yani "Güneş"  olarak anılan ülke akla gelebilecek her şeyin küçüğünü yapmakla da ünlü. 
Ülkemizde yaşayan insanların ortalama yaşı 30 iken Japonya'nın ortalama yaşı 46 . Biz gençleşirken onlar yaşlanıyor.
Cinayet oranının Singapur'dan sonra en az olduğu ülke intihar vakaları ile bu açığı kapatıyor.
Japonya bu zamana kadar 15 Nobel ödülü kazanmış.

Mahkemelerinin acımasızlığı çok ünlü. Açılan davaların %90'ından fazlası mahkumiyetle sonuçlanmakta ve hapishaneler %100 dolulukta.
"Parayı bulan onun sahibidir" diye bir yasaları olmasına rağmen deprem sırasında buldukları paraları polise vermeleri ile dindarlığımızı gözden geçirmemize vesile oldular. İstanbul'da yaşanan sel felaketi sırasında bir mağazanın sele kapılan tabak ve tencerelerini kameraların gözü önünde gülerek yağmalayan halkım insanını hatırlayınca Japon'lara hayranlığım artıyor.

Japonya ile ilgili yazı yazmama sebep aslında bir gazete haberi oldu. 
Japonya'da evlilik merasimi gibi boşanma merasimleri de oluyormuş.  Gazetenin yazdığına göre Japonya'da deprem ve ardından gelen tsunami felaketinden sonra boşanma merasimi düzenleyen organizasyon şirketlerine talep artmış. Dışarıdan görünmese de insanların psikolojileri bozuldu, evliliklerini sorgulamaya başladılar herhalde.
Maliyeti 600 dolar olan törende eşlerin yakınları ve aileleri de hazır bulunuyor. Boşanma merasiminden ziyade evlilik merasimine benzeyen seremonide nikah yüzükleri bir masanın üzerinde alkışlar arasında çiftler tarafından çekiçle kırılıyor.

Aynı günlerde  boşanmak istedi diye karısını bıçaklayan adamın haberleri vardı gazetelerin üçüncü sayfasında. 
Japonlar yüzük parçalıyorlar, Türkler eşlerini.




21 Temmuz 2011 Perşembe

MARİLYN


"Rüzgar estiğinde İngiliz kadını şapkasını tutarmış, Türk kadını eteğini." dedi arkadaşım. Türk kadını eteğini değil de şapkasını tutsaydı adı başka türlü anılırdı herhalde.
Nasıl derler bilirsiniz; "Deli kadın şaşar, başını örter eteğini açar."
Bunları niye yazdım?
1962 yılında hayatını kaybeden ünlü Hollywood yıldızı Marilyn Monroe'nin 8 metre uzunluğundaki heykeli Chicago'ya dikildi.
Marilyn Monroe denince aklınıza ne geliyorsa heykel aynen onu yansıtıyor. 1955 yılında oynadığı  "Yaz Bekarı" filminin unutulmaz sahnesi olan beyaz elbisesinin havalandırma mazgallarıyla uçuşması tasvir edildi. 15 ton ağırlığındaki heykelin adı "Sonsuza dek Marilyn" 
Amerikan başkanı  Kenndy ile olan aşkı, altı ayak parmağı, yüksek dozda aldığı uyku hapından dolayı intihar mı etti, yoksa öldürüldü mü tartışmalarının hala yapıldığı, dünyanın tartışmasız en güzel sarışını kabul edilen Marilyn Monroe ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen ilgi çekmeye devam ediyor.

Yıllar önce yaptığımız Amerika seyahatimizde New York borsasını simgeleyen boğa heykelinin önünde resim çektirme geleneğine bizim kafile de uymuştu. Diğer turistlerin hayretli bakışlarına aldırmadan bizim guruptaki bir kaç kişi boğanın üzerine çıkıp resim çektirmeye çalıştı. Çocuğunu boğanın üzerine oturtup resim çektiren babaların yüzünde Amerika'yı fethetmiş fatih edası vardı. Hatta bazıları işi abartıp bronz boğa heykelinin testislerine ellediler. 
2012 yılı baharına kadar sergilenecek olan Marilyn Monroe heykelinin üzerine tırmanıp resim çektirecek  ilk kişiyi merakla bekliyorum. 
İster misiniz bu kişi bir Türk olsun. 



19 Temmuz 2011 Salı

KONUŞSAM


Konuşsam dilim yanar, sussam kalbim.
Önce duruyorum, sonra susuyorum.
İçimden çıkan lafların,
etrafı yangın yerine çevireceğini düşününce,
kilit vuruyorum yüreğime.
Sonra "Yan" diyorum yüreğime,
Sadece sen yan.
Ve dayan, diyorum gönlüme,
Herkes mutlu olsun, sen dayan.
...
Bayıldım bu şiire ama kafam karıştı. Yazarı araştırmaya kalkınca 3 ayrı isim çıktı karşıma. Necip Fazıl, Özdemir Asaf ve Mevlana. Ben şiirin asıl sahibini bulamadım.
Bilen varsa benimle de paylaşın lütfen.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ROBDÖŞAMBR


Arkadaşım kızının nişanlısı için hazırladığı nişan hediyelerini anlatıyor; Gömlek, kravat, çorap ve iç çamaşırı, parfüm, ipek pijama... Robdöşambr da aradık ama.." derken gözümün önüne Eski türk filmlerinde tek elinde viski kadehi, bir elinde purosu olduğu halde Muzaffer Tema canlandı. "Ya benim olacaksın, yada babanı fabrikadan atarım" repliğini  de duyduğuma yemin edebilirdim. Hemen çantama davranarak arkadaşımın hayretli bakışları altında defterime "Robdöşambr" yazdım.
30 yıl önce bırakın şehri, Sapanca gibi 10 bin nüfuslu bir kasabada bile nişanda damada Robdöşanbr almadıysan nişan bohçası yarım kalırdı. Ablam nişanlandığında adet gereği biz de sandığa Robdöşambr koyduk. Kahverengi kadifeden, palto yaka, cepli bir ceket. Belinde püsküllü perde kordonuna benzeyen bir kuşak, düğmeler yok. 

Şehirde doğmuş, büyümüş bir mühendis, daha aşağısı kurtarmaz diye düşünürken Robdöşambr'ı gören eniştem o kadar güldü ki zavallı ceketi  8 yıl hiç kimse sandıktan çıkartmaya cesaret edemedi.
8 yıl sonra ben nişanlandığımda tekrar ortaya çıktı. Eniştem hiç giymediği için tasarruf yapıp aynı ceketi biz de nişan bohçasına koyduk. Rahmetli eşim eniştemden biraz daha politikacıydı herhalde . Kimsenin gönlü kırılmasın diye bir iki kez bu komik ceketi giydi. Almanya'da yaşadığı 3 yılda viskiye alıştığı için Robdöşamr'ın hakkını da verdi. İş olsun diye elinde viski, sırtında Robdöşambr'la dolaştı. Bütün karizması yerle bir oldu ama yüzüne söyleme cesaretim olmadı. 
Bu devirde ikisi de üniversite okumuş gençlerin robdöşambr isteyeceklerini düşünmediğimi söyledim arkadaşıma. Kendisi nişan, düğün yapamayan arkadaşım özenmiş olacak ki ikna olmadı. Birden fark ettim ki kayınvalideler damatlarına bu ceketi giydirmeye pek hevesliler. Annemin İzmit mağazalarında Rondöşambr aradığı günleri çok iyi hatırlıyorum. Ağabeyimin "İstemiyorum" diye diretmesine rağmen yengemin ve annesinin ısrarlar aldığı Robdöşambr'ı ne yaptıklarını bilmiyorum. Çünkü abim evlendikten sonra aynı evde 6 yıl yaşadığımız halde abimin üzerinde bir kez bile görmemiştim.

Fransızca da "Ev elbisesi" anlamına gelen bu ceket filmlerde, tiyatro oyunlarında zenginlik sembolü gibi göründüğü için  sıkça kullanılsa da normal hayatta pek itibar edilmemiş.
Bana gelince; Bir kaç yıl önce Digitürk'de  Playboy'un yaşlı patronu Hugh Hefner'ı birlikte yaşadığı üç sarışın güzelle kocaman bir malikanenin içinde saten Rondöşambr'la dolaşırken gördüğümde bu kıyafetten nefret ettiğime karar verdim.

ÇELEBİ 400 YAŞINDA


Hürriyet gazetesinden Kanat Atkaya ; "Evliya Çelebi'nin olmayan sakalı" başlıklı bir yazı yazmasaydı aklıma bile gelmeyecekti. Bütün resimlerinde Nur yüzlü uzun sakallı olan seyyah, aslında sinekkaydı traşlıymış. Hatta bu durumundan dolayı dayak yemekten zor kurtulduğu anlar olmuş.
Doğumunun 400. yılı dolayısı ile 2011 yılı UNESCO tarafından Evliya Çelebi yılı olarak ilan edildi. UNESCO da sahip çıkmasa bir çok değerimizin farkına bile varamayacağız.  Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO; Mardin Hasankeyf, Kapadokya, Nemrut Dağı, Pamukkale, Truva Antik Kenti, Göreme Peri Bacaları, Kız Kulesi, SultanAhmet Camii gibi tarihi yerlerimizi koruma altına almış. Yani bir bakıma bu yerlerin bakımını, korunmasını ve gelecek nesillere bırakılmasını garantilemiş. UNESCO'dan Allah razı olsun desem abes mi kaçar?

2011 yılının ilk yarısını geçmiş olmamıza rağmen Evliya Çelebi ile ilgili haberler veya etkinlikler o kadar az ki!  Reytingi olsa da Evliya Çelebi'nin gittiği yerleri anlatan bir belgesel yapılsa. Tamam bu belgeseli ünlü biri yapsın izlenme kaygısı ortadan kalksın, ne güzel olmaz mı?
Evliya Çelebi ile ilgili bilgilerimiz eğer ona özel bir merak beslemiyorsak şöyledir; Bir gece Rüyasında Peygamber efendimizi görmüş; "Şefaat ya Resulullah" diyeceğine heyecandan dili sürçmüş. "Seyahat ya Resulullah" deyivermiş. Ondan sonra yollara düşmüş. 

Bir de Erzurum ile ilgili söylediği farz edilen bir lafını hatırlıyorum. "Erzurum'da 11 ay 29 gün kaldım yaz gelmedi, benden sonra geldiyse bilmem." Bu sözü Erzurum'da cirit oyunu sırasında Seyit Ahmet Paşa'nın attığı ciritle dört dişini kaybettiği, bu yüzden bazı kelimeleri kullanırken zorlandığı için söylemiş olabilir mi?
Vikipedi'de hakkındaki bilgileri okurken annesine hayran oldum. Bizim nesilde bile babanız memur değilse doğum tarihiniz annenizin hafızasına kalmıştır ki, çok çocuk doğuran bir anne bayram seyran gibi özel bir gün değilse hatırlamaz.
Evliya Çelebi; 25 Mart 1611 yılında Unkapanı'nında doğmuş. İlk gezilerini İstanbul sınırlarında yaptıktan sonra 70 yaşında ölene kadar bütün osmanlı şehirlerini gezmiş ve yine seyahat esnasında Mısır'da vefat etmiş. 
10 Ciltten oluşan "Seyahatname" isimli eseri gezdiği gördüğü yerleri halkın anlayacağı bir dilde yalın ve  kendine has üslupla yazılmış.

Evliya Çelebi seyahatnamesinde güzel nasihatlere de yer vermiş.
Her mecliste duyduğun sözleri aklında tut.
Sırrın varsa sakın kimseye söyleme.
Daima ileri hedefin olsun, geçmişe takılıp kalma.
İki kişi konuşurken dinleme.
Herkesle iyi geçin, inatçı ve kötü sözlü olma.
Daima temiz ol.
Bir şey koymadığın yere uzanma.






15 Temmuz 2011 Cuma

HARRY POTTER


On yıl önce Manchester'dan Londra'ya iş aramaya giden giden trenin içinde bir kadın önce peçetelerin üzerine yazmaya başlıyor kızına söylediği hikayeleri. Sonra ısınmak için gittiği kafelerde ucuz bir kahve eşliğinde devam ediyor. Devletin ödediği işsizlik parası olan 170 lira ile   kızına bakmaya çalışıyor. Kitap bittiğinde yayın evlerine yolluyor.
Yine bir sürü yayınevi kitabını basmak istemiyor. Nihayet kitabı basmaya yanaşan yayınevi bu kitabı okuyacak olan erkek çocukların kadın yazarı okumak istemeyeceklerini söyleyerek kitabı bir erkeğin yazmış olacağı izlenimi vermek için isminin baş harflerini alarak  kitaba J.K Rowling yazıyor.
10 yıl içinde 7 Harry Potter  kitabı ve 8 filmi ile İngiltere'nin en zengin kadınlarının arasına giriyor. Yayın evini de ihya ediyor.
Kitaplarını basmaları için kapısını aşındırdığı yayın evleri emimin saçlarını başlarını yoluyordur şimdi.  

10 yıl önce büyük kızımın ortaokul yıllarında tanıştık Harry Potter'la. Zaten okumayı çok seven kızım bir çırpıda okudu İngiltere'nin bir yerinde Hogwarts büyücülük okulunda yaşayan Harry Potter ve arkadaşlarının hikayesini. Kötü adamın adı "Kim olduğunu biliyorsun" olarak anıldı. Her bölümde anne ve babasını öldüren, kendisini de yok etmeye çalışan Voldemort ile mücadele eden ufak tefek çelimsiz çocuk on yıl içinde büyüdü ve her zaman olduğu gibi "İyilik" galip geldi. Ablalarının etkisi ile diğer kızlarım da Harry Potter serisini okumaya başladılar. Bu sevgi onlara okuma alışkanlığı da getirdi. Filmciler çok güzel bir pazarlama yöntemi ile her yıl bir kitabı film haline getirdiler. Oyuncular en çok takip edilenler arasında ilk sıraya yerleşti. Filmlerin oynandığı salonlarda uzun kuyruklar oluştu. Ve bu macera bu hafta son filmi ile sona erdi.

J.K Rowling seriye devam etmeyeceğini söylese de okuyanların ümidi bitmiş değil. 
Çocuklar için hazırlanan kitap çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekti. Girişimciler de boş durmadı tabi. Amerika'da Disneyland'da Harry Potter bölümleri açıldı. 
Çocuklarını sinemaya getiren ebeveynler zevkle filmlerini seyrettiler. Fanları bütün dünyaya yayıldı. Bazı ülkelerde yeni çıkacak kitaplarını ilk günden almak için bir gün önceden kitapçıların önünde uzun kuyruklar oluştu. 
14, 17, 23 yaşlarında üç kızımın aynı şeyi sevdikleri ender durumlardan biri olduğundan, evde defalarca DVD'leri izlendiği için kitaplarını okumadım ama filmleri izlemiş durumdayım. 

Kızlarım son filmi  üzüntüyle izlediler. Onlar için Harry Potter'ın bitmesi çocukluklarının da sona ermesi gibi bir durum oluşturdu. Aslında bu on yıl içinde oyuncular da gözümüzün önünde büyüdü, bazıları yaşlandı, bazıları öldü.
Filmin Londra'da ki galasında yazar ve oyuncular duygusal anlar yaşadılar.
Devletin ödediği 170 liralık işsizlik parasıyla geçinmeye çalışırken 23 milyar dolarlık bir servetin sahibi olan J. K Rowling şöyle diyor; ''Eğer bir gücüm olsaydı bunun görünmezlik olmasını isterdim. Evet, üzücü ama bir cafeye kaçıp hikaye yazardım.''

Sizi ilgilendiren haberleri kaçırmayın!





Gündemde merakla takip ettiğiniz bir konuda gelişmeler oldu mu? Sevdiğiniz yazarın yeni kitabı ne zaman raflarda olacak? Bu yaz ilginizi çeken bir kültür sanat etkinliği var mı? Peki en son moda trendlerini biliyor musunuz? 

Böyle soruların cevabını merak ediyorsanız, hurriyet.com.tr'nin ücretsiz bir hizmeti olan Mind sizin için çok faydalı olabilir. Mind, önemsediğiniz konularla ilgili hiç bir haberi kaçırmamanızı sağlayacak. Merak ettiğiniz konularda yayınlanan haberler size e-posta aracılığıyla bildirilecek.

Peki Mind nasıl çalışıyor? Mind websitesine girerek (http://mind.hurriyet.com.tr) kaydolun ve takip etmek istediğiniz konuların listesini oluşturun. Örneğin: "diyet", "sergi", "Ara Güler", "defile" ve "Elif Şafak". Artık bu konularla ilgili yayınlanan haberlerden, tercih ettiğiniz sıklıkta gönderilecek e-postalar sayesinde haberdar olacaksınız.

Eğer bir haber yayınlanır yayınlanmaz haberdar olmak isterseniz, Mind'ın masaüstü uygulamasını da yükleyebilirsiniz. Ayrıca dilediğiniz zaman Mind websitesinden, takip ettiğiniz konularla ilgili geçmişte yayınlanan haber başlıklarına ulaşabilir ve bunları haber arşivinize ekleyebilirsiniz. 

Mind, ilgilendiğiniz haberlere ulaşmanın en kolay yoludur. Siz de tıklayarak takip listenizi oluşturmaya başlayabilirsiniz...





Bir bumads advertorial içeriğidir.