30 Temmuz 2010 Cuma

TİMSAH GÖZYAŞLARI


4 Yıl önceydi.
Büyük kızım " Sana bir profil oluşturalım." dediğinde;
" Aman yandan olmasın. Burnum güzel değil." dediğimi hatırlıyorum.
" Yok öyle değil. Facebook'a gireceksin."
"Anne facebook'da ne işin var." Grubuna katılmak için beni facebook'a kayıt etti. Önce kayıt edecek, sonra da ne işin var diyecek iyi mi?
- Senin yüzünden girdim. diye sürekli yüzüne vurdum.
Çoluk çocuğun eğlence mekanı olarak düşündüğün siteye yoğun çalışma tempom içinde bakmak fırsatı bulamıyordum.
O zamanki iş ortağım, daimi dostum ve sevgili arkadaşım Neslihan ile boş bir günümüzde arkadaşlarımızı aradık.
Geçen 4 yıl boyunca görüşmediğim okul ve iş arkadaşlarımla, eski komşularımla, uzak akrabalarımla merhabalaşma fırsatım oldu.
Bazı arkadaşlarımın hala bekar olduğunu, başka bir arkadaşımın boyunca yeğeni olup onu evlendirdiğini, bir başkasının eşinden boşanıp" Yaşasın Özgürlük." dediğini görüyor, haber alıyorum.
Sanal alemde oturduğun yerden gerçek hayatlarda neler olduğunu öğrenme fırsatı doğdu herkese bu sayede.

Arkadaşımın Psikoterapist olan oğlu Çağatay Öztürk; Bir TV kanalında Özel hayatlarını paylaşım sitelerinde en ince ayrıntısına kadar sergileyenleri  Teşhirci, Onları izleyenleri de Röntgenci olarak yorumlamış. Sanatçılar, köşe yazarları hak verenler ve vermeyenler olarak ikiye ayrılmıştı.
Bakıyorum da yaşları 15-16 arasındaki kızlar bikinili, makyajlı, garip pozlarda resimlerini paylaşıyorlar bu sitelerde.
Çağatay Öztürk'e hak vermemek elde değil.
Dünyada Facebook'u en çok kullanan ülkeler arasında üst sıralarda olduğumuza göre büyük, küçük Teşhirciliğe ve Röntgenciliğe pek meraklı olduğumuz da ortaya çıkıyor.
Yani bir çok şeyde olduğu gibi paylaşımda da amacından sapmışız.

Kızlarım araştırmacı bir ruhla Uğur Dündar'a rakip olmayı düşünüyorlar herhalde. Şimdi de Kuş Cıvıltısı olarak tabir edilen Twitter'a ilgi göstermeye başladılar.
Twitter facebook'dan farklı olarak bir çeşit anlık ileti gibi bir paylaşım sitesi.
Cumhurbaşkanımız kendisine yöneltilen eleştirileri basın sözcüsü kanalıyla değil de Twitter aracılığı ile bizzat kendi cevaplıyor. Zaman zaman içini döküyor.
Yeni yetme mankenler " Şimdi duşa giriyorum" gibi abuk bir bildirim paylaşıyor.
Bir köşe yazarı, hoşlanmadığı başka bir köşe yazarını, yazılarına ters düşen bir mekanda yakaladığını gammazlıyor.
Eski bir gazete patronunun gazeteci eşi,  gazetede kendisine verilen yer az olsa gerek sürekli yazacak bir şeyler buluyor.
ABD başkanı tatil için gideceği yeri paylaşıyor.
Amerikalı aktör kendisinden yaşça büyük sinema sanatçısı eşinin popo resmini çekmiş paylaşıyor.
Yüz Kitabı...Kuş Cıvıltısı..
Bekliyorum sonunda birbirimizi yiyeceğiz ve "Timsah Gözyaşları" diye bir paylaşım sitemiz olacak.

29 Temmuz 2010 Perşembe

DOĞAN GÖRÜNÜMLÜ ŞAHİN


Bizim nesilin mizah severleri Gırgır ve Fırt dergisini iyi bilir.
Orada Zihni Sinir adında bir mucit vardı. Öyle garip icatlar yapardı ki " Hadi canım sende" derdiniz. Zihni Sinir denilen namı değer gözlüklü komik bir çizgi kahramandı.
Sonraki yıllarda çetrefilli buluşlar yapan yurdum insanına Zihni Sinir demeye başladık.
Bizim insanımız Şahin görünümlü Doğan, Mercedes görünümlü Serçe yapmaya pek meraklıdır.
Mercedeslerin  önlerindeki yıldız armalarını  itinayla söküp, kendi doğan, şahin, kartal gibi kuş isimleri takılan arabalara yerleştirirlerdi. Bu uygulamadan en çok da Almancılar zarar görürdü. Çünkü Almancıların haricindeki mercedes sahiplerinin zaten bir garajı vardı.

Artık bu uygulama yapılmıyor sanırım derken gazetede okuduğum haber   "Aşmışız." dedirtti. Adam Fiat marka 10 yıllık arabasının üzerini keserek üstü açık araba yapmış, bunu da kanarya sarısına  boyamış. " Herkes arabama bakıyor." diyor.
 Bakarlar tabi.
Biz Ferrari ye çok benzin yakıyor diye tüp takıp hava atan  bir milletiz. Allahtan ferrari şirketi durumu öğrenip dehşete düşmüş. Parasını geri verip şahıstan arabayı almış, İtibarlarını düzeltmişler.
Aslında dünyanın her yerinde araçlar modifiye yapılır. Bazıları inanılmaz güzel olur. Discovery kanalda böyle bir program var. Vücutları dövmeli bip sesinden anlaşıldığına göre bolca küfürlü konuşan iri yarı adamlar, hurda bir arabayı alıp aslına sadık kalarak harikalar yaratıyorlar.
Arabanın markası ne ise o markanın özelliklerine dokunmadan yapıyorlar bu işi. Bizim modifiye anlayışımız arabayı mutant yapmak. Yani ne olduğu belli olmayacak garip bir yaratık.
Öğrendiğime göre bazı uyanıklar arabaların yolu daha iyi kavrayabilmesi için bagajına beton döküyorlarmış.
Bu arabaların aerodinamik aksanını yapmak için uzun saatler, haftalar, aylar geçiren mühendislerden daha iyi anlıyor bizim sanayideki recep usta.

Geçen yıl arabamda çıkan bir arızadan dolayı sözde ucuz olacak diye, servise değil de Karadenizli tanıdık bir ustaya arabamı emanet ettim.
Araba bana servisten daha pahalıya mal oldu. Parçalar garanti kapsamında değildi.
Arabayı tamirden aldığım gün trafiğin çok yoğun olduğu dört yol ağzında kaldım. Bir saat trafiği allak bullak ettim. Arabadaki arızadan dolayı yolun ortasında kaldığımı bilmeyen sürücüler kadın şoförler hakkında bir sürü yorumda bulundular.
Bazıları işi daha da ileriye götürüp; "Bu arabayı sana alanda kabahat." diye seslendi.
Sonunda bizim Karadenizli usta çırağıyla geldi. Arabanın orasına burasına şöyle bir baktı ve yanındaki gence aynen şöyle dedi;  
- Ula Necati bunun deneme sürüşünü yapmişmiydun?

28 Temmuz 2010 Çarşamba

SERSERİ MAYINLAR


Arkadaşlarımın tavsiyesi ile Ferzan Özpetek'in Serseri Mayınlar Filminin DVD'sini izledim.
Okumak için Roma'ya giden bir genç, okul bitince kasabasına geri dönüyor.
Babasının makarna fabrikasında abisi ile birlikle işi yönetmesi beklenirken, genç adam abisine Gey olduğunu ve yazar olmak istediğini söylüyor.

Bir akşam yemeğinde durumu bütün aileye açıklama kararı almışken, yemekte abi ondan önce davranarak kendi bir itirafta bulunuyor. Uzun bir zamandır gey olduğunu ve fabrikada çalışan bir adama aşıkken kimse fark etmesin diye onu işten çıkardığını söylüyor.
Baba kalp krizi geçiriyor, masalar devriliyor, genç adan kendi itirafını yapamıyor.
Ortaklarının genç kızı ile fabrikanın başına geçmek zorunda kalıyor. 
..
Filmde İtalyan oyuncular var. 
Herkesin rolü üzerlerine tam oturmuş. 
Serseri Mayın ismi  evin erkeklerine değil, aslında kayınbiraderine aşık olduğu halde kocasıyla evlenen yaşlı büyük anne için söylenmiş.
Gey toruna aşık olan ortaklarının kızına söylediği söz çok güzel.
"İmkansız aşklar hiç ölmez." diyor. 
Düğün gününde kayınbirederine gittiğinde adamın onu sevdiği halde abisine geri götürdüğünü anlatarak.

Oğlunun gey olduğunu anlayan babanın tepkileri görülmeye değer. Bağırıyor çağırıyor, parasını pulunu alarak oğlunu evden kovuyor.
Film italyancaydı. 
Türkçe alt yazılı izledim ama eminim bazı konuşmalarda küfür de ediyordur. Yani bizdeki bir babanın tepkilerini gösteriyor. 
Elinde kalan küçük oğlu ile mutlu olduğunu göstermek için kasaba meydanında bir kafeye içmeye götürüyor onu. Etrafta gülen insanları görünce " Herkes biliyor." diyerek ağlamaya başlıyor.
Bu arada kendisine masaj yapan yaşlıca bir kadınla karısının bildiği bir ilişki yaşıyor.
..
Roma'da sinema eğitimi alan, 17 yaşından beri italya'da bulunan Ferzan Özpetek İtalyanları iyi tahlil etmiş anlaşılan. "Gerçek bir hikayeden ilham aldım" diyor filmi için.
Film İtalya'da bir çok ödül almış.
Son sahnede Sezen Aksu'nun seslendirdiği "Kutlama" şarkısı ile anlatmak istenen duygu tam da yerine oturmuş.
Serseri Mayınlar'ı izlemediyseniz DVD'sini alıp izlemenizi tavsiye ediyorum.

27 Temmuz 2010 Salı

28 TEMMUZ


Albümleri karıştırıyorum.
Resimlerin çoğunda kızlarım bir pastanın başında mum üflüyorlar. Gülen yüzler.. Sevildiğinin farkında küçücük yürekler.
Yeni bir yaşa girmenin üzücü yanı kaç yaşında başlar?
Kaç yaşında yaşlanma hissi zuhur eder?
Temennilerin kifayetsiz kaldığı, üflediğimiz mumların bir seferde sönmediği yaşlar hangisidir?
Hangi yaşlarda "Ah yine geldi bu dayanılmaz vuslat" der, güler geçeriz.
Özlemle anılan gençlik yaşlarında sürpriz bir doğum günüdür arzu edilen?
Sonraki  yorgun yıllarımızda hiç hatırlanmayıp, geçip gitmesi beklenen.

Doğum günlerini hep sevdim ben..
Çünkü yaşamayı  sevdim..
Bilirdim ki üçüncü çocuğu istememiş annem.
Öylesine hesapsız kitapsız oluvermişim. 
Beklememiş kimse beni gelsin diye..
O yüzden sıkı sıkı sarılırım hayata..
Kırgınlıklar, hayal kırıkları, zorluklar, etkilemez beni.
Doğmaya karar verdiğimde olacaklar yazılmış kaderime.
...
Oysa bir doğum günümde kendimi alıp gitmek isterdim.
Sadece kendimi..
Varsın hatırlamasın kimse, ne gam..
Ilık bir yaz akşamında, başımın üzerinde gökyüzünden bir dam.
Toprak koksun içime çekeyim, yaprakların fısıltısını dinleyeyim, küçük bir kuş şarkı söylesin sadece benim bildiğim, sonra rüzgar sevdiklerimin  kokusunu getirsin çiçek tazeliğinde..
Ve..gözlerim kapansın uzanayım...
Belki mutluluktan diyebilirim, ama bir parça da gözyaşı damlasın yanaklarımdan aşağıya..
Uyuyayım... Varsın bir daha uyanmayayım.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

DÖNÜŞ YOLU AZAP DOLU


Armutlu'dan dönmek için feribota biniyorum. Arkadaşım el sallıyor."Yine gel" diyor..
Feribotun etrafında onlarca mayolu çocuk yolcuların arasından ıslak şortlarla koşuyorlar. Daha ne olduğunu anlamadan Feribotun güvertesinden denize atlıyorlar.
Yolculardan biri birkaç gün önce buradan atlayan bir çocuğun kayalara çarpıp ağır yaralandığını söylüyor.
Bunların Ebeveynleri yok mu diye düşünürken, 8-10 yaşlarındaki bir oğlan çocuğu kıyıdaki annesine sesleniyor;
"Anne bak nasıl atlıyorum."
Acaba çocuklarım için çok mu koruyucu davranıyorum? demekten kendimi alamadım.

İDO'nun Feribotu konforlu, klimalı, tertemiz. 
Tek başına seyahat eden bir çok yolcu gibi ben de" İnşallah yanıma ağlayan bir çocuk düşmez" diye temenni ederken, Tesadüf Melekleri gülüyorlardı herhalde.
Kucaklarında bir yaşlarında bir kız çocuğu ile genç bir çift yanıma oturdu. Daha Feribot hareket etmeden küçük kız elimdeki çantanın sapını çekiştirmeye başlamıştı bile.
Çocuğa ilgi gösterecek günümde değildim. Kadına hafifçe gülümseyerek başımı cama çevirdim. Bunun Türkçe karşılığı; " Tamam çocuk severim. Senin kızın da sevimli bir bebek ama ben bu durumu çok yaşadım. Sakin bir yolculuk yapmak istiyorum."
Anne ne dediğimi anlamış olsa da çocuk abaaa, naaanaa, buuu gibi kızlarımdan bildiğim kelimeleri bıkmadan usanmadan tekrar etti. Susadı ağladı. Sıkıldı ağladı. Uykusu geldi ağladı.
Yakın bir zaman önce Selahattin Duman'ın feribottaki çocuklar hakkında yazdığı yazıya hak verdim.

Salondaki çocuklar birbirleri ile telepati yoluyla anlaşıyor almalılar. Biri bağıra bağıra ağlıyor. Eminim sesin desibeli insan sağlığına zarar verecek yükseklikte. Bir süre sonra  "yeteeer" diye bağırmayı düşündüğünüzde susuyor. Tam "Oh be" diyecekken başka biri daha tiz bir sesle ağlamaya başlıyor.
Bu arada çocuklara sabır gösterirken, anneler ağlayanları susturmak için onlardan daha yüksek perdeden bağırarak sözüm ona çocukları sakinleştirmeye çalışıyorlar.
Annelerden biri 3 yaşlarındaki çocuğa şöyle diyor. 
" Sus yoksa teyze iğne yapacakmış."
İğne lafını duyan çocuğun çığlığını varın siz tahmin edin?
Çocuğa mı kızmalı anneye mi?
Çok merak ediyorum, böyle yolculuklarda yabancılar ne yapıyor?
Peki yabancı bir çocuğu ağlarken gördünüz mü?
..
Ben görmedim...

25 Temmuz 2010 Pazar

YAĞMUR ÇOCUKLAR


Armutlu gezim ile ilgili paylaşmak istediklerimi bir önceki yazıma sığdıramadım. Bu güne kaldı.
Yıllar önce Dünya sinemalarını kasıp kavuran bir film vardı.
Yağmur Adam...
5 Oskar, 1 Altın Küre ödülü alan filmde; Bencil ve üçkağıtçı bir şehir çocuğu ile varlığını sonradan öğrendiği Otistik dahi kardeşin hikayesi izleyenleri derinden yaralamıştı.
Başrollerinde Tom Curuise ve Dustin Hoffman oynamış ve herkes yakışıklı Tom Curuise'un yerine  Otistik abiyi oynayan Dustin Hoffman'a hayran olmuştu. Bu rolü aktöre Oskar kazandırmıştı.
Filme ilham kaynağı olan ve geçen yıl ölen otistik Kim Peek için babası ; " Tek başına giyinemiyor bile ama hafızasında ezbere bildiği 9 bin kitap var." demiş.


Yazlığında konuk olduğumuz Emekli Edebiyat öğretmeni olan arkadaşım orada da boş durmamış.
Bir çocuğa okuma yazma öğretiyor. 
Çocuk 15 yaşında. Özel eğitim alması gereken sevimli bir erkek çocuğu.
" Öğretmenim bu sıcakta annem beni yolladı ama terliklerim ayağımı acıttı. Sonuçta beni araba ile getirmeleri daha iyi değil mi?" gibi bir güzel cümleler kuruyor.
Ailesi haftanın bir günü kendisi gibi özel çocukların gittiği bir okula yolluyor, fakat bir gün yeterli olmadığından arkadaşım okuma yazmasına yardımcı oluyor.
Aileden izin almadığım için adını yazamayacağım çocuk sevimli, konuşkan, 30'a kadar sayabildiği için mutlu.
Yazmaktan hiç hoşlanmıyor. Sürekli "Elim yoruldu, Canım istemiyor." diyerek naz yapıyor.
Arkadaşım;" Hadi o zaman yazmayacaksak andımızı okuyalım. Ya da dün yazdıklarımızı okuyalım." diyerek çocuğu yönlendiriyor. 
Diğer odada onların derslerine kulak kabarttığımda arkadaşımın nezdinde bütün öğretmenlerin sabırına hayran oluyorum. 
Bu durumdaki özel çocukların anne ve babalarına kolaylıklar diliyorum.
Normal seyrinde devam eden bir okul sürecinde bile kızlarıma okuma yazma öğretirken ne kadar sabırsız davrandığımı hatırlayıp kendimden utanıyorum. Benim kızgınlığımı fark edip bu görevi başarıyla yapan
sevgili anneme, çocuklarıma okuma yazma öğrettiği için teşekkür ediyorum.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

ARMUTLU'DA ARMUT AĞACI YOK


Emekli Edebiyat öğretmeni olan arkadaşım Armutlu'da yazlığına davet etti. Kuzenimle birlikte hazırlandık. İDO'nun feribotu ile 1.5 saatte Armutlu'ya vardık. 
Armutlu Yalova'ya bağlı sevimli bir kıyı kasabası. Kışın kaplıca hamamları, yazın denizi ile şanslı beldelerimizden.
Armutlu'nun bütün kıyı şeridi yürüme yollarına ayrılmış. Hiç kimsenin evi, villası denize sıfır değil. İnsanlar istedikleri yerden denize girebiliyorlar. Diğer sahil kasabalarından farklı olarak onlarca küçük koy belediye tarafından yapılmış. Boylu boyunca uzanan sahilde değil de küçük küçük koylarda yüzüyor ve güneşlenebiliyorsunuz.
Yarım ay şeklindeki koylar dalgakıran işlevi de gördüğü için dalgalardan etkilenme olanağı da yok.

Kıyı boyunca çeşit çeşit restoran ve çay bahçesi var. Armutlu'ya özgü değişik bir mutfak yok maalesef. Tost, Dürüm, Pide , Lahmacun, Balık yiyebileceğiniz yerler arasında istediğinize gidebilirsiniz. Fakat çay bahçeleri ve kafeler içinde önermem gereken bir yer var. Park Kafe.
Kıyı boyunca akşam 9'dan sonra Park Kafe'de yer bulmak zor. Yola atılan 6-7 masanın haricinde verandasında da bir o kadar masa mevcut. Bir bardak çay içip saatlerce oturabilir çevreyi seyredebilir, okey, kağıt oynayabilirsiniz.
Fakat Park kafe'yi özel kılan neden bunların hiçbiri değil.
Kafenin iki servis elemanı var. Birbirlerine zerre kadar benzemiyorlar ama arkadaşım kardeş olduklarını söyledi.Abisinin adını bilmiyorum.
Caner 23 yaşında bir genç. 
Abisi gülerek anlatıyor. Belli ki kıskanmıyor. " Kimse benden hizmet istemiyor, Ben yanlarına gittiğimde, sen git Caner gelsin diyorlar."
Bu sırada Caner tüm sevimliliği ile yanımıza gelip Arkadaşıma " Hocam hoş geldin." diyor.
Pozitif, hazırcevap, esprili bir genç. Kadın erkek herkese şekerim, Hayatım,  Canım diye hitap ediyor. Samimi fakat bunu sululuğa taşımıyor. 
Caner bütün Armutlu'nun gözdesi. Gecenin geç saatlerine kadar yüzünden gülücük eksik olmuyor.
Genç, yaşlı, kadın , erkek caner ile muhabbet etmekten hoşlanıyor.
Üç gece Park Kafede oturup gazoz içip, simit yedik, okey oynadık. 
Çocukluğumuzdaki gazoz - simit maceralarımızı konuştuk.

Armutlu'ya gitmek istiyorsanız, Yazın İDO'nun günde üç seferi var. Kışın daha az olduğunu söylüyorlar. Önceden bilet almanızı tavsiye ederim. Son anda yer bulunmuyor.
Ergün Motel, Yaşmak Motel ve Er motel'i önerebilirim. 
Antalya, Bodrum, Çeşme gibi tatil yerlerinden sıkıldıysanız, mütevazı bir yer arıyorsanız, aile büyüklerinizle bir yere gitmek istiyorsanız Armutlu'ya gidin. 
Armutlu'ya gider de, mutlu bir genç görmek isterseniz, Park kafede Caner'in bir bardak çayını için.

20 Temmuz 2010 Salı

TEBESSÜM


Genç deve annesine sormuş;
- Anne bizim ayaklarımız neden bu kadar uzun?
Anne deve cevap vermiş.
- Çölde kuma batmamak için.
Genç deve tekrar sormuş;
- Peki kirpiklerimiz neden bu kadar gür?
- Çölde kum fırtınalarından gözümüzü korumak için.
Genç deve yine sormuş;
- Peki neden bizim hörgücümüz var?
Anne deve cevap vermiş.
- Hörgücümüze su depolarız. Kavurucu çöl sıcaklarında giderken susuz kaldığımızda kullanırız.
Genç deve sinirlenmiş.
- Öyleyse ne halt etmeye hayvanat bahçesindeyiz?


Küçük bir serçe dalgın dalgın alçaktan uçuyormuş. Yola çıktığını fark etmemiş. Karşıdan gelen  motorun sürücüsünün kaskına çarpmış.
Sürücü bakmış serçe baygın yatıyor. Bırakıp gitmeye gönlü elvermemiş.
Serçeyi alıp evine götürmüş. Evindeki eski kafese koyup, yanına su ve ekmek bırakmış. İşine gitmiş.
Bir süre sonra kendine gelen serçe etrafına bakınmış. Parmaklık, ekmek, su..
Panikle söylenmiş;
- Tüh be motorcuyu öldürmüşüz..
...
Baba oğlunun karnesine kızarak söylendi;
- Atatürk senin yaşındayken okulun birincisiydi.
Çocuk anında cevap verdi.
- Senin yaşındayken de Cumhurbaşkanıydı.
...
Temel ile Dursun iki at almışlar. Fakat atları sürekli karıştırıyorlarmış. hangisi kimin atı anlayamadıklarından Temel kendi atının kuyruğunu kesmiş. Bunu gören Dursun da atın kuyruğunu kesmiş.
Bu sefer Temel atın yelesini kesmiş. Dursun altta kalır mı, o da atın yelesini kesmiş.
Sonunda Temel;
- Ula Dursun , bu iş böyle olmayacak. Siyah at benim, beyaz at at senin ki olsun.

Temel'in babası vefat eder.
Başsağlığına gelen Dursun sorar;
- Ula temel baban nasil öldi?
Temel; - 10. kattan düşti.
- Vah vah çok feci ölmiş.
Temel.; - Yok oyle ölmedi. Tam yere düşecekken manavın tentesine çarpıp yükseldi.
 Dursun. -Hay allah daha şiddetli çakıldi o zaman.
Temel - Yok. Karşi kasabın tentesinden fırladi karşi binanın çatisina.
Dursun - Çatıya mı çakıldi ?
Temel - Yok ya çatidan elektrik tellerine gitti.
Dursun - Elektrik çarpti o zaman.
Temel - Yok canum teller yaylandi babami 50 metre yukari fırlatti.
Dursun - 50 metreden yere çakıldi oyle mi?
Temel - Yok yine en baştaki manavın tenteye.
Dursun dayanamadı bağırarak sordu;
- Ula nasil öldi bu adam?
Temel - Baktık durmuyor, vurdik oni..

19 Temmuz 2010 Pazartesi

ŞÜKRAN - YALLAH


İskenderun Arsuz'da denize çok yakın olmayan fakat yeni yapıldığı için temiz, havuzlu, kaydıraklı bir otelde kaldık.
Arsuz'un Antalya'nın tatil kasabalarından bir farkı yok. Hatta bazılarından daha güzel diyebilirim. Yazlıklar son derece güzel. Pek çoğu iki, üç katlı siteler, yeşillikler içinde. Akdeniz ikliminin bütün özellikleri aynen mevcut, sadece sanırım dalgası biraz daha fazla. 
Otelimiz yukarıda da dediğim gibi temiz, yeni bir otel. Konaklayanların  çoğu Suriye'den gelen arap turistler. Otoparka gidince hayretten ağzım açık kalıyor. Türkiye'de bile görmediğim büyüklükte Suriye plakalı arabalar görüyorum. Bazı arabalarda araba sahibinin isimleri, bazılarında da dini vecizeler var. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük Jipin arkasında Önce Arapça , sonra Türkçe, şöyle yazıyordu. "Seni tanımayan Ölüdür ya Resulullah." İyi güzel de bu kadar büyük bir araba gösteriş ve israf değil mi? Müslümanlıkta israf var mı?

Valizlerinin markasından, arabalarının büyüklüğünden zengin oldukları anlaşılan araplar giyim konusunda o kadar özenli değiller.
Kadınlar giysileri ile havuz başında şemsiye altında otururken erkekler mayo ile havuzda yüzüyor. Çocuklara sonsuz özgürlük tanınmış. Asansöre girip çıkmaktan, tuşları ile oynamaktan asansörü bozacak kadar rahatlar. 
Akşam otelin havuz kenarında canlı müzik vardı. Arap turistler neşe içinde gece boyunca kendi müziklerini çalan orkestra eşliğinde oynadı. Yalnız  burada havuzdaki durumun tersine erkekler otururken, oynayanlar kadınlardı.
 Etraftan  "Şükran ve Yallah" konuşmalarını sıkça duyduk.

Arsuz'dan çıkıp güneye, kıyı boyunca giderseniz muazzam bir manzara ile karşılaşırsınız. Yemyeşil çam ağaçlarının arasından masmavi Akdeniz size gülümsemektedir. Arsuz'un tam bitiminde, Kale köy karşılar sizi. On beş, yirmi haneli köye girişte bembeyaz boyası ile diğer binalardan uzakta, bir romanın veya filmin hoş bir sahnesini seyreder gibi görünen  Deniz feneri için bile burayı görmelisiniz.
Köylülerden birkaçı kıyıda damında sazlar olan, çay bahçeleri yapmışlar.  Önümüzdeki kayalara vuran denizin sesini dinleyerek çaylarımızı yudumladık. Kızlar resim çekmekle meşguldü. Ne deniz fenerine, ne muazzam manzaraya, ne de çayın tadına ilgi gösterdiler. Birbirlerinin resimlerini çekerken; "Bu resmi facebook da yayınlayayım." derdindeler. Çevrede gördükleri üç tane ördek daha çok ilgilerini çekti.
Gençler nasıl da günlük yaşıyorlar ve ilgileri kısa süreli oluyor diyeceğim, kendi gençliğim geliyor aklıma. Hangimiz Nirvanaya ulaşmak istemiştik ki bu yaşlarda..
Gençlik böyle bir şey işte..
Sair ne demişti?
"Bir gençlik ölümü saklı kalmış bizde."
Saklı mı kalmış gerçekten?

18 Temmuz 2010 Pazar

YAŞASIN YOLCULUK


İki küçük kızımla birlikte Hatay'a gidiyoruz. ( Boyumu geçtiler ya neyse..)
Gezecek, dinlenecek, tatil yapacağız.
Kızlar heyecanlı. Valiz hazırlamaya başladık. 
Daha önceki yazılarımdan birinde Hatay gezimi anlatmıştım. Yemeklerini , gezilecek yerlerini..
Hatay'da nereden çıktı? dediğinizi duyar gibi oluyorum. 
Memleketimin güzel  şehirlerinden biri.
Önceden de yazdığım gibi benim için gidilen yer değil gitme eylemi esas olan..
Hem bu sefer İskenderun da var planlarımızda.
Hadi hayırlısı dedik çıktık yola.
..
Fakat İstanbul'un trafiğini hesap etmedik. Araba ile 20 dakika sürecek havaalanı yolunu bir saatte aldık. Uçağa ucu ucuna yetiştik. Birkaç dakika daha geç kalsaydık biletlerimiz yanacaktı. Oh diyerek yerlerimize oturduğumuzda Pilot şöyle bir anons yaptı;
"Sayın yolcular hava trafiği dolayısı ile uçağımız yaklaşık yarım saat geç kalkacaktır. anlayışınız için teşekkür ederiz."
İyi de ben trafikten dolayı geç kaldığımda siz anlayış göstermiyorsunuz. 
La havle çekerek ses etmedik. Zaten pilot öyle bir ses tonu ile konuşuyor ki, "Anlayış göstermezseniz kaç yazar." demeye getiriyor.
Yarım saat rötarla yola çıktık ama pilot yarım saati yolda kapadı herhalde. Çünkü saatinde Hatay'a vardık. 


Hatay ile İskenderun arası bir saatlik bir yol. Dağlara doğru kıvrıla kıvrıla çıkıyorsunuz. Sonra kıvrıla kıvrıla iniyorsunuz. Yollar gidiş gelişli tertemiz. İstanbul otoyolunda bile bu kadar düzgün yol yok diyebilirim.
İskenderun planlı düzenli bir sahil beldesi. Hatay'dan daha gelişmiş. Denize kıyısı olan yerleşim yerlerinde görülen güzellik burada da mevcut. Çarpık kentleşme yok denecek kadar az. Çok güzel bir sahil şeridi var ki görmeye değer.
..
Yemekleri Hatay ile mukayese edilmese de özellikle Petek pastanesinde dondurmalı künefe yemeniz tavsiye edilir.
..
Biz İskenderun'un Tatil beldesi Arsuz'da kaldık.
Yarın Arsuz'u anlatacağım.



TEMMUZ VE TARİH


Temmuz ayını seviyorum. 
12 ayın içinde Nisan, Eylül ve Temmuz aylarını diğer aylardan daha çok severmişim gibi geliyor.
Bunda Temmuz ayında doğmuş olmamın ne kadar etkisi var bilemeyeceğim.
Eylül ayını sevmemin nedenini Lise yıllarımda okuduğum Mehmet Rauf'un  "Eylül" isimli romanından etkilenmeme  bağlıyorum.
Nisan ise baharın tam ortasıdır. Harikadır. Kim sevmez ki?
Eskiden Saatli Maarif takviminde  "Tarihte Bugün" diye bir bölüm olurdu. O gün tarihte hangi önemli olay olduysa o yazardı.
Bakalım Temmuz ayında "Benim doğumumdan" başka  önemli neler olmuş.
İngilizce adını ondan alan Roma'nın  İmparatoru Jullius Caesar doğdu.
Ünlü yazarlar John Calvin, Marcel Proust, Pablo Neruda doğdu.
Başbakan Demirel iş isteyenlere " İşiniz vardı da biz mi elinizden aldık." dedi.
Atatürk'ün eşi Latife hanım Öldü.

1914 yılında tam doğum günümün olduğu gün 1. Dünya Savaşı başladı.
Bir yaşımı kutladığım gün Adapazarında 8 bin esnaf belediyeyi Protesto etti.
 1979 yılında Zonguldak ve Mersin'de yemek için yağ bulamayan ev kadınları protesto yaptı.
Türkiye Dünya Daktilo şampiyonasında birinci oldu.
Fransa Hatay'ın bağımsızlığını resmen ilan etti.  (Temmuz 1937)
Mustafa Kemal'e suikast girişimi iddiası ile yargılanan Kadriye Hanım ve arkadaşları beraat etti.( Bu yeni bir yazı konusu olabilir. İlk kez duyuyorum.)
Üreticiler ilan edilen Üzüm, İncir,  Fındık, Pamuk fiyatlarından memnuniyetleri nedeni ile Başbakan Adnan Menderes'e teşekkür telgrafı çektiler.( Teşekkür telgrafı çektikleri Başbakanlarını asan bir millet olmamız ne kadar ironik değil mi?)
Aziz Nesin Öldü.

Ankara Valiliği Büyükşehir Belediye meclisinin  Şehrin simgesi olan " Hitit Güneşi'ni"  "Cami" ile değiştirme kararını reddetti.
Amerika Britanya'dan bağımsızlığını ilan etti. ( 4 temmuz 1776)
Biyoloji ve Morfolojik yapısını incelemek için Mimar Sinan'ın mezarı açıldı.
Kenan Evren'in emriyle televizyonlardaki Banka reklamları yasaklandı.
..
Yazdıklarım tarihin belli kesimlerinde, sadece Temmuz ayına ait birkaç olay.
Tarihte neler yaşanıyor bilmediğimiz, bilip de unuttuğumuz ne çok şey var..
Ya unutuyoruz.. Ya da bilmiyoruz..

17 Temmuz 2010 Cumartesi

KIZILCIKLAR...


Bazen dilinize bir şarkı dolanır, ne yapsanız yapın gün boyunca o şarkı dilinizden düşmez. İşin komiği dilinize takılan genelde abuk bir şarkıdır.
Sabahtan beri aynı şarkıyı söyleyip duruyorum. " Kızılcıklar oldu mu selelere doldu mu."
Bizden önceki bir nesile ait olduğunu düşündüğüm bu şarkıyı uzun yıllar yanlış bilirdim iyi mi?
Kızılcıklar oldu mu, senelere doldu mu?" Kızılcıkları senenin içine nasıl koyabileceğimin mantığını hiç düşünemezdim. Selenin ne olduğunu bilmezdim de ondan. Sonra sanırım ortaokul veya lise yıllarımda Sapanca Gölünün karşı kıyısından, Eşme'den Ayva  satan kadınlar geldi kasabamızın pazarına. Ayvalar sele denilen hasır, büyük sepetlerde taşınıyordu.
Şarkıdaki sele bu seleydi.
Bazı kelimeleri yanlış anlayıp, onu benimseme huyumuz pek çoğumuzda olsa gerek. 

Çok küçük olmama rağmen ablamın bir gün okuldan gülerek geldiğini ve sınıfındaki komik bir olayı anlattığını hala hatırlarım.
Zamanın çok söylenen bir okul şarkısını arkadaşı şöyle söylemiş.
Yıldızlar benek benek, göklerin kandilleri..Olması gereken şarkıyı,
Yıldızlar benek benek, körlerin kandilleri olarak söylemiş.
..
Kuzenimin eşi sevgili eniştem telefon ahizesine avize derdi. Acaba gerçeğini söylüyor mudur şimdi diye düşünürken, Sapanca'ya son gidişimde baktım ki ahize, hala avize.
Sevdiğim bir arkadaşım Esrarengiz yerine  esrargeniz diye yazar.
Bazı kelimeleri söylemekte zorlandığımızda işi espriye vurur o kelimeye isim takarız. 

Bundan 30 yıl önce Sapaca' da profetorelün ne olduğunu bilmezdik. İzmit'li olan eniştem ablam ile nişanlıyken beni de yanlarına alırlar İzmit'e  giderdik. İzmit'in meşhur Hoşgör pastanesinde çok güzel profiterollü dondurma olurdu. Eniştem her seferinde Profesörlü dondurma istiyoruz derdi.
Aslında Profeterolü söyleyemeyeceğini düşünemiyorum. Çok okuyan araştıran, şimdilerde 60 yaşlarına yakın, yüksek mühendis olmuş donanımlı biridir. Şimdi düşünüyorum, belki ablam  söyleyemiyordu da ablama sevgisinden işi şakaya vuruyordu. Kim bilir.
Abim askere gittiğinde anneme, oğlun nerede asker dediklerinde annem; Ezircan'da  derdi. Ne yaptıysak doğrusunu söyleyemedi.  Abim askerden geldi 
Annem;  Oğlum Erzincan'da askerlik yaptı, demeye başladı.

Bu yazıyı yazarken Kızılcık şarkısını unuttum.
Ve fakat " Gözler kabrin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar.." demeye başladım.
Ne yapayım, uzun bir zaman kalbi, kabir olarak bilmişim.



16 Temmuz 2010 Cuma

YASAK KARDEŞİM


Asansörün içine bir pano yerleştirmişler. Panoda yasaklar listesi.
Balkonlardan çamaşır sarkıtmak yasak.
Balkonlardan halı, kilim silkelemek yasak.
Çöpleri istenilen saatlerin dışında kapıya bırakmak yasak.
Hafta içi tadilat yapmak yasak..
Köpekleri çimlerde işetmek yasak. ( Ama asansörde işetebilirsiniz. komşularımdan birinin köpeği yüzünden asansöre kokudan girilmiyor.)
Site yönetimi kendi çapında bir sürü yasak sıralamış. Bunları okumak için 25 katlı bir binanın en üst katında oturmalısınız. Belki anca okumanız biter.
Bazı esprili komşularım panodaki kağıdın dibine, kendi yasaklarını sıralamış.

" Gece 10'dan sonra yüksek sesle arabesk dinlemek yasak. İntihar edeceğim bir gün." diyor biri.
Bir diğeri; " İşeyen köpeğin sahibini bulursam korkudan köpeği değil, kendi altına edecek" yazmış.
Apartmanın etrafındaki çimlere basmak yasak. Betonda gez ,çime basma. Köpekler koştursun ama çocuklarınız asla..
Yasak..
Otobüse biniyorum.
Şoförle konuşmak yasak.( Şoförün sizinle konuşması serbest.)
Telefonla konuşmak yasak.( Bırakın karşı taraf sizinle konuşsun. Siz sadece dinleyin.)
Yüksek sesle konuşmak, gülüşmek yasak, (Yaşlı kadına neden yer vermiyorsun diye kavga etmek serbest.)
Bu nasıl şey .. Ne çok yasaklarımız var derken, diğer ülkelerdeki garip yasakları görünce bizimkilere şükretmek lazım dedim.
İşte bunlardan bazıları;

Demir yolunda öpüşmek yasak ( Fransa)
Çocukların sigara satın alması yasak, içmesi serbest. ( Avusturalya)
Metroda sakız çiğnemek yasak. ( Singapur)
Sanık sandalyesinde ağlamak yasak (ABD Los Angeles)
Evde içki içmek yasak ( ABD- İndiana)
Ağaca tırmanmak yasak ( Kanada - Oshawa
Erkeklerin etek giymesi yasak. (İtalya)
Pazar günü çamaşır asmak yasak (İsviçre)
Kadınların toplu taşıma araçlarında çikolata yemesi yasak. ( İngiltere)
İnek sahiplerinin sarhoş olması yasak. ( İskoçya)
Gömleksiz araba kullanmak yasak ( Tayland)
Domuzlara Napolyon isminin verilmesi yasak. ( Fransa)

13 Temmuz 2010 Salı

NUR TOPU GİBİ PROTESTOMUZ VAR


Eski komşularımdan birinin kızına rastladım geçtiğimiz günlerde. Kızın tırnakları o kadar uzundu ki, dedesinin bir hikayesi aklıma geldi. Arkadaşım eşi ile birlikte kayınpederi ve kayınvalidesini ziyarete Malatya'nın bir köyüne gitmiş. Kayınpederin elini öpmek istediklerinde hayretten ağızları açık kalmış. Yaşlı amca eşi kendisine ilgi göstermiyor diye onu protesto etmek için yaklaşık bir yıldır tırnaklarını kesmiyormuş. Kaldıkları birkaç gün boyunca ne yaptılarsa yaşlı adamı ikna edememişler. Onlar döndükten birkaç ay sonra eşi ile barışmış olmamlılar ki, tırnaklarını kesmeye ikna olmuş.
Protesto etmek garip bir şeydir.
Kızmak gibi değildir. Daha kişisel bir eylemdir. Kızarsın, kızdığınla kalır, somurtur oturursun.
Fakat protesto etmek, ister münferit, ister toplu halde olsun karşı tarafa bir gözdağı, misilleme, dikkat çekme,rahatsız etme fiili içerir.
Bakalım bugün ne gibi garip protestolar bulacağız.

Budist bir rahip, Vietnam Hükümetinin din adamlarına eziyet etmesini protesto etmek için onlarca rahibin önünde kendini ateşe vererek yaktı. Kimse bu protestoya engel olmadı. Bu eylemin yukarıdaki resmi Pulitzer ödülü aldı.
Nisan 2010 tarihli bir habere göre İsveç'de Muhalefetteki bir partinin 60 kadın üyesi, fuhuşu yasaklayan yasayı protesto etmek için genelevde çalışacaklarını açıkladılar.
1955 yılında Rose Parks isminde bir zenci, otobüste kendilerine ayrılan arka sırada yer bulamayınca ön sıralarda bir yere oturdu. Daha sonra otobüse binen beyaz bir kadın arkada oturması gerektiğini söyleyerek Rose Parks'ı yerinden kaldırmak istedi. Zenci kadın yerinden kalkmak istemediğini söyledi fakat tutuklanıp hapse atıldı.
Bu olayı protesto eden zenciler hakları verilene kadar hiçbir otobüse binmediler. Her yere yürüyerek gittiler. Bu protesto ile Amerika'da ayrımcılığı sona erdirecek hareketler başladı.
 40 yıl önce John Lenon ve eşi Vietnam savaşını Protesto etmek için bir hafta yatakdan dışarı çıkmadı.
Balıkesir, Bigadiç'in bir köyünde baz istasyonu olmadığından çekmeyen telefonlar köylüleri canından bezdirdi.
Toplu halde telefonlarını toprağa gömen köylüler, cenaze namazı kılmayı da ihmal etmediler.
Adana'da Atık toplayıcılar dayanışma derneği üyeleri " Artık sokaklarda kağıt atıklar bulamıyoruz. Çünkü kağıt atıkları belediyenin geri dönüşüm firmaları topluyor. Bu işten evimize ekmek götürüyorduk." diye topladıkları birkaç parça kağıdı çevreye fırlatarak protesto yaptı.
Bugün itibari ile balıkadamların bir protestosu var. Yunusların küçücük kavuzlarda gösteri adı altında eziyet edildikleri gerekçesi ile bütün balıkadamlar protesto dalışı yapacaklar.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

PİZZA YAPIYORUZ


Yıllardan beri hafta sonları Pizza günümüzdür. Bazen bir kaç hafta sonu kaçırsak da genelde bu geleneği sürdürmeye çalışıyoruz. Benim açımdan yemek yapma eylemini hafifletmek, çocuklar açısından da sevdikleri bir yemeği sağlıklı yemek için bir fırsat oluyor.

Amerika'ya gittiğimizde, otelimizin karşısında bulunan Pizza Hut'a gidip sipariş verdik. Müslüman olduğumuzu ve domuz eti istemediğimizi söyledik. Biraz bekledikten sonra pizamız fırından çıktı. Çalışanlar tam paketleyeceklerdi ki, aralarında heyecanla fısıldaşmaya başladılar. Arasıra  bize doğru bakıyorlar. İçlerinden şef olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam yanımıza gelip ısmarladığımız pizzaya dalgınlıkla domuz eti koyduklarını söyleyerek özür diledi. Pizzamız tekrar yapılmaya başlandı. Onlar söylemese biz o etleri salam sanıp yiyebilirdik. Acaba burada olsa aynı hassasiyeti bir turiste  gösterirmiydik diye düşünüyor insan.

Şimdi size Selma usulü pizza tarifi yapacağım.
Bir fırın tepsisi pizza için; ( 4 Kişilik)
İki su bardağı un
Bir tatlı kaşığı toz maya
Bir bardak ılık süt
İki çorba kaşığı sıvı yağ
Bir tatlı kaşığı tuz
Yarım çay bardağı sulandırılmış domates salçası.
Üzeri için istediğiniz malzeme (Salam, Sucuk, Kaşar Peyniri, hellim peyniri, biber, domates, Zeytin)
Bir bardak ılık sütün içine mayayı ve bir tane kesme şekeri koyup karıştırın. 15 dakika bekletin.
Unu bir kabın içine alın ve ortasına mayalı sütü dökün. Yavaş yavaş yoğururken, tuzu, yağı ilave edin. Hamur kulak memesi kıvamının biraz daha yumuşağı olmalıdır. Süt bu kıvama gelmek için yetersizse, biraz ılık su ilave edin.
Hamurun üzerini kapatıp ılık bir ortamda bir saat bekletin. Mayalanmış hamuru altına pişirme kağıdı koyduğunuz fırın tepsisine iyice yayın. 180 dereceli fırında hafif kabarıp üzeri kurumaya başladığında, fırından çıkarın ve üzerine salçalı suyu sürün. Salçalı su hamurun her yerine gelsin. Sonra pizzanın üzerine koyacağınız malzemeleri tek tek yerleştirin. En üste rendelenmiş kaşar peyniri döşeyin.
Bu arada fırını kapamayın. 
Hazırladığınız pizzayı tekrar fırına verin. 
Zaten daha önceden hafif pişmeye başlamış hamur kısa sürede kızaracak, malzemeler de aynı anda pişecektir.
Aksi halde pizza hamurunu ve malzemeyi aynı anda pişirecek olursanız hamur geç pişeceği için malzemeler yanacak veya iyice kuruyacaktır.
Sıcak fırından çıkardığınız pizzanızı turşu ile birlikte yemenizi tavsiye ediyorum.
Şayet kalabalıksanız saydığım malzemeleri iki katı kadar hazırlayabilirsiniz.
Afiyet olsun.

9 Temmuz 2010 Cuma

AH İSTANBUL


"Burası Paris, halinden memnun tek kişi bulamazsın burada, dırdıra bayılırlar. Ama buradan da vazgeçemezler."
 İzlediğim filmdeki adam taksi şoförünün yapılan gösterilerden dolayı farklı bir güzergah kullanacaklarını söylemesi üzerine böyle dedi.
Bu sözü aynen İstanbul için söyleyemez miyiz?
Trafiği , pahallığı, kalabalıklığı, tehlikesi, gürültüsü, kargaşası hakkında mutlaka konuşuruz.
Bir iki entelektüel hariç kimse burayı terk etmek istemez. O entelektüeller de gider İstanbul'un adeta Bonus'u olan Bodrum'a yerleşir.
Yani kopamazsın, bırakamazsın İstanbul'u.
Bir virüs gibidir.
Uyuşturucu gibidir. Zararını bilirsin, bırakamazsın. Çünkü en karanlık duygularını da, en güzel hislerini de onunla yaşarsın.

Başka bir yerde yaşayamayacağımızı bildiğimiz halde nefretle andığımız şehirdir İstanbul.
Silüeti olan şehir.
Bir türlü uzaklaşamama hissini veren şehir.
Dışarıdakinin erişmek istediği, içeridekinin kaçmak istediği şehir.
Uğruna en çok şiirin, şarkının anlatıldığı şehir.
"Sen gideceksin. Ağlayacak İstanbul" denecek kadar ruhu olan şehir.
"Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder" diyerek şarkılara katılan şehir.
- Nerelisin? diye sorulduğunda
- İstabul'luyum cevabına inanılmayan,
- Tamam da aslen.. Diye sorulan güvenilmez şehir.
Hiç kimsenin olmayan, aynı zamanda herkesin olan şehir.
Kiminin bir sokak kadınına, kiminin ise azizeye bezettiği şehir.

İstanbul adını alana kadar 164 isim yakıştırılmış ona.
Stinpol, Poli, Nova Roma, Konstantiniye, Konstantinapol, İstinpolin, Dersaadet, Daru's saltanatü'l Aliyye, Belde'i mahruse, Asitane, Alma Roma, Alexsandre...
..
 Sonunda Ümit Yaşar Oğuzcan son noktayı koymuş.

Evin içinde oda, odada İstanbul
Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul.
Adam sigarasını yaktı, dumanda İstanbul
Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul.
Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm
Oltada İstanbul
Bu ne biçim su, nasıl şehir.
Şişede istanbul, masada İstanbul...

8 Temmuz 2010 Perşembe

PAUL


Paul dünya Kupasının maskotu oldu.
Paul da kim diyenleriniz varsa anlatayım.
Paul bir ahtapot. 
Diğer ahtapot kardeşleri denizde öyle aylak aylak dolaşırken bizim Paul akvaryumun içinde sınırlı olanakları ile tahminler yürütüyor. Hangi aklıevvel düşündüyse her maç öncesi iki ülkenin bayrağının bulunduğu kutucukları akvaryuma indiriyor. Paul onlardan hangisinin üzerine geçip oturuyorsa o takım kazanıyor.
Şimdiye kadar sadece bir kez yanılmış.
Almanya - İspanya maçı öncesi aynı işlemi yapmışlar. Paul bu sefer işi biraz ağırdan alıp heyecanı yükseltmiş. 2.5 saat hiç bir bayrağın üzerine oturmamış. İnsanlar canlı yayında  Paul'un hangi bayrağın kutusuna oturacağını merakla beklerken, sonunda Paul balmış ki beklenti büyük gidip İspanyol bayrağına oturmuş.
Almanlar şokta çünkü favori gösteriliyorlardı.
Bence Paul biraz feminen. Nedenini kızlarımın İspanya'nın tarafında olmalarından tahmin ettim.
İspanyol futbolcular maç sonrası Armani'nin defilesine ya da Best Model 'e çıkacak kadar yakışıklı gençler. Almanlar alınmasın tanrı güzellik dağıtırken haksızlık olmasın diye onlara da matematik zekası vermiş.
Paul'ün matematikle işi olmadığına göre güzelliğe önem verdiğini düşünüyorum.

 Bütün gazeteler Güney Afrika zurnası Vuvuzelanın yaptığı gürültü haberlerini bırakmış, Paul'den bahsediyor.
- Dünyanın en başarılı maç sonucu tahmincisi Paul
- İngiltere'nin Dünya Kupası umutları bir ahtapot tarafından yıkıldı.
- Kahin ahtapot Alman'ları üzdü.
- Ahtapot finale kaldı. Gibi başlıklar atmışlar.
Paul'ün gölgesinde kalan futbolcular bu işe bozuluyorlardır.
Bu arada Hayvan Hakları Paul'un serbest bırakılması görüşündeymiş, fakat bu kadar zamandır akvaryumda yaşadığı için ölebileceğini de düşünenler çoğunlukta.
..
Dünya kupası bittikten sonra Paul'un ülkemize gelmesini öneriyorum.
Tahmin etmesini istediğimiz bir sürü önemli gündem var.
Seçim olsa kim kazanacak?
PKK sorunu bitecek mi?
Anayasa Değişikliğine evet mi hayır mı?
İşsizlik azalacak mı?
Eda Taşpınar nerede güneşlenecek. Çeşme'mi, Bodrum'mu?
Paul Gelmeli...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

DENİZ Mİ DERİN YOKSA DÜŞÜNCELERİMİZ Mİ?


Ne zaman biraz neşelenmek istesem gazetelerin ya üçüncü sayfalarına, ya da İstanbul eklerine bakarım.
Hiç şaşmaz mutlaka abuk bir haber bulunur çünkü.
Eskiden üçüncü sayfalar karısını doğradı, baldızını yaraladı,  köprüden atladı, gibi haberlerle doluydu. Herhalde gazeteler ortak bir karar aldılar. Köprüden atlama haberi hemen hiç yok. Cinnet geçiren koca veya kadın haberi de çok az.
Bunun nedeni ülkemizin İsveç kadar refah olduğu değil tabi. Sadece  gazeteler cinneti, cinayeti o kadar yazdılar ki, artık pek bir ehemmiyeti kalmadı.
Daha iyi niyetle düşünürsek. Gazete Yayın Yönetmenleri; Bu haberler olmadan da insanlar zaten patlama noktasındalar. Biz de bulandırmayalım diye düşünüyor olabilirler.

Marmaray projesini hepimiz biliyoruz. İstanbul Boğazında denizin altından geçen tren yolu.
2002 yılında New York havaalanından şehir merkezine giderken Hudson nehri altında, New jersey ve New York City'i birbirine bağlayan Hollanda Tünelinden geçmiştik. 
Aynı gün uçakta, konusu Hollanda tünelinde geçen  bir film izlediğimiz için ödüm patlamıştı.Tünelde yangın çıkıyor ve her su doluyordu.
Bir düşünün; Üstünüzde kocaman bir nehir var ve siz altında bir tünelde gidiyorsunuz.
2004 yılında Londra'dan Paris'e gitmek için Manş denizinin altından Eurostar denilen trenlerle yaklaşık 20 dakikada geçtik. Amerika'daki deneyimin aksine burada otobüs değil de trenle gittiğimiz için üzerimizdeki denizi sanki hissetmedik. Manş'da boğulan insanların anlatıldığı bir film de izlememiştik allahtan.

National Geograpic kanalın anlattığına göre 60 metre ile dünyanın en derin batırma projesi olan Marmaray, Avrupa ve Asya yakasını istanbul boğazı altında birleştiren tren hattıymış.
Alman, Japon ve Türklerin ortak projesi 2004 yılında başlanmış ve 2012 yılında bitmesi planlanıyormuş.
Almanların garanticiliği, japonların disiplini bir araya gelince sanırım güzel bir sonuç ortaya çıkacak..
 Çıkacak da...
Yazının başında gazetede okuduğun ilan japonları da Almanları da dehşete düşürmüştür eminim.

Marmaray'ın Üsküdar şantiyesine 6 kamyonla gelen hırsızlar, güvenlik görevlisinin de yardımı ile düzenledikleri sahte evrakla 2 milyon dolar değerinde malzeme çalmışlar.
87 ton inşaat malzemesini sabaha kadar kamyonlara yükleyen zanlılar,. malzemeleri 45 bin liraya bir hurdacıya satmışlar.
Ertesi gün durumu fark eden yetkililer polise haber vermiş. Yapılan aramalarda güvenlik görevlisi hariç bütün zanlılar yakalanmış. Hurdacıdan malzemeler geri alınmış.
Almanlar yıllardır ülkelerinde yaşayan Türklerin, buz kalıbından jetonlar yapıp sigara makinelerinden sigara çalmalarına  aşılık olduklarından fazla etkilenmeseler de, o sakin Japon'ların şaşkınlıktan psikolojilerinin bozulabileceğini düşünüyorum. 
Yakın bir zamanda üçüncü sayfada" Harakiri" yapan bir Japon duyarsanız nedeni bir düşünün?