31 Mayıs 2011 Salı

FIRTINA


"Hayat denizi sakin olduğunda daha tehlikelidir. Çünkü sakinliğin ardında fırtına saklıdır" demiş Luis De Leon.
..
Yıllardan neydi, aylardan hangisiydi hatırımda yok. Ama çok iyi hatırladığım güneş yeni batmış, ay erkenden ortaya çıkmıştı. Çam ağacına astığım ahşap kuş yuvasına günde iki üç kez girip ıslatılmış ekmekleri yiyen, çatallı sesiyle bir kaç kez öterek hızlıca ortadan kaybolan saksağan bile gelmesi gerektiği halde gelmemişti o akşam üzeri.
Havada yaprak bile kımıldamayacak bir durgunluk, etrafa çöreklenmiş olan sessizlik  huzur değil huzursuzluk vadediyordu sanki.
İlk kez, eminim ilk kez o sessizlik korkutmuştu beni. Sırtım ürperdi, ayaklarımdan kanımın çekildiğini hissettim. Kızlarımın mırıltısı geliyordu içeriden, fırında pişen böreğin kokusu, yan komşumun köpeği Pascal'ın hırıltısı..
Hepsi hepsi dün gibi aklımda. 

Korkmuştum, bu sessizlik hayra alamet gibi gelmemişti. Kalksam belki büyü bozulacaktı ama yapamadım. Sonra hafif bir rüzgar esti. Hanımeli kokuları geldi rüzgarla birlikte. İçime çektim doya doya. 
Bir  fırtına öncesi sessizliği, belki bir hatırlatma, ya da bir işaret..
Kim bilir neydi..
..
Ne çok fırtınalar görmüş, örselenmiş, oradan oraya savrulmuş, acı çekmiş bedenim bazen sakin suları özlüyor.
İşte o zaman hayatımdaki fırtınalarla baş edemez hale gelince; Yıllardan neydi, aylardan hangisiydi bilemediğim, saksağan kuşunun gelmediği o akşam üzerini hatırlarım.
Ve..
Bu günüme şükrederim.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

HAYIRDIR İNŞALLAH


Sapanca'da mahallemizde bir Nazlı teyze vardı. Hep yaşlı halini hatırladığımdan olsa gerek sanki hiç genç olmamıştı. Bardak altı gibi kalın çerçeveli gözlüklerini lastikle kafasında tutar, o kalın camın  ardında gözleri kocaman görünürdü. Gözlük camlarını yıkamak, silmek tabu muydu bilemeyeceğim ama camının kenarları o kadar kirli olurdu ki nasıl görebildiğini merak ederdim. 
Madem kendisi akıl edemiyor ben niçin gözlüğünü alıp yıkamadığıma hayıflanır, şimdi bile  bu rahatsızlığımı annemin gözlüğünü sık sık yıkamakla telafi etmeye çalışırım. 
Nazlı teyzenin tozlanmış gözlüğünün aksine bembeyaz işlediği dantelleri herkesin dilindeydi. Mahallenin yeni evlenecek kızları çeyizlerini ona işletmek için yarış yaparlardı. Kocasının adının İdris olduğunu bilirdim. Ama hiç hatırlamadığımız ölmüş bir adama İdris amca değil de neden İdris diyorduk bilmezdim.

Nazlı teyzenin yazıma konu olacak, akrabası olmadığımız halde ölümünden 30 yıl sonra bile adını andığımız bir huyu vardı. Sabah günde mutlaka bir kez uğrar ve hemen rüya anlatmaya başlardı. Ama bu rüya bir türlü bitmez,  tefrika edilmiş romanlara benzerdi. 
Nazlı teyzenin geldiğini gören annem hemen bir işe girişir, rüya dinlemekten kurtulurdu ama babaannem arkadaşını mutlaka dinlerdi. 
Nazlı teyze rüyasını öyle sakin sakin anlatmaz, o anlatmaya başladığında yazsa kapı pencere açık olduğu için bütün mahalle duyardı.
Çünkü Nazlı teyze çok ağır işitir, kendi sesini duymak için bağırarak konuşurdu.
Ölümünün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen bizim evde ne zaman biri uzun bir rüya anlatmaya başlasa;
"Nazlı başladı." deriz.

Akşam rüyamda bir leoparın üzerime doğru atladığını ve beni sıyırıp geçtiğini gördüm. Rüyamın anlamını öğrenmek için internette rüya yorumlarına gireyim dedim ama keşke girmez olaydım. 
Rüyada Leopar görmek işlerinizin alt üst olacağına, hayallerinizin suya düşeceğine yorulurmuş.
Şuraya bakarmısınız, felaket habercisi gibi bir rüya yorumu.
Bu nasıl bir iştir anlamadım aşağıdaki kadının rüyasına bakın bir de benimkine?
..
Kadın sabah uyandığında kocasına;
- Hayatım akşam rüyamda ikimizi gördüm. Kuyumcuya girmişiz dünya kadar mücevher almıştın bana, anlamı ne ola ki?
Adam gülmekle yetinmiş.
Kadın akşama  elinde hediye paketi ile gelmiş kocasını görünce   heyecanla;
- Kocacığım tahmin ettiğim şey mi yoksa bu? diye sormuş. 
- Evet aşkım "Geniş açıklamalı Rüya Tabirleri"  kitabı.

29 Mayıs 2011 Pazar

NİŞAN


Nişanlanacak çift müzik eşliğinde elele salondan içeriye girdi. 
Kızın yeşil uzun elbisesine uyum sağlaması için erkek kravatını yeşil tercih etmiş diyeceğim ama kız o tercihi kesin kendisi yapmıştır. Birbirlerine yakışan bir çift olmuşlar. Bütün gözler onlardayken etrafa mutlulukla ve heyecanla bakıyorlar.
Bu tür törenlerde adet olduğu üzere çiftin yakın akrabalarından nüfuslu biri nişan yüzüklerini takar. Burada da aynı durum tekrar etti. Damadın dayısı geldi. İlk kez yüzük takacağını dile getirerek ortalama bir konuşmanın ardından gençlere yüzüklerini taktı.
Nüfuslu akrabanın yerine belki de nüfussuz ve bu töreni çok daha unutulmaz hale getirecek bir konuşma yapabilen bir misafir mutlaka vardı.
Yüzükler  birbirine kırmızı kurdele ile bağlı. Yüzüklerin olduğu tepsinin içinde bir de makas var. Damadın dayısı iki yüzüğü birbirine bağlayan kurdeleleri alkışlar arasında kesti.
Hükümet büyüklerinin açılışlarda uzun bir kurdeleyi her biri bir yerinden tutup keserlerken yüzlerindeki muzaffer edanın aynısını dayı tek başına üstlendi. 

Bizim toplumda nikah şahidi olmak ve nişanda yüzük takmak prestijli iştir. Herkes nikah şahidi oldum diye böbürlenir ama boşanma şahitlerinin böbürlendiği görülmemiştir. 
- Füsun ile Tonguç'un şahidi olacağım şekerim. Çok güzel bir kıyafet giymeliyim. Diyen çoktur da;
- Valla Nurtencim, en güzel elbisemi giydim, saçlarımı kuaförde hazırlattım, gittim mahkemeye. Öyle bir anlattım ki geçimsizliklerini hakim bir celsede boşadı görümcemi. diyene  rastlanmaz.
Ömrünün yarısını kasabada geçirmiş biri olarak bazı adetlerde sadece mekanın değiştiği, seramoninin aynı olduğunu görüyorum.
Artık geniş bahçeli evlerinin bahçelerini mütahite verdikleri için Sapanca'da da nişanlar, düğünler, kına geceleri salonlarda yapılır oldu. Ama o kırmızı kurdele mutlaka kesilecek, damadın yakasına kocaman bir Cumhuriyet altını , ya da koluna bir saat takılacak. Bu değişmez bir kural. 

Bir de kızın oğlan kardeşleri  veya ağabeyi varsa mutlaka kardeşleri ile nişan boyunca damattan daha çok oynayacak. Bunun dilimizdeki karşılığı;
"Kızkardeşimle çok sevişiriz, o bizim bir tanemiz, onu üzersen biz de seni üzeriz."
Belki de bir kaç gün önce birbirlerine bağırıp çağırmış olabilirler, kapılar çarpmış, hakaretler edilimiştir ama bu hiç dile getirilmez.
Nişan merasimi  iki ailenin daha önceden bir yakınlıkarı yoksa birbirlerini tartma, tanıma fırsatı verir. Nişanı kız tarafı yapar ve yazıya konu olan nişan gibi bir ortam olduysa damat tarafının bu durumdan daha iyi bir düğün yapması kaçınılmazdır.
Yoksa kız bir ömür boyu erkeğin ensesinde boza pişirir.
- Ben senin pintiliğini o zaman anlamalıydım Tonguç! R... otelinin Roof'unda şahane nişan yaptım. Sen ise nikahla sıyrıldın işten...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

HAYAT KELEBEK FOTOĞRAFI ÇEKMEK GİBİ



"Hayat kelebek fotoğrafı çekmek gibidir." diye yazmıştı çok sevdiğim biri.
Sözün sahibi uzun uzun anlatmıştı hayatı kelebeği ve resim çekmeyi, ama ben hayat ve kelebeğe takıldım hep.
Hayat kelebeğin ömrü gibi kısa mıydı kıymetini bilmeyene?
Başkalarının kelebek resmine bakmak mı yoksa kendi kelebeğimizi  aramak mıydı hayat?
Kendi kelebeğimizi aramak, bulmak ve resmini çekmek amacımız olmuş ta farkında değil miydik?
Şimdi yolun yarısını bir hayli geçmişken düşünüyorum;
Bazen tam önümde durdu sarı, turuncu, beyaz renkleriyle, Heyhat; Benim kelebek gören gözlerim yoktu.
Ben kelebekleri aradığımda aradığım kelebekler zamansızdı, ortada yoktu.
Ben kelebeği aradım kelebek gelip tam karşımda durdu. Kanatlarında dünyanın en güzel renkleri, gözlerinde kısacık yaşamının hüznü.
Ama yanımda bu güzelliği ve hüznü resmedecekbir  makinem olmadı.
Ben ve kelebek aynı zamanda, aynı karede de olamadık. 
Kim bilir  kelebeğin tercihinde benimle olmak yoktu, belki de ben kelebeklerden ümidimi kestim. 

Camımın dibinde kanatlarını kapatmış bir kelebek..
Turuncu rengini soldurmuş rüzgar,
Yattığın yerde yorgunuluğunun izleri var.
Ömrün mü tükendi göçtün gittin bu hayattan?
Yoksa kendin mi tükettin ömrünü evimin camına konaraktan...

27 Mayıs 2011 Cuma

UN KURABİYESİ


Bir süredir tarif yapmıyordum.
Yaza çıkarken pek hoş olmayacak ama, belki kiloları dert etmeyen veya kilo sorunu olmayan şanslı azınlıktan olabilirsiniz.
Öyle ise buyrun; 

MALZEMELER
1 Paket buğday nişastası
1 Su bardağı dolusu pudra şekeri
1 Yumurtanın beyazı
1 Paket kabartma tozu
1Su bardağı un
1 Kahve fincanı hindistan cevizi
1 Paket  oda sıcaklığında yumuşatılmış margarin

Bütün malzemeler karıştırılır. Un bu malzemelere  Kulak memesi yumuşaklığından biraz daha yumuşak hale gelene kadar ilave edilir. Ceviz büyüklüğünde yuvarlak toplar yapılır. Damla çikolataya bulayıp 180 derecede önceden ısıtılmış fırında üzeri hafif pembe olana kadar pişirilir.
Afiyet olsun.

26 Mayıs 2011 Perşembe

BÜLBÜLÜN ÇEKTİĞİ DİLİ BELASI


Yirmili yaşlarımın başında kuzenimle birlikte onun yeni evlenen ablası Mihriban ablanın köyüne gitmiştik. Sakarya'ya bağlı Kurudil  köyü yeşillikler içinde güzel bir çerkez köyüydü. Çerkez köylerinin en belirgin özellikleri evlerinin önlerinin çok temiz olmasıdır. Mihriban ablanın evi de hafif bir yamacın üzerinde etrafı geniş bahçeyle çevrili tipik bir çerkez eviydi.
Çerkez köylerinde adet olduğu üzere köye misafir gelen gençlere köyün gençleri eğlence düzenlerdi. Gittiğimiz gece 10 - 15 kişilik kızlı erkekli köy gençleri eve geldiler. Köy gençleri derken aklınıza filmlerdeki gençler gelmesin. Hepsi okumuş, kültürlü kişiler. Biz gençler büyükçe bir odada toplandık, gülüyor sohbet ediyoruz. Gruptaki biriyle birbirimizden hoşlandık. Yeni mezun olmuş kimya öğretmeni. Adını hatırlayamayacağım.
Konu biz odaklı hep birlikte konuşuyoruz. Bir ara nasıl olduysa "Genel olarak" ile başlayan bir şey söyleyeceğim.
-Gelen..gen..gel..
Bir türlü genel olarak diyemiyorum. Herkes susmuş beni dinliyor ama ağzımdan istediğim sözler çıkmıyor.
Sonunda susup konuşmaktan vazgeçtim. Ama o kadar utandım ki ertesi gece başka bir evde yapılacak sohbete gitmeyi reddettim.
Aradan geçen bunca yıla rağmen "Genel olarak" derken hala tedirgin olur, bu sözü söylememeyi tercih ederim.

Dil sürçmeleri, yanlış telaffuzlar söyleyen için sıkıcı olsa da dinleyene komik ve sevimli gelebilir.
Özellikle çocukların dili sürçüyorsa bunu uzun yıllar anlatırız. Arkadaşımın oğlu kuru yemişçiye Kuyumun içi, ortanca kızım yastığa "Sadik" dedi
Tanıdığımız zamandan beri sert görünüşü, taviz vermez konuşmaları ile ciddi politikacı izlenimi veren Devlet Bahçeli "Püskevit" söylemi ile birden pek çok kişinin sempatisini kazandı.

Tarihte   Evliya Çelebi'nin dil sürçmesi en bilinendir. 17. Yüzyılda yaşamış ünlü gezgin rüyasında gördüğü peygamberimize "Şefahat ya Resulallah" diyeceğine "Seyahat ya Resulallah" diyerek 50 yıl sürecek gezilerinde  osmanlı topraklarını bir baştan bir başa gezmiş ve ünlü eseri "Seyahatnameyi" hazırlamış.
Bir de komik dil sürçmeleri var ki yaşayanlar anlatıyor;
Hasta ziyaretine giden kadın  hasta yakınına "Geçmiş olsun" diyecek.; "Başınız sağ olsun"
..
Minibüste inmek isteyen kadın şoföre sesleniyor; Şoför bey müsait bir yerde iner misiniz?
Şoför cevabı yapıştırıyor: Neden, arabayı sen mi kullanacaksın?
..
Otobüste kibar yolcu şoföre sesleniyor; Orta kapıyı alabilir miyim?
Şoför; Bir kapının sözü mü olur abla , al canın sağ olsun.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

KLAVUZU PARA OLANA HER KAPI AÇILIR - SHAKESPARE


Büyük kızım masanın üzerine 50 kuruş bırakarak bir de not düşmüş.
"Eski 50 kuruş benden sana armağan anniş."
Ünlü Alman besteci Johanness Brahms zengin bir ailenin çocuğu değildi. Babası işçilik ve müzisyenlikten para kazanıyordu. Oğlu ün kazandıktan sonra bile ondan yadım kabul etmedi. Brahms babasından uzun süre ayrı yaşayacağı bir dönemde ona notaların yazıldığı bir cildi vererek şöyle dedi; "Olur ya ayrılığımız sırasında bazı ruh sıkıntılarına düşersin, bu durumda sana verdiğim Heandel'in notalarını aç ve oku. O notalar seni rahatlatacaktır."
Aradan zaman geçti baba oğul uzunca bir süre ayrı kaldı. Baba Brahms yoksulluk ve sıkıntılarının arttığı bir gün avunmak için oğlunun ona verdiği nota ciltlerini açtı ve hayret içinde kaldı. 
Çünkü açtığı her cildin arasında para banknotları bulunuyordu.

Aydın Boysan'ın "Haydi Dostlar" kitabında okuduğum bu anektod baba oğul ilişkisi açısından içimi ısıttıysa da toplumsal gerçeğimize ne denli ters geldiğini fak ettim.
1850 yıllarında geçmiş bir olaya bir kenara koyup bugüne dönersek. Kim şu an itibari ile bir kaç yıl sonra kullanılsın diye kitap arasında para bırakır.
Bankalar var dediğinizi duyar gibi oluyorum. Anlatmak istediğim parayı muhafaza etmek değil. Her on yılda bir paramız bir şekilde  değişiyor. Son yıllarda daha sık paramızı değiştirir olduk. TL, YTL ve tekrar TL. 
Amerikan doları ilk yapıldığı yıldan itibaren 67 yıl hiç değiştirilmemiş, 2010 yılında en çok taklit edilen 100 dolar güvenlik açısından üç boyutlu resimlendirilerek değişmiş. Ama  "In god we trust, Tanrıya inanıyoruz" yazısı aynı duruyor.

Şimdi bir çocuk babasına jest yapmak için onun kitapları arasına para koysun. Baba bir kaç yıl sonra şöyle diyebilir.
- Ulan kerata buraya yüz lira koyacağına bir yarım altın alıp koysaydın daha makbule geçerdi.
Geçen yıl arkadaşımın liseye giden kızı kumbarasında biriktirdiği paraların bir kısmını çıkartıp arkadaşları ile buluşmuş. Önce harçlıklarını harcamış, taksi ile eve gelirken tutan miktarı kumbarasından çıkan para ile vermek istemiş. Taksi şoförü "tedavülden kalkmış parayı bana mı yutturuyorsun" diye kızı bir dövmediği kalmış.
Kızımın bıraktığı 50 kuruşa baktım üzerinde  Atatürk profili. Arkada 2006 yılı, 50 yeni kuruş yazıyor.
Ne çabuk eskimiş.

24 Mayıs 2011 Salı

ŞİVELER GÖKKUŞAĞI GİBİ


Yüzümü güneşe çevirmiş, gözlerimi kapamış öylece doğayı dinliyorum ki yanımdaki bankta oturan kadının telefonu uzun uzun çaldı. Çantasında telefonu bulup çıkartana kadar zil sesi sustu. Kadın telefonu aramaktan vazgeçmiş görünüyordu ki birden aklıma sarışın fıkrası geldi.
Sarışınlardan özür dileyerek yazmak istiyorum.
Sarışın hoş bir kadın arkadaşı ile kafede otururken telefonu çalmış. Çantasının içinde telefonu bulana kadar telefon kapanmış. Arkadaşına dönerek şöyle demiş;
- Herhalde telefonumu evde unutmuş olacağım.

Tekrar gözlerimi kapadığımda telefonun sesi tekrar geldi kulağıma. Nihayet kadın da çantasındaki telefonu bulmuş konuşuyordu. 
- Ne olacağmış ki? Men gelemerem dersin.
Hoş bir tebessüm yayıldı yüzüme.
Yeni evliydim. Eski kayınvalidem hırkasını göstererek; 
- "Bu zadı aparasın" deyiverdi.
Bir hırkaya bir kayınvalideme baktım. Zaten pek sevişmeyiz kızgın kızgın tekrarladı.
- Apar diyrem men sana, sen anlamırsan?
25 yaşıma kadar ömrümde bir Azeri görmemiştim. "Size selam getirmişem" ile başlayan azeri şarkının haricinde Azerilerin varlığından bile haberim yoktu rahmetli eşimle tanışana kadar. Zaten onun da türkçesi çok düzgündü.
Kayınvalidemin gözünde kendisi bilinen bir dil konuşuyor ama ben anlamıyordum.
"Hırkamı odama götür" sözü ilk öğrendiğim söz oldu. Sonraki yıllarda yabancı dil öğrenir gibi Azerice öğrenmeye çalıştım. 
"Gadan alam" dediklerinde sevgi sözü sarf ettiklerini, "Damdan düşme" dediklerinde evin en küçüğüne hitap ettiklerini anladım.

Şiveli konuşmalar ülkemin güzel renkleri. Tıpkı gökkuşağı gibi.
Rahmetli babaannem lazcayı çok konuşur Türkçe konuşmaktan kaçınırdı. Özellikle kızdığında "İlatankey" (Aptal) sözü gayri ihtiyari çıkardı ağzından. Bir de kadınlara hitaben kocasının adıyla söylerdi isimleri. Yani kadınların isimlerini değil erkeklerin isimlerini zikrederdi. Mesela Rasim'in karısı diyecek; "Rasimi çili" derdi.
Yedi yıl komşuluk yaptığım arkadaşım Mükerrem o kadar sevimli Trakya şivesi kullanırdı ki keşke bütün sözlerinin içinde "H" harfi olsaydı diye düşünürdüm.
"Ava yağmurluydu, Emen çıktık geldik eve. Zaten akan da evde değilmiş."
Sevgili annem babasını hiç hatırlamıyor ama Çerkez annesinin şivesi ile 17 yaşında gelin geldiği evde babaannemin lazca konuşmaları arasında bir şive geliştirmiş kendine.
Geceleri uykusuzluktan şikayet ettiğinde şivesi iyice belli oluyor.
"Sabaha kadar uyuyemedim."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

DALGINLIK MI DEDİNİZ?


Dün çoluk çocuk evden çıktık, aradan bir saat geçti, evden oldukça uzaktayız.
- Aman Allahım, fırında ekmek unuttum.
Sitenin güvenliğini arayıp evin sigortasını kapatmasını istedik ama bu sefer de buzluktakiler eriyecek. Bir telaş, bir heyecanla eve geldik. 
Dün yaşadıklarımı sevgili arkadaşım Filiz'e anlatırken onun da dalgınlık konusunda çok titizlendiğini öğrendim. Öyle ki  tatile giderken ütüyü pirizde unuttuklarını düşünerek Bolu'dan geri dönmüşlükleri olduğunu söyledi.  Hatta bu geri dönmeleri o kadar sık oluyormuş ki, eşi sonunda ütü, çaydanlık gibi ocağın üzerinde, fişe takılı ne varsa yanlarında götürmelerini önermiş. Şimdi benimle birlikte yürüyüşe çıkarken bile tam evden çıkarken geriye dönüp ocağa bakmadan çıkmazmış. 

Dalgınlık ve unutkanlık modern hayatın bir parçası haline geldi, İnsanlar hayatlarında bir kez mutlaka bir şeyleri bir yerlerde unutabiliyorlar.
Dalgınlık ve unutkanlık ile ilgili hikayeler de çok eğlencelidir.
Kızımın arkadaşının annesi arabasının koltuklarını silmek istemiş. Evden kova içinde deterjanlı su hazırlayıp kapısının önündeki arabasına gelmiş bakmış arabanın kapısı açık herhalde kilitlemeyi unuttum diyerek içeriye girip koltukları silmeye başlamış. O sırada yan komşusu merakla ona bakıyor. Bizimki hiç istifini bozmadan arka koltuğu silip öne geçeceği sırada durumu anlamış. Sildiği araba kendisinin değil, kendi arabalarıyla aynı renk ve model olan komşunun arabasıymış.

Arabasını çalıştırır halde rampada bırakıp fırına giden ve döndüğünde arabanın yolun sonunda bir büfeye girdiğini gören tanıdığım dalgınlığını ucuz atlattığına seviniyordu.
Dalgınlıkla yapılan şeylerin en masumu sigarayı tersinden yakmaktır ki bu da dışarıdan çok sevimli görünür.
Ev terliği ile dışarıya çıkıp yarı yolda ayağını fark eden kadınlar da çoğunluktadır.
Dalgınlıkla masada duran kendi telefonu değil de arkadaşının telefonunu alanlar azımsanmayacak derecededir.
Dalgınlıkla ilgili okuduğum bu yazı genç yaşlı demeden insanın içine düştüğü trajikomik durumu çok güzel özetliyor.

"Dalgınlık mı dediniz? Cebimden daha önce görmediğim anahtarların çıkmasıyla içine girdiğim kara delik. Ucunda da Paris anahtarlığı var. Dün gece yanlışlıkla Paris'e gitmiş olamam. Kız arkadaşımın ailesi yemeğe davet etmişti. Ulan evden çıkarken portmantoda duran anahtarlığı mı hacıladım? Ve kendi evime nasıl girecem? Tekrardan evlerine gitsem, anahtarla açsam kapıyı, babası av tüfeğiyle vurur, kafamı salona asar. Geyik gibi izlerim dünyayı."

20 Mayıs 2011 Cuma

AYIP


Lisedeyken Akın isminde bir sınıf arkadaşımız vardı. Bizden yaşça büyük fırlamanın biriydi. O zamanlar şimdiki gibi iki yıl kalındığında okul ile ilişki kesilmediği için bir kaç yıl kalmış, biraz ara vermiş tekrar başlamıştı. Bir gün elinde beyaz  bir balonla geldi, içine su doldurmuş. Ama balonun şekli biraz değişik.  Sınıfımızdaki iki yıllık kızlar gülerek fısıldaşmaya başlayınca huylandık. Kızlar Akın'a hitaben "Ayıp ayıp" dediler. Akın da tahtaya "Ayıp kelimesini yazdı. Sonra da "A" harfinin yanında "K" harfini koyarak;
- Bakın şimdi Kayıp oldu. diyerek yerine oturdu. Biz cahiller de ilk kez kondomu Akın sayesinde o gün öğrenmiş olduk.
Aradan geçen 30 küsur yıla rağmen "Ayıp" dediklerinde Akın gelir aklıma. O zamanlardan bu yana hakkında hiç bir haber alamadım. Yaşıyorsa kulakları çınlasın.
..
Otobüs trafikte ilerlemeye çalışıyor. Yol üç şerit halinde ve çok ağır ilerliyor. Şoför yanındaki muavin koltuğunda oturan arkadaşına yan şeridi göstererek;
- Yandan kaynak yapalım mı?
- Yap abi.
Yapacağı işe destek arayan şoför üsteliyor.
- Ayıp olmaz mı?
- Kaynak yapmanın neresi ayıp abicim.
...
Mağazada kasa önünde kuyruk var. Kendini bilmez biri sıranın tersi istikamette gelerek öne geçiyor. Sıradakiler homurdanır.
-Sıranın başına geçilir mi "Ayıp ayıp".
Beriki hem suçlu hem güçlü üste çıkmaya çalışır.
- Göremedim.. Bunun neresi ayıp?
O kadar insanı görememiş.
Yerseniz.
..
İstiklal caddesinde genç bir erkek yanındaki muhtemelen kız arkadaşını tartaklıyor. Kız kendini kurtarmaya çalışıyor. Etraftan geçen gençler durup seyrederken yaşlıca bir amca tepki veriyor.
- Oğlum utanmıyormusun kızı hırpalamaya "Ayıp ayıp".
Erkek sinirli cevap veriyor.
- Sen yoluna git amca. O benim sevgilim neresi Ayıp?
..
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı 138 kelimeyi internette yasaklayacağını açıklamış. Bunlardan biri de "Ayıp"
İleride bu sözleri söylemek de yasak olabilir. Ne olur ne olmaz diye ben şimdiden yazayım.
"Ayıp ayıp"...

19 Mayıs 2011 Perşembe

TEŞBİH


Havaalanında "Beyefendiyi" bekliyorum. Onu beklediğimden haberi yok. Eskiden daha sık karşılardım. Bir süredir olmuyor, bu sefer sürpriz yapacağım.
Oturduğum yerden etrafı izliyorum. Türkçe ve İngilizce anonslar her iki dakikada bir kalkacak ve inen uçakları haber veriyor. 
Burası apayrı bir dünya, sanki "Araf."
Cennet ile cehennem arasında, bu dünya ile öteki dünya arasında. Herkes birbiriyle yanyana oturuyor ama o kadar da uzaktalar. Şehrin her bir köşesinden gelenler, başka ülkelerden gelip dışarıda kar mı yağıyor, yağmur mu, yoksa pırıl pırıl bir güneş mi var bilmeden aktarma yapanlar, birbirlerini tanımayan onlarca yüzlerce insan.
Bir mihenk taşı burası, dünyanın ortası.

Bir kadın henüz yeni yürüyen çocuğunun elinden tutmuş, diğer elinde valizi gidiyor. Çocuk annesinin kucağına çıkmak istiyor. Küçücük kollarındaki acıyı hissediyorum. Annenin eli aşağıda rahat ama çocuğun eli annesinin mesafesine ulaşmak için yukarıda ve bu durum canını yakıyor. Kalkıp söylemek istiyorum. Acıların bu yaşlarda başlamaması gerektiğini söyleyen duygularıma mantığım cevap veriyor;
- Kadın bir güzel azarlayabilir seni, boş ver.
Yaşlı bir çift etrafa bakarak  çıkış kapısına yakın bekliyor. Çok geçmeden kendisi genç ama gözleri babasından daha yorgun bakan bir adam giriyor içeriye. Yaşlı çiftin ellerindeki valize uzanıyor. Anneyi öpüyor, baba biraz geride ona da sarılsa mı sarılmasa mı karar veremiyor. El öpmekle yetiniyor. Sarılsaydı babanın çok hoşuna gideceğini ta yüreğimde hissediyorum. 
Beyefendinin yaşadığı şehirde dizi film çeken bir grup, dizideki karakterlerinin tam tersi kıyafetlerle kapıya doğru güle neşe ilerliyorlar. 

Anonslar devam ediyor. Kulaklarımda garip bir uğultu var, kahvemden bir yudum alıyorum. Bazen ölümü düşündüğüm oluyor. Bazen kendimi ölüme bir saniyelik mesafede hissediyorum.
Şimdi burada, Araf'ta bir yaşama arzusu doluyor içime.
İnsanlar geçip gidiyor önümden. Hikayelerini tahmin etmeye çalışıyorum. 
Yaşlı bir adam karşı masadan merakla bakıyor, belli ki önündeki deftere bir şeyler yazan kadının hikayesini merak ediyor.
Kim tahmin edebilir yaşadıklarımı? Beş yıl geriye gidip bu günü rüyamda görsem neye yorardım? 
Karşıdan yeni inen uçağın yolcuları geliyor.
Yerimden kalkıp beklediğim yolcuya doğru yürüyorum.

17 Mayıs 2011 Salı

KİM Kİ HOUSE İZLEMİYOR, HATA EDİYOR


Bir akşam Jay Leno Show'da alkışlar arasında sahneye geldi. Oldukça zayıf, solgun yüzlü, kesinlikle yakışıklı değil ama kesinlikle etkileleyici  İngiliz aktör Hugh Laurie.  
Sanırım Dördüncü sezonu başlayacaktı dizinin ve röportaj veriyordu. Amerika'da fenomen olmuş bir dizinin kahramanı ingiliz aksanını bırakmış, bir Amerikalı gibi konuşuyordu. Gerek Amerika'da gerekse  İngiltere'de hayranları milyonları bulmuş başka bir dizi aktörü yoktu.
Üçüncü sezondaki bölümleri  aşağı yukarı 20 milyon kişi izlemiş ve bu amerikan tarihinde oldukça büyük bir rakamdı. 
O zamana kadar dünyanın en çok izlenen dizisi olarak lanse ediliyordu.

Büyük kızım bir süredir izliyor ve tavsiye ediyordu zaten. Jay Leno Show'da görünce ilk üç bölümü internetten izlemeye başladım. Sonra 4 yıldır zevkle izlediğim bir dizi oldu. 
House bir tanı doktoru. Her bölümde garip vakalardan oluşan  hastaları oluyor. Zaten kendisi garip bir adam. Tek ayağı geçirdiği motosiklet kazası yüzünden sakat kalıyor ve sürekli ağrıları var. Ağrılarını dindirmek için içtiği ilaçlar alması gereken dozun çok üstünde, bu yüzden bağımlı olmuş.
Kendisi gibi sorunlu insanlardan oluşmuş bir ekibi var. 
Kendilerine gelen hastaların ne hastalıkları olduğunu bulana kadar hastanenin yasakladığı  yöntemler de dahil olmak üzere herşeyi deniyorlar. 
Aslında bu kadar etik dışı işler yapıp hastalarının hayatını kurtaran insanlara gittiğimiz bir hastanede rastlasak ne kadar güvenebiliriz? 

Sanırım bir dizi filmde bu yapılanlar insana mantıklı geliyor. Yoksa aksi halde kimse böyle bir doktorun kendisini tedavi etmesini istemez.
Ekşi Sözlük House için 256 başlık atmış. Buradan anlaşıldığı üzere Ekşi Sözlükte adından en çok bahsedilenler arasında ilk sıralarda görülüyor. 
Google'da aradığınız zaman 17 milyon sayfası açılıyor.
Bu günlerde 7. sezon bitmiş vaziyette. Yani 7 yıldır en çok izlenen diziler sıralamasında başı çekiyor. Bir dahaki sezon 8. ve son sezon olarak çekileceği söyleniyor.
Doktor dizilerinden hoşlananlar, Çılgın, dengesiz, kuralsız ama bir o kadar da başarılı Gregory House'u izlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

BU NEYDİ ŞİMDİ ?


Sirkeci Garında trenin kalkma saatini bekliyoruz. Dışarıda trene binmek için koşturanlar, sigara içmek için toplananlar, tren saatini dışarıda bekleyenler var. Artık hava kararmak üzere. Bu kalabalığın içinde yirmili yaşlarda 3 genç etrafa aldırmadan habire birbirlerinin resmini çekiyorlar. Son zamanlarda gençlerin yeni oyuncağı olan Nikon fotoğraf makinesi var ellerinde. 

İkisinin üzerinde bellerinden düştü düşecek kotlar ve kareli oduncu gömlekleri var. Saçlar jöleli, kaşlar kesinlikle şekillendirilmiş. Ağız hafifçe açık haşin ve biraz da metroseksüel erkek havalarında  poz veriyorlar. Fotoğrafı  çekme işini diğer ikisinden daha farklı olarak kumaş pantolon, gömlek ve mont giyen üstlenmiş. Sürekli eliyle koluyla komutlar veriyor. Kendisini Nihat Odabaşı sanıyor muhtemelen. 

Her resmin ardından çektiklerine bakıp yorum yapıyor gülüyorlar. Trenden kendilerine bakan onlarca insan umurlarında değil. Güneşin çekildiği bir saat olmasına rağmen biri gözlüğünü hiç çıkartmıyor. İşportadan alındığı muhtemel Ray Ban gözlüğü ile çok Cool olduğunu düşünüyor. İki genç yan yana durmuş, uzaktan bir yeri göstererek poz veriyorlar. Poz verdikleri yerin hemen arkasında kocaman çirkin bir çöp bidonu var. Büyük ihtimalle resimde o bidon da görülüyor ama arka plan pek umurlarında değil. Oysa biraz daha ileriye gitseler sevimli ahşap banklar ve Sirkeci Garının etrafını çevreleyen oymalı demirlerle hoş bir manzara oluşturacaklar, farkında bile değiller.

Trenin hareket etmesine yakın gençler de hareketleniyor. Kendilerini seyredenlerin şaşkın bakışları altında trene bineceklerine tam aski istikamette giderek güle neşe garı terk ediyorlar.

15 Mayıs 2011 Pazar

GİYİNME ODALARI


Kabinlerin önünde bekleşiyoruz. Yanımdaki kabinin önünde duran kadın gülerek sordu;
- Sizinki de mezuniyet balosu mu?
- Evet gibisinden gülerek baş salladım. Konuşmaya mecalim kalmamıştı.
Sabahtan beri girmediğimiz mağaza kalmamış bir türlü istediğimiz kıyafeti bulamamıştık.
 Kızım yorulduğumu ve sıkıldığımı anlayınca  mezuniyet balomda ne giydiğimi sordu.
Böyle bir deneyimi hiç yaşamadığımı söyleyince hayretle yüzüme baktı.

Daha önceki yazılarımda kız çocuğu sahibi olmanın güzel yanlarından bahsetmiştim ama bu angarya işleri hesaba katmamışım. Kız anneleri iyi bilir bu sürecin ne kadar meşakkatli olduğunu. Hele bende olduğu gibi üç kızınız varken bu meşakkat üçe katlanır. İlköğretim, lise ve üniversite olmak üzere üç kez mezuniyet balosu stresi çekmek içten bile değildir. Büyük kızımın üç mezuniyeti bitti dereken ruhsat töreni için kıyafet ararken canımdan bezmiştim. Neyse atlattık diyorum ama benim bu durumum rutine binmiş vaziyette.
Maşallah birinin bitiyor, diğerinin başlıyor.

Bu yıl küçük kızımın ilköğretim mezuniyet balosu, seneye ortanca kızımın lise mezuniyeti. Sonra kısmetse üniversiteler.
Kısaca bana rahat huzur yok. Kız anneleri sizlere sözüm yok, erkek anneleri bu işin basit bir bir şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. 
Arkadaşları ile "Pişti" olmayacak tarzda farklı bir elbise bulunacak, ona uygun ayakkabı ve çanta.
Kızların hayalindeki elbise büyük ihtimalle giydiklerinde üzerine yakışmayacak. Bir surat, bir afra tafra ile nazları çekilecek.
Bu arada çocukların normal şartlarda beğenecekleri kıyafetler anne beğendi diye burun kıvrılacak. Bir günde, ilk girilen mağazadan asla bir şey beğenilmeyecek. 

Ebeveynler hem maddi hem manevi işkenceyi baştan kabul edecek.
- Bu Pınar'ın elbisesine benziyor olmaz, bu Şule'nin elbisesinin aynısı, bunu diğer sınıfta biri almış sözleriyle anne iyice abondone olacak.
Valla ben iyice bunalmış vaziyetteyim. Gittik geldik bir şey alamadık. Bu iş beni daha çok yoracak hissediyorum.
Benim gibi bu süreci yaşayanlara geçmiş olsun. 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

DEJA VU


Size de oluyordur mutlaka, bir an sadece kısacık bir an "Ben bunu daha önce yaşamıştım." Ya da "Bu yeri daha önce görmüştüm." dersiniz. Aslında söylediğiniz yere belki de hayatınızda ilk kez geliyorsunuzdur. 
Bu tür daha önce yaşanmışlık hissine "Dejavu" deniliyor.
Söz Fransızcadan alınmış. Deja; daha önceden , Vu; Görmek fiilinin geçmiş zamanı.

Daha önce yaşanmışlık hissi için bilimsel açıklama yapanlar şöyle der; Beynin sağ ve sol lobunun bazen milisaniyeden daha küçük bir zaman farkı ile çalışması sebebiyle  bir tarafın diğer taraftan önce algıladığı için, geç algılayan taraf bu olayı daha önce yaşamış gibi olur.
Başka bir veriye göre hafıza yorgunluğuna bağlı daha önce yaşanmışlık hissi.
Uzmanlar dejavu'nun sık sık tekrarlanmasını "Sara" hastalığına bağlarlar.
Bilimsel veriler pek itibar etmeyenler için şöyle bir durum söz konusudur.
"Sevgili bayan sanki sizi uzun yıllardır tanıyor gibiyim." diyerek kız tavlama amacı olarak kullanılabilir. Ya da; "Ya ben burayı rüyamda gördüm galiba." diyerek bu hisse bir kılıf bulabilirler.

Peki; "Bunu gözüm bir yerden ısırıyor ama.." ile başlayan cümleleri duymayanınız var mı?
Reenkarnasyonla ilgilenenler bu konuda saatlerce konuşabilir, sayfalarca yazabilirler.
Bilgisayarın başında oturuyorum. Dışarıda ambulansın siren sesi, içeriden kızlarımın gülüşleri geliyor. Kulaklarımda "çat" diye bir ses patladı.
Bu anı tekrar yaşıyordum sanki.
Bu sesleri, bu anı, bu hisleri daha önce yaşadım mı yoksa Paulo Coelhu'nun Elif kitabının etkisinde mi kaldım?
Bilemedim.

13 Mayıs 2011 Cuma

ELİF


Poulo Coelho "Elif" romanında Fransız Prenelerindeki evi için şöyle diyor; "Ev sonunda beni de ele geçirmiş, beni de bırakmaz olmuştu. Çünkü yaşam enerjisini tazeleyebilmek için onunla ilgilenecek birine ihtiyacı vardı."
Sanki bahsedilenler Poulo Coelho'nun evi değil de benim çok iyi bildiğim bir evdi.
70 yıllık yıllık bir ev. 

Babaannemin babası Abdullah usta yapmış doğduğum evi. Ortasında "Sofa" denilen genişçe koridorlu, dört odalı küçük sevimli bir taş evmiş. Odalarının içinde yemek yapılan ve ısınılan ocaklar, gömme dolap gibi hamamlar, "Lambalık" dediğimiz gaz lambalarının koyulduğu "Nişler"
Bazen yerinden oynayıp elimize düşen "Giyotin" pencereler, camsız ahşap kapılar. Annemin yeşile boyanmış pirinç karyolası.
Babamın,amcamın, halamın gençliği bu evde geçmiş, bu evde evlenmişler. Mutluluklar yaşanmış, kavgalar, doğumlar,ölümler.

Bazen yorgun düşmüş evimiz, damı akar kapıları gıcırdar olmuş. Sonra yavaş yavaş kabuğunu değiştirmeye başlamışlar. Kapıları değişmiş önce, sonra çerçeveler. Aralarına bozuk paralarımızın düştüğü ve hiç bir zaman çıkartamadığımız döşemeler sökülüp beton doldurulmuş. Hamamlar odanın içinden çıkıp banyo adını alarak ayrı bir yere konmuş. 
Önce yıka söke canından can kopartmışız evimizin. Sonra da tamir eder olmuşuz, sözüm ona düzelteceğiz diye. Kendisine benzemeyen, yeni bir eve de benzemeyen garip bir "şey" çıkmış ortaya. İki büyük deprem görmüş de gıkı çıkmamış.

Şimdi kimin haddine düşmüş bu şekilsiz küçük evi yıkıp yerine apartman dikmeye?
Bizi o kadar ele geçirmiş ki, nereye gidersek gidelim, nerede yaşarsak yaşayalım bir yanımız o eski küçük evde varlığını sürdürüyor. 
O ev yaşıyor. Yaşamını sürdürmek için mücadele veriyor.
Çünkü dallarımız nereye uzarsa uzasın köklerimizin orada olduğunu çok iyi biliyor.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

EY YALNIZLIK


"Ey yalnızlık, herkesin koynuna girip çıkarsın da bir tek benimle mi düzenli ilişkin var?"
"Seni özlemek nasıl bir borçsa artık, özle özle bitmiyor."
Sosyal paylaşım sitelerinde bu sözleri duyana kadar ünlü şair Ece Ayhan ismini duymamıştım bile.
Sonra baktım ki güzel insanların güzel sözleri dolaşıyormuş ortalarda da es geçmişiz pek çoğunu. Oysa bazılarını birilerine söylemek istediğimiz zamanlarımız olmuştur mutlaka.
"İnsan ulaşamadığı her şeyin "Delisi" ulaştığı şeylerin "Nankörüdür." Pablo Neruda
"Tabaklarda kalan son kırıntılar gibiydi benim sana olan sevgim. Sen beni hep bıraktın; Ben hep arkandan ağladım." Can Yücel
"Bir insanın diğer yüzünü görünce ilkini hatırlamam." Paul Auster
"Beklemek güzeldir ama doğru durakta." Can Yücel

"Bir adam seni mahvetmeye yemin ettiyse merak etme; Vur kafayı uyu. Ama bir kadın yemin ettiyse sakın gözünü kırpma." Elif Şafak
"Düştüğünde yanında olan değil, kalkman için el uzatan dosttur. Unutma, kötü günde katkısı olmayanın iyi günde hissesi yoktur." Dostyevski
"Kimi ne kadar düşünürsen düşün; Düşüncelerin en derini başını yastığa koyduğun an başlar." Marquez
"Dünyada başarı kazanmanın iki yolu vardır; Ya kendi aklından faydalanırsın, ya da başkalarının akılsızlığından." Dostyevski
"Düşen bir çığda hiç bir kar tanesi kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz." Oscar Wilde
"Sevdiklerinizi incitmeyin. Çünkü onları bir gün incitmek için bile bulamayabilirsiniz." J. Christope
"Kim mutluluk parayla satın alınmaz diyorsa nerden alışveriş yapılacağını bilmiyordur." Huxley