31 Aralık 2012 Pazartesi

GÜZEL BİR YIL OLSUN


2013 Yılı  gönlünüzün istediği gibi geçsin.
Yeni yılınız hayırlı uğurlu olsun.

26 Aralık 2012 Çarşamba

İSTANBUL'DA PAZARLAR


Havayı güzel bulunca uzun bir aradan sonra semt pazarımıza gittim. Aslında almayı düşündüğüm bir şey yoktu, kızımı okuldan almama zaman vardı ve evden biraz uzaklaşmak istemiştim. 
Liseyi yeni bitirdiğim yıllarda Fatih'te oturan rahmetli Seniha halama giderdim. Sapanca gibi küçük  bir kasabanın pazarından sonra Fatih Çarşamba pazarı o kadar devasa ve karışık görünürdü ki yalnız olsam kaybolacağımı düşünür, panik olurdum. Hep bir bağırış çağırış olurdu mahşeri kalabalıkta;
- Hırsız var tutun!
- İkizlere takke!
- Naylon çoraplar burada!
İstanbul'a yerleştiğimde evimize takın olduğu için Yeşilköy pazarıyla tanıştım. Çarşamba pazarındaki bağırış çağırıştan daha mı azdı gürültü yoksa ben mi alışmıştım? Sanki insanları da farklıydı. Futbolcu eşleri, bazı tanıdık yüzler, kürklü, saçları yapılı şık kadınlar, yanlarında yardımcıları ile gelenler. Değişmeyen tek şey yine hırsızlık olaylarıydı, hatta ben de bundan nasibimi almış cüzdanımı kaptırmıştım. 

Yeşilköy pazarının başında Marketler furyasının öncülerinden olan Migros vardı. Bazı hanımlar Migros'tan bir iki parça bir şeyler alır, aldıkları poşetlere pazardan aldıklarını koyup konu komşuya hava atarlardı. Migros poşeti ile gezmek zenginlik belirtisiydi.
Kadıköy pazarına hiç gitmedim, Ulus pazarına bir iki kez meraktan gitmişliğim var. Ulus pazarı sosyete pazarı olarak bilinirdi. Ne zaman ki bir iki sahne sanatçısı televizyonlara çıkıp ulus pazarından giyindiğini söyledi, bala konan sinekler gibi İstanbul'un meraklı kadınları Ulus'a akın etti. İncecik bir mankenin üzerindeki tuniği 90 kiloluk bir kadın da giymeye başladı, Ulus pazarı uzun yıllar hanımların, hatta beylerin uğrak yeri oldu. 

Sonra pazarların değeri arttı. Artık kimse Migros poşetlerinde saklamadı giysilerini, yiyeceklerini. Tam tersine gururla gösterdi aldıklarını sağa sola.
Semtimin pazarında geniş bir otopark var, orası doluyor. Bunun yanında arabalar yollara kadar sıralanıyor. Yüzlerce araba içerisinde mütevazı arabalar oldukça az. Pek çoğu son model arabalar ve Jipler. 
Mağazasında 10.000 liraya olan bir çantayı burada 50-60 liraya alıyor, vitrinde 100 liraya gördüğü kazağın aynısı burada 20 lira. Çünkü artık eskisi gibi uzun yıllar giyilen giysiler yok. 
İçimize moda diye bir virüs girdi, çıkartabilene aşk olsun.
Pazarda keyifle dolaştım, ufak tefek şeyler aldım, insanları gözlemledim.
Pazarın sonunda mis gibi taze çay ve çıtır çıtır simit satan ufak bir yer var. Keşke orada oturup çayımı içip simidimi yeseydim şahane olacaktı ama kızımı alma saatim gelmişti.
Yola koyuldum.

photo;Tumblr

24 Aralık 2012 Pazartesi

YOL GÜNLÜĞÜ VE MONTEİGNE


Montaigne denince akla ilk gelen "Denemeler" isimli kitabı olur. Bir sürü yayınevi Denemeler'in bir kısmını veya tamamını kitap haline getirmiş. Bazı kitaplar yaklaşık 100 sayfa, bazıları ise daha fazla. Aslı 1000 sayfaymış. Bin sayfa olanına sadece bir yerde rastladım fakat o gün cimriliğim tutup 80 lira veremedim. Aslında bir sürü konuda para harcarken dikkat ettiğim halde konu kitap olduğunda bu özelliğimi yitiriyorum ama yine de almamışım işte. Evimde 300 sayfalık bir deneme kitabı var. Yine de ben 1000 sayfalık olanını istiyorum. Önümüz yılbaşı blogumu okuyan Beyefendi'ye duyurulur.:)

47 Yaşında Denemeler'i yazmış olan Monteigne yakın arkadaşları, kardeşi ve mahiyeti ile birlikte at sırtında Fransa Bordeaux'dan başlayarak İsviçre, Almanya (eski adıyla Germen İmparatorluğu), Roma ve Venedik'e uzanan bir yolculuk gerçekleştirir. Yolculuğun yarısını yazmanı, diğer yarısını da kendisi kaleme alır. 
1580 yılında orta Avrupa şehirleri, kültürü, yaşantısı, yemekleri, hanları, insanları  ve tabiatı hakkında ayrıntılı yazıların bulunduğu Yol Günlüğü kitabı Monteigne'nin felsefik yönünün yanında seyyah yönünü de gözler önüne sermiş. Yolculuğu esnasında sık sık böbrek taşı düşürdüğü ve sancı çektiği için gittiği yerlerdeki kaplıcaları ziyaret ediyor, bazen bir gün, bazen de bir kaç hafta kaldığı oluyor. 

1500 yıllarının sonu olmasına rağmen rekabet her dönem için geçerli bir eylem olsa gerek ki; Han sahipleri şehirlerine veya kasabalarına gelecek yolcuları şehrin sınırında karşılayıp, şayet kendi hanlarında kalacak olurlarsa atlarına bakacaklarını, eşyalarını taşımayı , lezzetli yemekler, temiz odalar sunacaklarını vadediyorlarmış.Günümüz reklamlarına ne kadar benziyor değil mi?
Kitapta dikkatimi çeken konulardan biri hanların konforu ve temizliği. Keten, pırıl pırıl yatak örtülerinden kuştüğü yastıklardan, pirinç ve gümüş kaplarda sunulan yemeklerden bahsediliyor. Tabi bu bize bütün hanlar için referans vermez. Nihayetinde Monteigne Fransa'da soylu bir ailenin mensubu olduğundan gittiği yerler de düzgün olacaktır fakat; 2012 yılında yol boyunca seyahat ettiğiniz yerlerde bırakın konaklamadaki konforu, yemek yemeye bile çekiniyor insan. 
Monteigne bu seyahatini umduğu kadar uzun yapamamış. Kendi seyahatteyken bulunduğu şehrin Belediye Başkanlığına seçildiği için 17 ayın sonunda geri dönmek zorunda kalmış. 
Yol Günlüğü Ömer Bozkurt'un çevirisi ile Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. 
Klasik  sevenlere öneririm.

19 Aralık 2012 Çarşamba

21 ARALIK'A BİR KALA


Her yerde 21 aralık muhabbeti dönüyor. Çevremde pek çok insan ciddiye almıyorsa da "ya olursa" diye dillendirenler de var. Ben böyle şeylere inanmıyorum. Ama o kadar şirin muhabbetler var ki belki çoğunuz biliyor olsanız da paylaşmak istiyorum.


21 Aralıkta kıyamet falan kopmayacak. Aldığım sütün son kullanma tarihi Temmuz 2013'ü gösteriyor. Koskoca firma yalan mı söyleyecek.
Mayalar 21 Aralıkta kıyametin kopacağını söylemiş; Mayadan korksaydık yoğurt yemezdik.
21 Aralık için Şirince'ye gidenler gidiş-dönüş bileti almış. Madem kıyamet kopacak, dönüş bileti ne alaka?
20 Aralıkta ödev veren hocaya; "Yapmayın hocam! Bugün varız, yarın yokuz."
Hakikaten Mayalar Şirince'yi nereden bilmişler?
21 Aralıkta doğanlar; Şayet doğum gününüzü hatırlayanlar çıkmazsa kıyameti koparın.

Diyanet İşleri Başkanlığı amel defteri dosya masrafı ücretlerini en geç 20 aralık mesai saati bitimine kadar yatırılması gerektiğini bildirdi.
21 Aralık son gün ise, bugün çıkmaz ayın son Çarşambası mı?
Kıyamet kopsa Polat Alemdar yaralı olarak kurtulur.
Kıyameti kopsa kopsa kadınlar koparır.
Şu kıyamet sadece Şirince'de kopsa nasıl gülerim.
Hakikaten 21 Aralıkta kıyamet kopsa ciddiye almayanların yüzlerini görmek isterdim.
Mayaların takvimi 21 Aralıkta sona eriyor diye kıyamet kopacağını düşünenler; Ne yani adamlar sizin için sonsuza dek takvim mi yazacaklardı.

Photo; Tumblr


12 Aralık 2012 Çarşamba

Yastıklar Yastıkaltı Konusunda Şikayetçi


Yastıkaltı yatırıma hiç beklenmeyen bir yerden, yastıkların ta kendisinden tepki geldi!
Şu sıralar Garanti'nin yepyeni internet kampanyasında dile gelen yastıklar yastıkaltı yatırımın getirisini, götürüsünü kendi tatlısert bakış açılarıyla yorumladılar.

Türkiye'nin yakından tanıyıp çok sevdiği isimler: Özkan Uğur, Mazhar Alanson, Bartu Küçükçağlayan ve Gupse Özay'ın sesleriyle hayat verdiği yastıklar yastıkaltı biriktirme alışkanlığı üzerine neşeli yorumlar yapıyor, çektikleri çileyi dile getiriyorlar.

Onların bakış açısından yastıkaltı birikimin zorluklarını, zahmetlerini dinledikçe stres yönetimindeki yeteneklerini takdir edecek, birikim güvencesiyle ilgili kaygılarına siz de hak vereceksiniz. Yastıkların bile 'Yeter artık' dediği yastıkaltı yatırıma güvenli ve kazançlı bir alternatif olarak, neyse ki Garanti hep hizmetinizde.

Yastık altındaki altını ekonomiye kazandırmak amacıyla fiziki altınları mevduat olarak alan Garanti, 98 şubesiyle 'Altın Salısı' hizmeti veriyor. Takı ve altınların değeri, altın eksperleri tarafından hesaplanıp Altın Hesabı’na yatırılıyor. Böylece altın birikimleri çalınma korkusu olmadan garantiye alınıyor.

NET Hesap ise farklı birikim hedefi olan müşterilere vade sonunda elde edilecek net kazancı ilk günden bildiriyor. Birbirinden farklı 4 hesap sayesinde müşteriler hem biriktirme alışkanlığı kazanıyor hem de vade sonundaki getirisini hesap açılışında garantiliyor.

Garanti'nin birikim ihtiyaçlarınız için en uygun çözüm önerileriyle ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz, yorumlar #yastıkaltıyatırım hashtag'inde

Bir bumads advertorial içeriğidir.

7 Aralık 2012 Cuma

ÇALIŞAN KADININ MURPHY KANUNLARI


Ev kadınının Murphy Kanunları pek sevildi, iki yıl öncesine kadar çalışıyordum; Çalıştığım yıllarda herkes gibi ben de  bir sürü aksilikler yaşadım. O zaman çalışan kadınlar için de yazalım.
Patronun gözüne girmek için erkenden iş yerine gelindiğinde, her zaman sizden önce gelen patronun o gün işi çıkar veya ofise hiç uğramaz.
Çok önemli bir toplantınız var; ya çorabınız kaçar, ya da eteğiniz sökülür.
Akşama kadar başınızı kaldırmadan çalışırsınız, arkadaşınız telefon eder, tam onunla konuşurken şefe ya da patrona yakalanırsınız.

Trafiğin en yoğun olduğu veya otobüsün arıza yaptığı zamanlar önemli bir toplantınızın olduğu zamanlardır.
İzin alacağınız gün iş arkadaşınızın acil bir işi çıkar, sizin izin masal olur.
Ofise havalı bir giriş yapmak istersiniz, ayağınız takılır, ya da bir yere çarparsınız.
Hafta sonu indirimden alıp hevesle giydiğiniz mavi kazağın aynısını  36 beden giyen stajyerin üzerinde görürsünüz.
Arkadaşınızla iş bölümü yaparsınız, sizin işte pürüz çıkar.
Müşteri odaklı çalışıyorsanız sizin önünüzde sıra kapıya ulaşmışken arkadaşınız iki kişiyle ilgilenmektedir.
Yine sizin sıranızdaki kişilerden biri kavgacı çıkar, olmayacak yerde sizinle tartışır. 

Herkesin bilgisayarı tıkır tıkır çalışırken sizinki arıza çıkartır.
İş yemeğine gittiniz masanın en dibindeki sandalye size kalır. 
Şirkete hediye geldi ama bir tane eksik, kura çekilir size çıkmaz.
Terfi alacak iki kişisiniz ama siz çok çalışsanız bile diğer kişi müdürün yakınıdır, dolayısı ile terfiyi o hak eder.
Hafta sonu mesai var; sizin haricinizde herkesin önemli bir mazereti olur, sizin hafta sonu hayal olur.
Ofiste beğendiğiniz genç en gıcık olduğunuz kızı beğenir.
Çocuğunuz varsa okuldan aranmak için sizin önemli bir toplantıda olmanız gerekir.
Dikkatinizi işe verdiğiniz bir zamanda arkadaşınız arar ve sudan konularla sizi dakikalarca meşgul eder.
Bir ay beklediniz maaşınızı alacaksınız, bankamatikte sıra size geldiğinde ya cihaz arızalanır ya da para bitmiş olur.
Off! ne sıkıcı değil mi?
Şiştim resmen ):


 
 

4 Aralık 2012 Salı

NEDEN BÖYLE OLDUK?


Arkadaşlarımla birlikte her ölümlü kadın gibi yeni açılan bir alışveriş merkezini geziyoruz. Kıyafet mağazaları eskisi gibi ilgimizi pek çekmediği için değişik neler var inceliyoruz. Alışveriş merkezlerinin yeni gözdesi olan pazar yeri sonseptindeki yiyecek içecek yerlerin bulunduğu salonda balıktan, meyve-sebzeye, ekmekten - kuru yemişeher şey  sergileniyor. Pazar yerlerinden terk farkları üzerlerinde "Tarla domatesi, son mahsul." değil de "Organik" yazıyor olması.
Bir bölüm restoranlara ayrılmış ama bildiğimiz Fast food restoranları değil de daha çok boğazda yemek yenecek yerler gibi. 
Bir et restoranı dikkatimizi çekiyor. Girişte kocaman camlı bölgede büyük büyük kancalara etleri asmışlar. Ben diyeyim 10, siz deyin yirmi kilo etler kemikleri ile birlikte kurumuş büzülmüş ağır ağır dönüyor düzeneğin üzerinde. İnekleri dönme dolaba koymuşlar sonra da orada unutmuşlar. Hayvanlar orada ölüp derileri dökülmüş, parçalara ayrılmış ve kurumuş sanki. Sonra etlerin üzerlerindeki rakamlar ve isimler dikkatimi çekiyor. Meğer son zamanlarda çok moda olmuş etleri aldığınız yerde sizin için aylarca kurutuyorlar ve füme et olarak size ikram ediyorlarmış. Sallanan etlerin arasında tanıdık isimler vardı. Bu iş biraz da hava atma meselesine dönüşmüş olmalı ki parası çok olanlar bir hayvanın neredeyse yarısını sarkıtmışlar orada. Bazılarının parası kaburgaların bir kısmını almaya yetmiş. İçlerinden en büyük olanının üzerinde Bülent Ersoy'un adı yazılıyordu. Hakikatten bu eti Bülent Ersoy'mu almıştı yoksa mekan sahibi ona bir jest yapıp aynı zamanda mekanının reklamını mı yapıyordu anlayamadım. Ama Bülent Ersoy cüssesine göre et seçmiş onu fark ettim. Fark ettim de aldığı eti reklam eden müşterilerin ne yapmak istediğini anlayamadım.
Neden bu kadar değiştik acaba? Daha büyük arabalar, daha büyük evler, daha büyük takılar, daha büyük çantalar.. Ev küçücük bile olsa tıkış tıkış mobilyalar, her şeyin çoğu fazlası, kocamanı...
Evde yemek yapmak ne demek, ısmarlarım dışarıdan bir şeyler hem ben uğraşmam hem de mutfak mobilyalarım temiz kalır. Yardımcım her gün evimi temizlesin, ütümü yapsın, ben de son model arabama bineyim, otoparkın dar koridorlarında arabamı çizdiremem. Vale ne güne duruyor, üstelik Müjgan'a da hava atarım.
Varsın eşim sekreteri ile seyahate çıksın, ben de kredi kartını kullanıyorum..
Etrafta bu tarzda kadınlar, dudaklarında yeni yaptırdıkları silikonlar, ellerinde oradan seyahate çıkacakmış gibi kocaman çantalar. Mutsuz, gülümsemeyen bir yüz hali ile dolaşıyorlardı. Biz ise mağazada fazla oyalanan arkadaşımıza neşe ile seslendik; "Filiz gel sana şeker vereceğiz."
...
Birden içim bulandı, ağzımın tadı kaçtı, arkadaşlarıma belli etmedim. İkisi de çok güzel kariyerlere sahip oldukları halde bu gördüğüm deformasyondan o kadar uzaktılar ki, arkadaşlarım oldukları için şükrettim.
Dışarıda buz gibi bir soğuk, inceden yağmur vardı. Deniz kudurmuş, dalgalar var gücüyle sahili dövüyordu. Önümüzde çaylarımız birbirimizin yüzüne baktık gülümseyerek.
Gülümsedik, ve eminim aynı şeyi düşünüp aynı şeye şükrettik...



26 Kasım 2012 Pazartesi

KAMERALARIN BÜYÜSÜ



Televizyonda haberleri izliyorum. Kumkapı sahilinde sokakta kalan mültecilerin yaşadığı zorluğu anlatıyor spiker. Spikerin tek elinde şemsiye var yağmurdan korunmak için, diğer elinde mikrofon. Ağladı ağlayacak bir ses tonuyla kış günü çoluk çocuk bir sürü mültecinin dışarıda kaldığını, yardımsever bir adamın onları mİnİbüse aldığını anlatıyor.
Buraya kadar her şey tam anlattığı gibi giderken kamera spikerden uzaklaşıp minibüsün içindeki kalabalığa yöneldiğinde garip bir durum göze çarpıyor. Balık istifi gibi oturan çoluk çOcuk, kadın kameraya gülerek bakıyorlar. Hatta bir iki tanesi çekingen bir el sallama işareti bile yapıyor. Gören de Türkiye'ye turistlik gezi yaparken Sultanahmet Camiinin önünde kameralara rastlamış turist kafilesi diye düşünecek. 

Belki de birazdan minibüsün sahibi artık evime gideceğim çıkın arabamdan diyecek ve sokakta kalacaklar ama gülüyorlar.
Kameralara olan bu merakımız nasıl bir psikolojidir ki her durumda ilgimizi çekebiliyor.
Bir kaç ay önce genç bir çocuğun televizyona konu olan ölümünde cenazesi gösterilmişti. Cenaze namazı için saf tutmuşlar, hoca dua okuyor. Bir çok adam yan gözle kameraları süzmekte. Önlerinde gencecik bir çocuk pisi pisine ölmüş be adam. Orada ne göreceksin, ya da kime görüneceksin?
Televizyonda dizi film çeken ünlü bir yıldız sevgilisi ile bir mekandan çıkmış. Kameraları fark eden dilenci üzerlerine atlıyor;" Para ver bana" diye. Kameralardan utanıp belki yüklüce bahşiş alırım düşüncesinde. 
Merak ediyorum; yerini nasıl bir şey aldığında kameralara olan ilgi azalacak?



25 Kasım 2012 Pazar

AKVARYUM


Sapanca dönüşü Florya'da açılan Akvaryum'a gitmeye karar verdik. Balıkçı tezgahlarında gördüklerim, denizde yüzerken ayaklarımın dibindeki bir iki küçük balık haricinde gördüğüm balıklar sadece televizyondakilerdi. Yani öyle farklı balık türleri bilmem. Çinakop hangisidir, Levrek nasıldır ayırt edemem. Laz olan tarafım Hamsiden hoşlanır, Çerkez olan yanım Palamuttan. İkisinin karışımı olan tarafım ise balıktan pek hoşlanmaz, evde kokusunu sevmez. Yani denizden babam çıksa yerim diyenlerden değilim.
Florya'da sahilden giderken Atatürk Deniz Köşküne gelmeden yeni yapılan AVM'nin bitişiğinde kurulmuş. Geçen yaz İstanbul'un pek çok yerinde reklamları vardı."Köpek balığına şöyle bir baktım, kaçtı gitti." diye. Bizdeki reklamlar da böyle oluyor maalesef.
Her neyse; Bilet fiyatları hiç de makul değil. Öğretmen ve öğrencilere 20, diğer ölümlülere 27 lira. Beyefendi  öğretmen kimliğinden yararlandı, benim için 27 lira ödedi. Elimizde biletlerimiz daldık içeriye. Köpek balığı ile savaşacağız.
Karadenizden başlayıp okyanuslara kadar bütün denizlerin balıkları irili ufaklı pek çok akvaryumda sergileniyor. Akvaryum deyince aklınıza bildiğimiz akvaryumlar gelmesin. Başınızı kaldırıyorsunuz, tavan cam kaplanmış, içinde balıklar yüzüyor. Bastığınız yer camdan yapılmış ayaklarınızın altından balıklar geçiyor. Yürüdüğünüz koridorda bir duvar boydan boya akvaryum haline getirilmiş rengarenk irili ufaklı balıklarla dolu. Bazı duvarların hemen önüne banklar koymuşlar, oturup seyrediyorsunuz. Balıkların bir kısmı size hiç itibar etmezken, bir kısmı merakla cama yapışıyor. Başka bir koridorda farklı akvaryumlarda deniz yıldızları, deniz kestaneleri ve rengarenk deniz canlıları.
Göz alıcı renklerdeki balıkların bulunduğu camın önünde oturup seyrettik biraz. Birden tanıdık bir yüz dikkatimi çekti. Turuncu- mavi rengi, patlak gözleri ile palyaço balığı. Yani "Kayıp Balık Nemo" kayaların arasından cam kenarına doğru süzüldü.
" Babanı bulamadın mı hala?" diye sordum. Cevap yerine kuyruğunu çevirip gitti.
Başka bir bölümde tahtaların arasında gövdesi sıkışmış büyük bir balık vardı. Kımıldayamıyor öylece yatıyordu. Kendini oradan kurtarır diye biraz bekledik ama zor kımıldıyor. "Acaba görevlilere haber versek mi" diye düşünürken yan tarafta ingilizce ve türkçe olarak yazılmış yazı dikkatimizi çekti.
"Merak etmeyin bu balık kayaların arasına sıkışarak durmaktan hoşlanıyor."
Biz gezerken sık sık "flaşlı çekim yapmayın" diye anonslar yapılıyordu. Herhalde flaş ışıkları balıkları etkiliyor olmalı.
Orada kaldığımız iki saate yakın süre boyunca büyük balık küçük balığı yemedi, çok fazla olmalarına rağmen hiç bir balık bir başka balıkla dövüşmedi. Balıklar kadar olamadığımıza üzüldüm.
Çıkışta  içinde balık objelerinin satıldığı hediyelik eşya mağazasına giriyorsunuz. Çocuğunuz varsa buradan mutlaka bir şeyler isteyecektir tabi. İyi düşünülmüş bir pazarlama doğrusu.
Dört kişilik bir aile buraya gelirse giriş ücreti, çıkışta anahtarlık maskot, magnet, kupa tarzı bir şeyler alsa, AVM'de bir şeyler yemek istese bir aylık asgari ücretin yarısı gitti demektir. Bu arada anne vitrinde gördüğü bir kıyafeti almayı düşünmesin bile...
Bir daha gitmek ister miyim? Hayır..
Fakat çocukların farklı balıkları görmesi açısından okullarda böyle geziler düzenlemeleri gerektiği kanısındayım. 
Not: Ortam karanlık, flaşsız çekim olunca diğer çektiklerim aydınlık çıkmamış, o yüzden diğer resimleri paylaşamıyorum.):
























20 Kasım 2012 Salı

EV KADINININ MURPHY KANUNLARI


Taşmasın diye başında beklediğiniz yemek, tam gözünüzü ondan kaçırdığınız anda taşar.
Temizlik gününün ertesinde ev pırıl pırılken kimse gelmez. Ne zaman ev dağınık ve pis ise en dedikoducu komşunuz kapınızı çalar.
Öğleden önce geleceğini söyleyen kuryeyi akşama kadar beklersiniz, artık gelmez dediğiniz ve 10 dakikalığına dışarıya çıktığınız zamanda gelir, sizi evde bulamaz.

Evinizdeki elektrikli aletler sözleşmişçesine aynı zamanlarda bozulur.
Misafirin gelmesine yakın fırına börek koyacaksınız, tam da o anda elektrikler gider.
Önemli bir misafir ağırlayacaksınız; Her zaman güzel yaptığınız pilav ya lapa olur, ya da tuz koymayı unutursunuz.
Evinizdeki su borusunun patlaması için sizin tatilde olmanız gerekir. Dönüşte sadece evinizdeki sularla değil, alt komşunun akan tavanı ile de uğraşmak zorunda kalırsınız.

Çocuğunuzun ateşinin çıkması için gece yarısı ideal bir zamandır. 
Acil bir işiniz var, apartmandaki velet asansördeki bütün düğmelere basmıştır. Siz aşağıya inene kadar bütün katlarda durursunuz.
Eliniz kolunuz dolu marketten geliyorsunuz. Asansörün kapısında bakıma girdiği yazar. 7 kat merdiven çıkarsınız.
Camlarınızı sildiğiniz gün yağmur yağar.
Çocuklarınızın veli toplantıları aynı gün ve saate denk gelir.
Ortalarda gözünüze çarpan bozuk paralar sucuya vermek için arandığında kaybolur. 25 kuruş eksiğiniz mutlaka çıkar.
Ev telefonuyla konuştuğunuz anda cep telefonunuz ısrarla çalar.
...

10 Kasım 2012 Cumartesi

KASIM'DA KASIMPATI


2010 yılında en sevdiğim büyük kızım; ( Bunu söylediğim zaman zaten başka büyük kızın yok ki diyor. O da bana en sevdiğim annem dediği için misilleme yapıyorum.) "Neden blog yazmıyorsun?" demişti. O günden beri heyecanla, zevkle, keyifle yazıyorum.
Blogumun adını çok sevdiğim Kasımpatı çiçeklerinden esinlenerek "Kasımpatı Günceleri" koymuştum. İyi ki  koymuşum, değişik oldu ve bu isimle Google girince benim blogumdan  başka bir isim çıkmıyor. 

Sapanca'daki evimizde Eylül ayının sonlarında annemin farklı seçenekteki renkleri ektiğini düşünmesine rağmen ısrarla turuncu Kasımpatı çiçekleri açardı. Sonbahar renginde minik minik çiçekleriyle öyle hoş görünürdü ki içimiz açılırdı. Rahmetli babaannem tipik bir eski zaman kaynanası ya, bizim gibi düşünmezdi genellikle. Annemin ektiği bu çiçekleri sabahları erkenden budar, annemi çileden çıkartırdı. Çocukluk ve genç kızlık dönemlerimin Sapanca'sında vazolara taze çiçek koymak yerine üzeri çabucak tozlanan plastik çiçekler koymayı daha iyi bir şey sandığımız için budanmış Kasımpatıları boyunları bükük bahçenin bir köşesinde toprağa karışır giderdi. 

Kasım ayının ilk haftasını yaşadığımız bu günlerde gözüm Kasımpatılarını arar oldu. Özellikle turuncu minicik yapraklı olanlarını görünce içime bir sıcaklık doluyor. Sapanca'da yaşadığım kaygısız çocukluk günlerimi, sonra kendi çocuklarımın oynadığı bahçemde Sapanca'dan getirdiğim fidanları ellerimle yetiştirdiğim kasımpatılarını hatırlıyorum. Artık vazolarımda yerlerini almışlardı gerçi ama ben evimin dört bir yanını kaplayan asıl yerlerinde, dallarında  durmasından daha çok haz ediyordum. Üstelik onları sabahları erkenden budayıp beni çileden çıkartacak babaanne de misafir olarak geldiği evimizde çiçeklerden bir haberdi. 

Şimdi ne Sapanca'daki evimizde, ne de şu an ki evimde Kasımpatı var. Bir çiçekçi dükkanında bakışıyoruz zaman zaman birbirimize. Bazen elime alıp koklamak istiyorum. Zaten nicedir çiçeklerin kokularını alamaz oldum. Bu benim burnumdan kaynaklanan bir sorun değil, çiçeklerin kokusu kalmadı. En son ne zaman güzel bir çiçeğin kokusunu içime çektiğimi unutmuş olmalıyım.
Geçtiğimiz hafta sevgili arkadaşım Nesrin ile pazarda maydanoz alırken hiç kokmadığını fark edip almaktan vaz geçince satıcı adam eliyle ovup kokusunu çıkartmıştı. Bir buruk aldık kokusuz maydanozları.
Kasım ayında  nadir açan çiçeklerden biridir Kasımpatı, vazonuzda güzel durur, balkonunuzda saksılarınıza yakışır, hele bahçeniz varsa bahçenizde baharı yaşatır.
Hani "Kasımda aşk başkadır." derler ya; 
Kasım ayı Kasımpatı ile başkadır.






9 Kasım 2012 Cuma

KOLAY ÇİKOLATALI TOPLAR


Malzemeler;
Bir paket dikdörtgen çikolatalı kek veya çikolatalı pastaban.
İki paket kare çikolata
Ceviz büyüklüğünde  tereyağı.
Süslemek için; Hindistan cevizi, kakao, pasta süsü.

Çikolataları benmari usulü eritin. (Kaynayan suyun üzerine bir kap koyarak çikolataları orada eritin.) İçine tereyağını ilave edin.

Kekleri ufalayıp çikolatalara yedirin. Hamur haline getirdiğiniz çikolatalı kekleri dinlenmesi için bir saat buzdolabında bekletin. Sonra yuvarlak toplar yapıp isteye göre hindistan cevizi, kakao veya süslere bulayın. Yarım saat daha buzdolabında bekletip afiyetle  yiyin.

7 Kasım 2012 Çarşamba

KÜÇÜK ARABA SEÇENEKLERİ


2001 model dışarıdan bakıldığında heybetli görünen ama sürekli sorun çıkartan bir arabam var. Atsan atılmaz satsan satılmaz. "Kara kızım"diye seviyoruz, hoş davranıyoruz, hırpalamıyoruz ama o ilk sahibinin yasını tutuyor hala. Hayatından bezmiş, kah yolun ortasında birdenbire duruyor, kah müzik aksanı kilitleniyor, kah kapıları açılmıyor.
Bizim kara kız kendini Jip gibi değil de kamyon gibi hissediyor.
Hafta sonu beyefendi; "Hadi gidip sana bir araba bakalım" dedi. Belli etmiyorum ama içim kıpır kıpır. Akşamdan interneti bir güzel taradım. Küçük, sorunsuz ve otomatik bir araba istiyorum.
Google'ı açtım; aklıma bir tane araba markası gelmiyor. Birini 2, diğerini 7 yıl kullandığım Wolksvagen ve şimdiki arabanın markasından başka hangileri vardı yahu!

Sahibinden.com imdadıma yetişti. Bildiğimiz arabaları bir kenara bırakın hiç adını duymadığım markalara rastladım sitede.
Yıllar öce yaptığım İtalya ve Fransa seyahatimde büyük arabaya hemen hemen hiç rastlamadığımı, Amerika'da ise küçük arabaya hiç rastlamadığımı hatırlıyorum. Londra'da her ikisi de vardı.
Biz büyük arabaları seviyoruz. Şehrin içinde bir sürü arazi arabasına rastlamak mümkün. Sanki birazdan ana yoldan çıkıp Dallas'daki Ewing çiftliğine gidip petrol arayacaklar. Hele kadınlar bayılıyor büyük arabalara. ( Sen de kullanıyorsun demeyin bana miras kaldı gibi bir şey.)

Bir kaç gün önce gittiğim alışveriş merkezinin girişinde önümde kocaman bir Lange Rover var. Güvenlik bagajı açtı, bagajda siyah bir branda var. Altına tüp saklamışlar. Bir ev parası verip araba alıyorsun tüp taktırıyorsun, üstelik sadece kendi canını değil başkalarının canını da tehlikeye atıp kapalı otoparka girmek istiyorsun. Yuh! diyorum daha ne diyeyim. 
Her neyse ben konumuza döneyim;
Fiat; Fiat'ın en küçük arabası 500 modeli eski Wolksvagen'e benzeyen tosbağa gibi bir araba ve 36 bin liradan başlıyor. Dizel ve otomatik isterseniz en az 5 bin lira üzerine koyun. O kadar küçük ki park sorunu olmaz, akşamları sırtlayıp balkonunuz varsa oraya koyabilirsiniz.
Hyundai; En küçük otomobili İ20 modeli. Dizel ve otomatik seçenekleri hariç 29 bin lira.

Suzuki; Spalsh modeli en küçük olanı. Otomatik vites fiyatı 32 bin civarı.
Citroen; Neredeyse iki kişilik koltuk büyüklüğünde ama çok sevimli bir araba olan C1 serisinin fiyatı 30 bin lira.
Chevrolet; özellikle elektrik mavisi çok güzel olan Aveo modeli 30 bin liradan başlıyor. Bir de Spark modeli var 25 bin liradan başlıyor fakat otomatik vites yok.
Kia; En küçük modeli Picanto, 32 bin liradan başlıyor. Üzerine otomatik vites için iki bin lira eklemek gerekiyor.
Toyota; Reklamlardaki gibi herkesin babası toyota gibi adam olduğundan mıdır nedir fiyatlar da baba gibi.  En küçük modeli Yaris ve 29 bin liradan başlıyor.
Mazda; Toyota'ya haksızlık etmişim. Mazda2 modeli bile 38 bin liradan başlıyor. Bunun 5, 6, 8 hatta 50'si var. Fiyatları hayal edin.
Renault; Clio en küçük modeli olup sitesindeki bilgilerde 29 bin liradan başlandığı söyleniyor. Ama bayilerde ben bu fiyata rastlamadım.
Kafam iyice karıştı ben ne alsam acaba?


5 Kasım 2012 Pazartesi

NEREDE KALDIM?


Bloger arkadaşlarımın bazılarında  aynı yazılara rastladığım gibi bende de bir ihmalkarlık başladı. Bu durum bir çeşit yazı yazamama, kelimeleri toparlayamama, elimin bir türlü blog sayfasına gitmemesi gibi oldu. Sonra baktım ki ne çok yazı paylaşmış arkadaşlarım. Çoğunu sokakta yanımdan geçse tanıyamam ama birbirimize bu sayfalarla içimizi açtığımız için tanıyorum onları. 
Kurban Bayramı bir çırpıda geçti. Her zamanki gibi Sapanca'da geçirdik bayramı. Çocukluğumu saymazsak ilk kez kurbanımızın kesilmesi ritüeline şahit oldum. Aslında ben gittiğimde kurban kesilmişti ama yine de bir kenarda duran kesik başı görünce içim bir tuhaf oldu. 
Sapanca halkı gerçekten gelenekleriyle yaşayan bir halk. Kurbanımızı kestiğimiz kişilerden sadece birini tanıyorum; O da kuzenim. Kuzenimin ortağı ve akrabaları ile birlikte "Danaya girdik." 
Kurban kesilen yer Sapanca'nın bir köyü. Ev sahibi kadınlar hemen çay yapıp ikram ettiler. Ardından kurban eti dağıtılana kadar etten önceden aldıkları parça ile kavurma yapıp ikram ettiler. Daha sonra her şey bittikten sonra eve yemeğe davet ettiler. Gitmemek kaba kaçacağı için yemeğe oturduk. Fasulye turşusu, ev ekmeği, kavurma, ayran ve baklavadan oluşan yemeğimiz gerçekten lezzetliydi.
Bayramdan önce  yardımcı kadın ile birlikte bütün evi temizledik. Ama annemi bir türlü memnun edemedik. Elinde bastonu tam karşımızda oturup emirler yağdırdı. Kadınla birbirimize bakıp gülümsedik, kendi işimize devam ettik. Akşama doğru yorgun argın oturdum ki; "Eee; tatlı yapmayacak mıyız?" demez mi. 
Allahtan kuzenim karısı ile çıkageldi. Ellerinde koca bir tepsi baklava ile. Başka hiç bir şeye bu kadar sevinemezdim. Hayatımı kurtardı. 
Bayram boyunca gelen giden bitmedi. Bir ara fırsat bulup İzmit'e amcamı ziyarete gittik. Canım amcam bir süredir alhzeimer hastası. Bizi tanımadı ama belli etmek de istemiyor sanki. Yengem sordu; "Bunlar kim?"
"Bizim çocuklar işte."
Karısını kardeşi sanıyor, komşu sanıyor bizi nereden hatırlayacak. Amcamla Yengemin hiç çocuğu olmadı. Belki de bu yüzden kimse kırmamış olsa gerek bizim çocukluğumuzdan beri duran objeleri var. Bunlardan biri olan sigaralık çok ilgimi çekti onun resmini paylaşmak isterim. 
Altı gün boyunca yarım asra gelmiş bir kadın gibi değil de annemin 25 yaşında zamanı durdurmuş kızı gibi koşuşturup durdum Sapanca'da. Arkadaşlarım, kuzenlerim, komşular, akrabalar...
Güzel bir bayramdı. 
Bu vesile ile herkesin geçmiş bayramını kutluyorum.

14 Ekim 2012 Pazar

TATİL SÜRESİ NE OLMALI?


İngiliz psikolog David Lewis'in dediğine göre tatil üç günü geçmemeliymiş ve evimizden dört saat uzaktaki bir yere gitmeliymişiz.
David İstanbul'a gelmemiş anlaşılan. Büyükçekmece'den tatil için çıkan bir aile dört saatte anca pendik civarına gelebilir. Aynı şekilde Kartal'dan yola çıkan bir aile taş çatlasa Silivri'ye kadar gelir ve orada bir pansiyonda tatilini yapıp geri döner. Bırakın Çanakkale'den egeye doğru gitmeyi Asos'a gidebiliyorsanız şanslısınız.

Aslında David doğru söylüyor. Uzun saatler süren araba yolculukları insanda tatil keyfi bırakmıyor. Ama Eskiden Antalya, şimdi de Bodrum'a veya Alaçatı'ya gitmeden tatili tatil saymayan bir millet olarak yolculuklar bizi fazla etkilemiyor. Hatta tatile giderken yapılan kazalardan kimse ders almıyor.
Kısacası tatil denince akan sular duruyor.
Bunları yazan ölümlü tatili sevmiyor gibi bir algı oluşturmasın okuyanda. Tatile pek çok kişi gibi ben de bayılıyorum ama uzun olanlarını pek sevmiyorum. 3-4 günlük tatilden tadı damağımda kalarak dönmeliyim ki tekrar  gitmeğe iştahım ve isteğim olsun.

Kurban Bayramının yaklaştığı şu günlerde 9 gün tatil olacak mı olmayacak mı diye tartışılırken hükümet büyüklerimiz Allahtan 9 gün tatil yapacak kadar zengin bir ülke olmadığımızı hatırladı da iş gücünden etkilenmemek için tatili 6 günde bıraktı. 
Çin'de geçtiğimiz hafta Sonbahar tatili vardı. Bu yıl sekiz gün olan tatil sırasında meydana gelen kazalarda 794 kişi ölmüş, 2 binden fazla kişi de yaralanmış. Yetkililer ölü sayısının geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 46 azaldığını söylemişler. 
Önce insan bu rakamı görünce hayret içinde kalıyor. "Vay be biz de Ramazan Bayramında kazalarda ölen 74 kişiye çok diyorduk." gibi bir düşünce geçiyor insanın aklından. Sonra nüfusumuzun 75 milyon olmasına karşılık Çin'in nüfusunun 1 milyar 75 milyon olduğunu hatırlayınca ölü sayısının o kadar da fazla olmadığınıfark ediyoruz.

Tatil süresi ne olmalı diye sorduğum kişilerden gençler ve öğrenciler içinde 365 gün diyen de oldu, 6 ay diyen de oldu, 3 ay diyen de. Sorduğum kişilerde yaş ilerledikçe tatil süresi ters orantılı olarak azaldı. En az söyleyen bir hafta dedi. Fakat tatili yapmanın gerekli olduğu konusunda hemen herkes hemfikir oldu.
Sizce tatil süresi ne olmalı?


11 Ekim 2012 Perşembe

BAŞKASINA AİT BİLGİSAYARI KULLANMAK


Artık telefonlardan bile internete girilebildiği halde bilgisayarın yeri başka. Hele bir de yazı yazacaksanız, uzun bir işiniz varsa bilgisayar şart.
Kendi bilgisayarınıza ulaşamadığınız durumlarda başkalarının bilgisayarını kullanırken ne hissedersiniz?
Bilgisayarla aranız iyi olsa da acaba rahat kullanabilir miyim diye kısa bir panik yaşıyor insan. Sonra tıpkı başkasının arabasını kullanırken duyulan rahatsızlık benzeri bir hisle tanışırsınız. "Şimdi buna bir şey olursa benim üzerime kalacak. Kör ölünce badem gözlü olurmuş misalı kıymete binecek"diye düşünülebiliyor.
Sonra merak; masaüstü ekranına koyduğu resimden tutun da kısayol resimleri ve dosyalarına kadar yan gözle bakma isteği. Tabi bu çaktırmadan yapılır. "Senin bilgisayarın benim hiç ilgimi çekmiyor, işimi bitirim kapatacağım," havalarında.

Siz Firefox kullanıyorsunuzdur, bilgisayar sahibi Crome, ya da  explorer. Aradığınız yere nereden girildiğini bulana kadar uğraşırsınız. Karşıdaki kişi bilgisayarını karıştırdığını düşünecek diye eliniz ayağınız dolaşır ama renk vermezsiniz.
Ya tuşlardan birini beğenmeme, ya da bilgisayarın yavaş olduğunu söyleme cesareti biraz daha kendi bilgisayarına güvenenlerin tercihi olur. ( Bu durumda bilgisayar sahibini o bilgisayarı kafanıza geçirme senaryolarını kendi kafasında canlandırma ihtimali büyük tabi.)
Şifre ile bir mail adresine girilecekse şifreyi saklama ihtiyacı, arkasından;" acaba mail adresimi kapatmayı unutur muyum," paniği. 
Bu işlemler yapılırken acemi olmadığını kanıtlamak için hızlı yazmaya çalışmak ve her defasında hata yapmak kaderin bir cilvesi olduğundan işi oluruna bırakmak lazım.

Siz işinizi yaparken bilgisayar sahibi de gizliden gizliye heyecan içinde olabilir. "Ya Arama motorunda bir şey ararken hafızasında Adriana Lima'nın sitesine girdiğimi görürse. Bu tür şeylere inanmadığımı söylerken her gün burç yorumlarını okuduğumu fark ederse. Hay Allah bir de siteyi masaüstüne almıştım." gibi bir sürü konuda telaşa düşebilir.
Ankara'da Check-in yaptırmak için eniştemin bilgisayarını aldım. Eniştem başımda dikildi, baktım elim kolum birbirine dolanıyor benim adıma işlemi yapmasını rica ettim. Hem o rahatladı hem de ben.
Eniştem internet üzerinden Briç oynuyor uzun saatler geçiriyordu.  Ablam kızıyor diye  bıraktığını artık satranç oynadığını söylemişti.
Masa üzerinde  briç sitesinin durduğunu fark ettim. Ablama ispiyonlasam mı acaba?



10 Ekim 2012 Çarşamba

GÜLE GÜLE POPİ


Tam 24 yıl olmuş.
Pofuduk, tombul, kıvır kıvır saçlar, gözünden yaş eksik olmayan ama o yaşlı gözleri cin gibi bakan bir çocuktu. Üç kızım içinde en az sorun yaşadığım büyük kızım oldu. İlk göz ağrım ilkokul arkadaşıyla birlikte iş yerlerine yakın bir semtte ev tuttu. Artık günün yaklaşık dört saatini yolda geçirmeyecek. 
Bu süreçte beni bir telaş aldı ki sormayın. Yazlığı olanlar iyi anlayacaktır bu hisleri. Evde ne kadar kullanılmayan ıvır zıvır varsa gözünüzün önünde belirir. Nasıl olsa bunlar eşyalarının kıymetini bilmezler bari bunlar elden çıksın diye düşünerek tabak, tencere, havlu, çarşaf, yastık, yorgan ne varsa hazırlamaya giriştim. Kızım sağ olsun ne yapılacaksa bana danışma inceliği gösteriyor. (Bunun sebebi olarak onun değil de benim cüzdanımla çok haşır neşir olduğumuz fikri aklıma gelmiyor değil ama neyse...) 
İlk iş olarak ev sahibi ile tanışıyoruz. Nihayetinde iki genç kız oturacaklar evde. Ev sahibi tek başına yaşayan bir adam. Kızım;"Bin yaşında bir amca" diyor ama gençler için hepimiz bin yaşındayız. Hakikatten bin yaşında değil ama Osmanlı dönemine tanıklık yapmış gibi duran zayıf sevimli bir adamcağız. Mahallede perde arasından gelişimizi seyreden bir sürü yaşlı teyze, amca var. Bu iyiye işaret. Kızlar isteseler de yaramazlık yapamayacaklar. Bunların gözünden bir şey kaçmaz. Hatta komşulardan biri bizim kızın ev arkadaşını çekip; "Buraya erkek falan getirmeyin sakın." diye tembih etmiş. Bunların ne kadar yoğun bir çalışma hayatı olduğundan haberi yok tabi. Cumartesi bile çalışıyorlar.
Gençler için ev eşyası alınacak en güzel yerler IKEA ve KOÇTAŞ tarzı mağazalar. Biz kızımın yatağını IKEA'dan buzdolabı ve fırın gibi eşyalarını da KOÇTAŞ'tan aldık. Fiyatlar abartılı değil. Bütçenize uygun olanı mutlaka çıkıyor. IKEA'da nakliye parası olarak ekstradan 40 lira ödedik. KOÇTAŞ'ta otuz kilometreye kadar 30 lira isteniyor mobilyalar için. 
Perde ihtiyacınızı evde kalmış perdelerden halledemediyseniz English Home'da her boy, renk ve desende  satılan hazır perdeler alabilirsiniz. İngiliz ile başlayan şeyler pahalıdır diye düşünmeyin tüllerin metresi 10 liradan başlıyor. Semtimizdeki perdeciden aldığım fiyatların dörtte biri fiyatına tüllerimizi hallettik. 
Eşyalar için nakliye tutmadık. Zaten sadece giysi ve kitaplarını götürdüğü için arabanın arkasında iki kez götürmek yetti. 
Zaruri eşyaların alınması bitince tembih etme evresine geçtik. "Kapınızı kilitlemeyi unutmayın, evi havalandırın, ocağı açık bırakmayın, ne yemek yedin?"
Kızım  hafta sonu evine taşındı, arkadaşı henüz taşınamadı.  20 dakikalık mesafe ile işine gittiği için çok mutlu, ben biraz burukluk yaşıyorum. Oysa Üniversitede de okulun yurdunda kaldığı için ayrı olmaya alışmıştım ama bu başka bir şey oldu. 
Bu durumda beni teselli eden tek şey onunla birlikte tavşanımızın da gitmiş olması. Arka balkonumuz artık bir işe yarayacak. İlgilenmiyor gibi görünüp gizli gizli sevdiği rokaları hastalanmasın diye kurutup veriyordum, cornflakes'lerimi paylaşıyordum, ara sıra da tüylerini okşuyordum ama yine de gittiğine seviniyorum.
Güle güle Popi, kızıma iyi bak olur mu?