30 Aralık 2013 Pazartesi

YENİ YIL


Her yıl aynı temennilerde bulunsak ta bazılarımızın evinde hastalık, bazılarımızda ölüm, bazılarımızda telaş, mutluluk, sevinç, heyecan, hüzün, sıradanlık, sıkıntı...
Yine de ümit etmek ve dilemek iyidir.
2014  için herkese bir önceki yılı aratmayacak kadar güzel, sağlıklı ve huzur dolu bir yıl diliyorum.

6 Aralık 2013 Cuma

ARKEOLOJİ MÜZESİNDE KADINLAR VE ÇOCUKLAR


Gülhane Parkına girmeden hemen sağa doğru Arnavut kaldırımlı yokuşun başına geldiğimde dizili çınar ağaçlarının kenarlarında kocaman sütunlar ve isimsiz mezarlar karşıladı beni.
Yokuş sonunda demir bir kapıdan geçerek Arkeoloji müzesinin bahçesine vardım. Bahçede aslan heykelleri, kireç taşından mezarlar ve sütunlar belli bir nizama göre dizilmişlerdi. Bazı heykellerin vücutları olmasına rağmen başları, kolları yoktu. Tam ben bunları düşünürken genç bir rehber yanımdaki öğrenci gurubuna eski eser kaçakçılarının tüm vücudu kaçırmakta zorlandıklarından sadece başları, bazen de kol ve bacakları çaldıklarını anlatıyordu.

İçeriye girdiğimde  Milattan önce 3-5 yüzyılda yapıldığı yazılan kocaman lahitlerle  karşılaştım. Sanduka şeklindeki Lahitler mermerden yapılmış ve dört bir yanındaki kabartmalarda  ölen komutana veya krala ait yaşadığı dönemde yaptıkları savaşlar betimlenmişti.

Hemen arkada hani filmlerde gördüğümüz mumya mezarları şeklinde mermer veya kireç taşından mezarlar. Üzerlerinde çivi yazısı ve hiyeroglif şeklinde yazılar var. Ama o kadar muntazam ki Milattan önceyi bırakın Milattan sonra 2013 yılında yapılsa, elde değil de anca fabrikada seri üretimde yapılabilirmiş hissi veriyor. 

Ben bunları incelerken içeriye ortaokul öğrencilerinden oluşan bir gurup gürültüyle giriyor. Birbirlerini ite kaka bağırış çağırış salonda dolaşıyorlar.

Ortada cam içinde M.Ö.500  Yıllarında yaşamış Sayda Kralı Tabnit'in mumyasını seyrederken çocuklardan biri yanındaki arkadaşına "Senin on yıl sonraki halin." diye şaka yapıyor. Yaşadığı dönemde kitleleri dize getiren, insanların önünde diz çöktüğü kral bizim çocukların şaka malzemesi olduğu için bir tarih öğrencisi olarak rahatsızlık duyuyorum. Bu arada şakalar birbiri ardına sıralanırken görevliler ikaz ediyorlar. Başlarındaki öğretmenleri uyarıyor. 
"Kızlı erkekli gürültü yapmayın." Çocukların yaptığı gürültü ne kadar hoş değilse yersiz söylenen bu manidar uyarı da hoş olmuyor. Arkeolojik müzeleri gezme yaşının ne olması gerektiğini düşünerek diğer koridora geçiyorum.

Anadolu heykel sanatından örneklerin bulunduğu koridorda bir tanrıça heykelinin tek göğsü o kadar ellenmiş ki resmen parlıyor. Yukarıdaki resim. Söylenerek uzaklaşıyorum. Kadınlara ait objeler her ölümlü kadın gibi benim de ilgimi çekiyor. 

Buraya gelmemin nedeni Güzel sanatlar ödevim için bilgi toplamak olduğu için hemen her objenin, mezarın, mezar taşının önünde uzun uzun duruyorum.
Ve..
Bu bloğu yazmama sebep olan şeyin ilkine rastlıyorum.
M.Ö. 19. yüzyılda Asur diliyle yazılmış ve minicik bir taşa  çivi yazısıyla işlenmiş evlilik sözleşmesinde şöyle diyor;

"La-Gepum Enisru'nun kızı Hatatay'ı karılığa aldı. Memlekette ikinci kadın olmayacak. Eğer iki yıla kadar çocuğu olmazsa cariye olacak. Bir erkek çocuk doğurduktan sonra  kocası eğer isterse onu para karşılığında satabilecek. Eğer La- Gepum onu boşarsa 5 Mine gümüş ödeyecek. 4 Şahidin huzurunda."
Bu kadınların çektiği nedir Allahım diye söylene söylene gezerken içime su serpen bir mezar taşıyla karşılaştım. Küçük, gösterişsiz fakat değişik bir mezar taşıydı. 

Üzerindeki notta; Piramit şeklindeki mezar steli yazıyordu. Taşın üzerindeki kabartma sevgi olunca kız erkek ayrımı olamayacağını kanıtlar gibiydi.
"Karia'lı Nadüs'ün kızının anıtıyım. Geçerken dur ve merhamet et."
"Bu anıt kızımın bakir gençliğin çiçeğini terk edip tek çocukken babasından ayrılmasıyla dikildi."
Hüzünlü...

Not: İstanbul'da 27 yıldır yaşıyorum. Bu süre zarfında nasıl olmuş da Arkeoloji Müzesine gitmemişim diye kendimden utandım. Eğer olanağınız varsa gitmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Müze Pazartesi günleri kapalı. 




20 Kasım 2013 Çarşamba

SELMA LAGERLÖF


Bugün Google' açtığımda hoş bir sürprizle karşılaştım.  
Google, kazın üzerinde uçan bir çocuk resmetmiş ve Selma Lagerlöf'ün doğum günü yazmış. 
Üç tane çocuk yetiştiren, onlara kitabı neredeyse rüşvetle okutan, kendisi de kitap delisi biri olarak adaşımın adını hiç duymamışım hayret.
Nasıl hoşuma gitti sormayın.

Vikipedi'ye girip resmini görünce romatizmalarından söz eden komşu teyzelerden biri gibi sevimli tonton bir kadın çıktı karşıma.
Peki kimmiş bakalım Selma Lagerlöf ?
1858 Yılında İsveç'te doğmuş 81 yaşında ölmüş bir yazar.
Fakat bu kadar değil. Kendisi Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk kadın yazar, aynı zamanda Nobel alan ilk İsveçli yazarmış.

Babası zengin bir çiftçiymiş. Çocukluğunda geçirdiği bir hastalık yüzünden bir süre sakat kalmış. Bu yüzden eğitiminin bir kısmını evde tamamlamış. Babasının işleri bozulmuş, çiftlikleri satılmış. Geçinmek için öğretmenlik yapmış ve bu arada roman ve hikayeler yazmaya başlamış.
İsveç semalarında hayallere dalmamızı sağlayan pek çoğumuzun okuduğunu düşündüğüm "Uçan Kaz" onun eseriymiş. 
İsveç'te 20 kronluk banknotlarda resmi varmış.
Allah rahmet etsin diyerek onun bir sözüyle bitireyim.
"Ölüm eşiğini herkes yalnız yaşar."

13 Kasım 2013 Çarşamba

KOMŞUDAN NE İSTENİR?


Komşudan ne istenir?
Çay, kahve, tuz, şeker...
"Benim komşum o kadar nemrut ki selam vermiyor, günahını bile vermez." diyenleriniz olabilir. "Komşum sadece istediklerimi değil istemediğim şeyleri bile verebilir." diyeniniz olabilir. İkinci şıkka girenler ne mutlu size.
Anneme sorduğumda şöyle dedi:
"Bizim zamanımızda komşudan köz isterdik ütü yapmak için. Bir de bayat ekmek isterdik, köfteye koymak için. Bazen de kahve istediğimiz olurdu ki bu biraz daha özel durumlarda olurdu."
Ben de bu yaşıma kadar komşuluk ilişkilerimde bir çok alışverişe rastladım ama bazıları gerçekten komikti.

Yıllar önce oturduğum evde karşı daireme yeni birisi taşınmıştı. Taşındıkları gün kurabiye, kek gibi bir şeyler hazırladım, çay yaptım, bir tepsiye koyarak zillerini çaldım. Ev kalabalık, ev sahibinin haricinde akrabalardan kadınlar da yardıma gelmiş.
Kapıdan hoş geldiniz dedim elimdeki tepsiyi verdim. Bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin diyerek evime döndüm.
Sen misin bunu diyen? Aradan yarım saat geçmedi zil çaldı. Karşı komşumun genç kızı açık renk saten kurdele istedi. 
Soran gözlerle bakınca izah etti.
Perdeleri kenarlardan tutturacağız da..
Güzel bir semt, pahalı evler, perdeler nasılsa kurdele ile tutturulacak ama bu da komşudan isteniyor. Bunları muhakeme edemeden mutfağa döndüm. Bir iki gün önce Pelit pastanesinden aldığımız çikolatalı pastanın kurdelesi çekmecede duruyordu. Açık kahverengi.
Komşumun genç  kızına uzattım. 
Acaba yeter mi ki? diye söyleniyor. 
"Bizim tuhafiyede sadece bu var ama karşı sokaktaki tuhafiyecide belki vardır." demeyi isterdim ama ilk günden bozuşmayayım.

Bu komşumun tuhaf istekleri yıllarca sürdü. Peynir, kıyma, çay, pirinç, yumurta, çamaşır ve bulaşık deterjanı bunlardan bazılarıydı. Hiç biri geri iade edilmedi. Sonra ben evimi satıp çıktım. ( Yok canım komşum yüzünden değil.)
Başka bir komşum sigara istemek için gelirdi ki ben sigara içmiyorum ama o zamanlar misafiri zehirlemek için sehpalarda çeşitli markalarda sigara paketleri vardı ya onlar bitene kadar isterdi. Bitince bir süre uğramaz sigaraların yenilendiğini görünce hemen her gün gelirdi. Sonra öğrendim ki eşi sigara içtiğini bilmiyormuş. Bizde günlük sigara ihtiyacını karşılıyordu. 

Bu yazının konusunu aklıma getiren yardımcım oldu. Sürekli şikayet ettiği halde bir eve temizliğe gidiyor. Temizliğe gittiği hanım buna sürekli komşularından bir şeyler aldırıyormuş. Ekmek, şeker, patates, soğan, sarımsak... Bu normal diyeniniz olabilir de normal olmayan şey komşularının hiç birini tanımıyormuş. 
Komşudan ne istenir?
Valla bu devirde pek bir şey istenmiyor ya; Günaydın, iyi akşamlar diyorsa başka ne istenir?



5 Kasım 2013 Salı

TUTANKATON'UN BİTMEYEN ÇİLESİ


Bir iki gündür gazetelerde bahsediliyor, belki dikkatinizi çekmiştir. "Tutankamon Araba Kazasında Ölmüş."
İngiliz Mısır bilimci "Vücuttaki yanıklar ve eziklerin muhtemelen savaş arabası çarpması sonucunda öldüğünü ortaya koyuyor." demiş.
Daha önceki ölüm sebebi tahminleri, yılan sokması, zehirlenme, ya da suikast sonucu olduğu yönündeymiş.

Tam da bu haberlere rast geldiğimde Mısır tarihi vizelerine çalışıyordum.
Hakikatten Tutankamon bahtsız bir gençmiş. Hızlı yaşa genç öl, cesedini binlerce yıl kurcalasınlar. Bir de Mısır Fravunları kendilerini tanrılaştırır ya karizma yerlerde..(Bu arada nereden aklıma geldiyse babaannem birine çok kızdıysa Fravun derdi. 1915 doğumlu babaannem Sapanca gibi bir yerde Firavun'u nereden biliyor anlayamadım.)

 M.Ö. 1323 yıllarında babası ölünce üvey kız kardeşi Ankhesenamen ( bu ismi söyleyene kadar ömür geçer.) ile evlenerek tahta geçmiş. Aslında İstanbul Üniversitesi 1. sınıf ders notlarında Eski kralın damadı olarak anılıyor ama anlaşıldığı üzere hem oğlu hem damadıymış.
Tutankamon hangi ara evlenmiş, hangi ara 10 yıl krallık yapmış ve 19 yaşında ölmüş matematiğin doğasına aykırı gibi geliyor.
Her neyse bu talihsiz genç Tutankaton olan adını Tutankamon olarak değiştirmiş. Bu kadar kasmasına ne gerek vardı iki isim de birbirine çok yakın diyeceğim de gençlik işte cahil oluyorlar...

Günümüzde bile tartışılan ölümünden sonra genç eşi ( aynı ismi bir daha yazamayacağım) rahmetli kocasının küçüklüğünden beri veziri olan Aya ile evlenmek istemediği için, Hitit kralına  oğluyla evlenmek istediği haberini salmış. Hitit kralı Mısır'a hakim olma hevesi ile oğlunu evlenmek üzere Mısıra yollarken kötü kalpli Vezir Aya tarafından öldürülmüş.
Sonra ne mi olmuş?

Aya ermiş muradına..
Hem Ankhesenamen ile evlenmiş hem de  Mısır'da 4 yıl hükümdarlık yapmış.
Allah'tan Mısır'da iyi insan iyi insanlar varmış. Komutan Ramses Aya'yı indirerek Mısır'ın başına geçmiş.
...
Şimdi..
Tarih dersleri böyle anlatılsa ne güzel olmaz mıydı?
Ben sevdim valla...
( Bahtsız Ankhesenamen'ne ne mi olmuş? Kadının adı yok ya,  tarihin içinde kaybolup gitmiş.)

3 Kasım 2013 Pazar

Linki tıkla MNG Turizm'den tatil indirimi kazan

mng-turizm

Uzun yıllara dayanan tecrübesi ile turizm sektöründe “ayrıcalıklı tatil” farkını yaratan MNG Turizm, sosyal medya kullanıcılarına kaçırılmaz bir fırsat sunuyor. Linki tıklayarak, MNG Turizm web sitesinde yayınlanan formu dolduran herkes 50 TL’lik indirim kuponu kazanıyor.

Dilerseniz kazandığınız 50 TL indirim kuponunuz ile Ege ve Akdeniz kıyılarının sımsıcak güneşi altında, pırıl pırıl masmavi denizinde, tarihi ve doğal güzellikleri içinde MNG Turizm’in sizlere sunduğu seçkin otel veya tatil köylerine rezervasyon yaptırabilirsiniz. Dilerseniz Avrupa’dan Amerika Kıtasına, Güney Afrika’dan Maldiv Adaları’na düzenlenen turlarda değişik ülkeleri gezmek, farklı kültürleri tanımak için kullanabilirsiniz. Kazanacağınız indirim Ege Denizi’ndeki adalara, İtalya’ya, İspanya’ya, Atlas Okyanusu’na, Baltık Denizi’ne kısacası dünyanın her yerine düzenlenen lüks ve eğlenceli gemi seyahatlerinde de geçerli olacak. Üstelik 50 TL indirim fırsatını, 2014 yılı erken rezervasyon ile birleştirebilir ve daha fazla kazanç sağlayabilirsiniz.

Yurtiçi ve yurtdışı konaklama rezervasyonlarınızda kullanabileceğiniz indirim fırsatına sahip olmak için tek yapmanız gereken, linke tıklayarak iletişim bilgilerinizi doldurmak.

31 Ocak 2014 tarihine kadar sürecek bu indirime, kaliteli ve eksiksiz bir tatil düşleyen herkes çekilişsiz ve kurasız sahip olabilecek. MNG Turizm’in formu dolduran kişi adına 1.000 TL ve üzeri rezervasyonlarda kullanılacak indirim kuponunu 2014 yılı Erken Rezervasyon fırsatları ile de birleştirebilir ve daha fazla kazanç sağlayabilirsiniz.

Yıl boyunca devam eden indirim fırsatları ile ilgili detaylara www.mngturizm.com/firsatlar web sayfasından veya www.facebook.com/MNGTurizmTatil sayfasından ulaşabilirsiniz.

Sen yeter ki tatil iste…

Bir bumads advertorial içeriğidir.

31 Ekim 2013 Perşembe

SONBAHAR'DA ARMUTLU


Keriman "Hadi gelin!" dediğinde ikiletmedik. Filiz'le beraber çantamıza iki parça bir şeyler koyup Yenikapı feribotuna bindik, Rahat bir yolculukla bir buçuk saatte Armutlu'daydık.
Geçtiğimiz yaz geldiğimizde cıvıl cıvıl olan sahil şeridinde şimdi ağaç görünümlü beton banklarda oturan yaşlılar ve güneşe yüzünü dönmüş bir kaç tane tembel sokak kedisi var.
Alabildiğine sakin sokakları etraftaki inşaat sesleri bölüyor. O kadar yumuşak bir hava ve o kadar güzel bir deniz var ki insanın aldanıp denize dalması geliyor. Sanıyorum on yıl daha genç olsam hastalanmayı göze alıp bu çılgınlığı yapabilirdim. Filizin muzip bakışlarından benimle aynı fikirde olduğunu anlamamak mümkün değil.
Keriman'ın evinin manzarası bu.

Güneş yavaşça batmak üzereydi ve biz balkonda çaylarımızı yudumluyorduk. Hava iyiden iyiye kararınca denizin üzerinde onlarca ateş böceği belirdi. Sanki birileri hani şimdilerde moda olan dilek fenerleri var ya onlardan uçurmuş ama o fenerler denizin üzerinde ışıl ışıl kalmış gibi duruyor. Meğer ertesi gün satmak üzere akşamdan balık avlayan balıkçıların teknelerindeki lambalarmış gördüğümüz ışıklar. Keşke Kerimoş söylemeseydi, bizim hayalimiz daha sevimli ve ortama uygundu. Üç kadın, bir sürü anlatılacak konu; geç vakte kadar balkonda oturduk.

Erken kalkmayı seviyorum ya misafirlik falan dinlemedim erkenden kalkıp alabildiğine uzanan denizi seyrelttim. Hani filmlerde kadın evinin balkonuna çıkar, uzun uzun karşısındaki uçsuz bucaksız okyanusu seyreder ya, benim denize uzun uzun bakmam yaklaşık 2-3 dakika sürdü. Tabi kadın Miami sahilinde uçsuz bucaksız bir kumsalın dibinden denizi seyrederken ben armutlu sahilinde yanı başımızdaki inşaatın harç sesiyle kendime geldiğim için ruhani halim kısa sürmüş olabilir.

kahvaltıdan sonra Kerimoş 30 yıllık öğretmen geçmişi ile tıpkı çocuklarına hükmeden anneler gibi aldı bizi köy içindeki bir hamama götürdü. Biz zaten buraya geldikten sonra kendimizi ona teslim etmiştik. Ne demişler "teslim ol mutlu ol". Hamama giriş 7 lira ama parayı alan kadına ekstradan 70 lira versen yüzü gülmeyecek. Dayak yemekten tırsarak sessizce içeriye girdik. Girişte 20 santime 30 santim eninde küçücük dolaplar var, içine sadece cüzdan sığabilir; küçük dolap kilitlenebiliyor. İçeride kocaman dolaplar var, onların kilidi yok. İki dolaba ne gerek var büyük dolaba kilit tak insanlar giysilerini cüzdanlarını koysunlar. Cüzdanımızı küçük dolaplara giysilerimizi büyüğüne koyduk. Başımız göğe erdi. 
Hamam kalabalık değil. Bizim haricimizde sonradan 70 yaşında olduğunu öğrendiğimiz tombik bir teyze var. 
Bir kaç dakika sonra Filiz'in yanımızda olmadığını fark ediyoruz. melek arkadaşım gitmiş hamamın bir köşesinde teyzeyi yıkıyor. İyilik yapın, size mutlaka geriye döner. Çıkışta teyze bizi eve kadar arabaları ile götürmeyi teklif ediyor. Erkekler kısmından çıkan kocasıyla bizi arabalarına alıyor, mandalina ikram ediyorlar. Yol uzun olduğu için çok makbule geçiyor.

Sahilde Gündüz kardeşler Kasap köfte yazan bir yer dikkatimizi çekiyor. Üç kişi üç ızgara köfte ve iki sucuk ızgara,  kola, ayran, salata yiyoruz. Hesap 49 lira geliyor. İstanbul'da olsa 3 katı para ödenirdi diye düşünerek mutlu oluyoruz. Üstelik ortak fikir  şu; Yediğimiz en iyi köfte ve sucuklardan biriydi.
Eve dönüp yine balkonun doyulmaz manzarasında çaylarımızı yudumluyoruz. Gün bitiyor.
İki günlük Armutlu gezimiz böylelikle sona eriyor. 
Hadi bakalım kürkçü dükkanına...





21 Ekim 2013 Pazartesi

ANNELİK BÖYLE BİR ŞEY


Mercimek apandisit ameliyatı izinden şikayet ediyor.
"Yaa bu iz neden geçmiyor ki?"
"Daha bir yıl bile olmadı, bekle bakalım geçecek."
Beni dinlemiyor.
"Ama arkadaşımın apandisit izi çabucak geçmiş. Bu ne böyle, düşük belli pantolon giyemeyecek miyim."
Bendeki cevap şu;
"Biraz kilo verirsen küçülür."
Kızım gülerek kendini yere atıyor
"Bunu da kiloya bağladın ya bravo sana.
Annelik böyle bir şey.

Küçük kızımın odasında çekmecelerini karışık gördükçe notlar yazmaya devam ediyorum.
"Bravo... Ben sana böyle mi öğrettim. Size değil bana yazıklar olsun ki bir şey öğretememişim."
Sadece birine yazdığım notta çoğul kullanarak diğerlerini de zan altında bırakmak.
Annelik böyle bir şey.

Küçük kızıma okul için iki tane kalın kazak aldım. Dönüşte onu voleybol antrenmanına bıraktım. Eve gelince mercimek kazağı çok beğendi dışarıya çıkarken giymek istiyor ama kardeşi henüz giymemiş. Kararsız görünce cesaretlendiriyorum.
"Boş ver giy.. Bir şey demez."
Küçük gelince bozuluyor haliyle.  Ben savunmadayım.
Zaten senin daha az beğendiğini verdim giymesi için."
Anında harcadım diğerini.
Annelik böyle bir şey.
...
Büyük kızımla telefonda konuşuyoruz. Boğazının ağrıdığından bahsediyor.
Aynı zamanlarda benim de boğazım iyi değil ama ben hemen eleştiriyorum.
"Soğuk suları içersen öyle olur tabi. Bu kadar incecik giymene ne demeli?"
Annelik böyle bir şey.

Sapanca'dayız;
Gün boyu yorulmuşum. Büyük kızım ayaklarımı ovuyor. Elleri binicik, narin, Yorulacak..
Ovdukça rahatlayacağımı bile bile, "Tamam artık bırak rahatladım." diyorum.
Annelik böyle bir şey.
...
Bazen üçünün yanımda olduğu, bazen uyudukları zamanlarda yüzlerine uzun uzun bakıyorum. Bir kalbe üç sevgi nasıl sığar? Hatta dört.. Sığıyormuş...
Annelik böyle bir şey.



Resimler: Popi ve Lucinin yavruları

10 Ekim 2013 Perşembe

TARHANA YAPALIM


Vay arkadaş! ne kadar meşakkatli bir işmiş meğerse. 
Canım annemin sayesinde  her yıl hazıra konduğumuz tarhanayı dudak bükerek kabul ediyorduk. Bu yıl değil tarhana yapmak biber salçalarını bile bana yaptırdı canım benim. Sapanca'ya gidişte yengelerden, annemden, bilumum komşulardan aldığım tarifle bir heves giriştim tarhana yapmaya.

Buyurun tarifi;
1 Kilo un
Yarım kilo süzme yoğurt
1 çay bardağı biber salçası.( ben kendi yaptığım biber sosunu kullandım.)
1 çay bardağı domates salçası veya domates sosu.
1 paket kuru maya
3 orta boy soğan ( rendelenmiş)
1  çorba kaşığı toz şeker, tuz, isteğe göre baharatlar. ( nane, karabiber, pul biber)
Bütün malzemeyi bir kaba alıp ekmek hamuru olacak şekilde yoğurulur.
Mayalanmaya bırakılır.

Bir hafta boyunca kabaran hamur yoğrularak ekşitilir. . Bu süre zarfında hamur sürekli kabarır. Günde iki- üç  kez hamuru yoğurmak gerekir.
Hamurun kabarması bitince hamurdan parçalar kopartılarak temiz bir bez üzerinde kurumaya bırakılır.
Yine takriben bir hafta parça hamurları altını üstüne getirerek kuruması sağlanır.

Kuruyan hamurlar rondo ile toz haline getirilir.
Bir iki gün de toz olarak kurutulur.

Ben resmini çekmek için kavanoza koydum ama mümkünse bez bir  torbada muhafaza edilir.
Afiyet olsun.

9 Ekim 2013 Çarşamba

EKİM



"Bazı kitapları okurken yazarın düşüncelerine dalıp gideriz, bazı kitapları okurken de kendi düşüncelerimize." demiş Edgar Allan Poe
Tam okuduğum kitabın orta yerlerinde kendi düşüncelerime dalmışken elimden bıraktım kitabı.
Oysa  henüz bir kaç dakika önce hoşuma giden bir bölümün altını 
çizmekteydim.
Peyami Safa'nın çok düşündürücü bir tespiti vardır:
"Hüküm veremediğimiz veya hüküm vermek istemediğimiz bir meseleyi tarihe havale ederiz. Eminim ki şu cümleler  dünyanın hiç bir yerinde bizde olduğu kadar çok kullanılmamıştır: "Tarihe bırakalım, son hükmü o verecek." Tarih hüküm vermez, hadiseleri ve onlar hakkında verilen hükümleri tarafsızca kaydeder." demiş Selim ileri Yaşadığım İstanbul kitabında.
Tarih okuyorum ya, içinde bu konu geçen her şey dikkatimi çeker oldu.

..
Günler hızlıca akıp gidiyor. Beyefendi ile telefonda konuşurken masa başında ders çalışamadığım gündeme gelince: "Eee artık genç değiliz ayaklarımızı uzatarak okumak daha rahat tabi." diye yorum yaptı. Kendim yaşlılıktan bahsettiğimde o kadar dokunmasa da başka bir ağızdan duymak hiç de hoş olmuyormuş doğrusu. Bu kişi eşinizse ve son derece iyi niyetle söylemişse bile.
Kızlarım ellerindeki akıllı telefonlarla kendi resimlerini çekiyor, gülerek çektiklerine bakıyorlar. Ara sıra beni de çektikleri oluyor. resimlerde kendimi beğenmemeye başladım. Oysa kendimi kendimle barışık biri zannederdim , değilmiş..

Akıllı telefon değince şaşırdığım bir olayı anlatayım. Mercimekle ( ortanca kızım) AVM'de dolaşıyoruz. Girdiğimiz mağazada güzel bir yabancı müzik çalıyor. Gençler her şeyi biliyorlar ya artık; Kim söylüyor bunu? diye sordum. "Söyleyen  Rebecca Ferguson  ama şarkının adını hatırlayamadım ama hemen bulurum" dedi. Ben daha nasıl olacak demeye kalmadan telefonundan bir şeyler tuşladı ve telefona şarkının adı geldi. 
Cem Yılmaz son gösterisinde söylüyor ya; Elimizde neredeyse roketi uçuracak teknoloji var ama pek çoğumuz açma kapamadan başka bir şey bilmiyoruz" diye. 
o günden beri telefonumla kötü kötü bakışıyoruz. Tamam kızlarımın telefonu kadar özellikli değil ama  gizli gizli sesimi kaydeder, olmayacak bir yerde çalıştırır mı acaba? 
...
Bu arada hayatımda ilk kez tarhana yaptım. tarifini yarın yazacağım. Önce biraz yapıp tadına bakmam lazım. İyi olmadıysa 15 günlük emeğime yazık.
Tarhana tarifi vermediysem bu yazıyı okumamış gibi yapın. Rezil olmayayım.
..
Kurban Bayramı yaklaşıyor. Yine Sapanca, hep Sapanca.. 
Allah vere de hava güzel olsa.

24 Eylül 2013 Salı

ARKADAŞIMIN ARKADAŞI; EVET SEN....


Aslında sizleri tanımıyorum, ne mutlu bana ki  birbirimizden bihaber sessiz sedasız takipçilerimsiniz. Kızlarımın arkadaşları, Blogger olmadığı halde yazdıklarımı okuyanlar. Orada bir yerlerdesiniz, bazen bir yakınımdan duyuyorum adınızı: "Valla ben her zaman sitene girmesem de eşim okuyor seni" diyenler, Arkadaşıma bahsetmiştim senden telefonuna geliyormuş yazıların" diyenler. Nasıl mutluyum anlatamam. Bugün yine bir arkadaşımdan duydum yeni takipçimi.  Yazamadığım günlerin ağırlığı çöktü üzerime. Yazdıklarımın yetersizliği, acizliği..
Hep orada olun emi.. Bana güç verin, hikayemi dinlemeye devam edin...

..
Akşamları yürüyüşe başladım bir süredir. Önce oturduğum sitenin içinde, sonra mahallede geniş bir daire çiziyorum. Hızımı alamayıp semtimizi dolanıp bütün İstanbul'u arşınlar mıyım?
Tamam biraz abarttım ama mübalağa olsun istedim.
Okullar açıldı, benim şoförlük maceram da başladı. Küçük kızımı okula bırak, akşama almaya çık. Ne kitap almak bitiyor, ne de defter. Geçen yıl giydiği kıyafetler küçülmüş hadi yenilerini al. Koşturmaca, koşturmaca....

Sağlık Ve Yaşam Dergisinde Kültür Ve Sanat sayfasını yazmaya devam ediyorum. Bu sayede gelecek filmleri, tiyatroları, konserleri, etkinlikleri, yeni çıkan kitapları, çok satanları takip etme olanağı buluyorum.
Hani bu yıl Tarih okuyacağım ya, Osmanlıca kitabı aldım. Evin içinde Farsça, Arapça harfleri telaffuz ederek dolaşıyorum. Sapanca'ya gidinceye kadar biraz ezberleyip de annemin yanında okuyabilsem çok iyi olacak. Kızım Arapça öğreniyor niye çok mutlu olacak. Çaktırmasam mı acaba? Kuzenim "Osmanlıca öğreneceksin de ne olacak" dedi.
Cevabım bana bile komik geldi.
"Eski mezar taşlarını okuyacağım."

Kısacası daha önce bir yazımda yazdığım gibi  bendeki Eylül sıkıntısı, yerini Eylül telaşına bıraktı, sonunda Eylül rehaveti yaşayacağım gibime geliyor.
Hadi bakalım...



17 Eylül 2013 Salı

SAPANCA DEĞİŞİYOR - MU?


Annemin demir bahçe kapısını zorlayarak açtım. İyice eskimiş, paslanmış. Bakıma ihtiyacı var.
Canım annem balkonda her zamanki kanepesinde yolumu gözlüyor. Artık eskisi gibi hızlı hareket edemediğinden  ağır ağır kalkıyor beni karşılamak için. Uyanık, kilosunu belli etmeyecek bol bir elbise giymiş.
İçerideki odadan temizlik sesleri geliyor. Daha yol yorgunluğunu atmadan üzerimi değiştirip temizliğe dahil oluyorum. 
Neyse geldiğim ilk gün temizlik işini bitirip diğer günler rahat ediyoruz. Akşam üzeri kuzenlerim geliyor sırayla, sonra arkadaşlarım. Bütün zamanlarımız balkonda geçiyor neredeyse. Yatmak ve yemek yapmak için içeriye geçiyoruz. Yemeğimizi balkonda yiyoruz.

Ertesi sabah Sala sesiyle uyanıyorum. "Biri ölmüş. Kim acaba?" derken sokağımızın sonunda bir süredir hasta olan bir kadının  vefat ettiğini söylüyor belediyenin anonsu. Anonslarda garip bir durum dikkatimi çekiyor. Ölen kişinin sadece erkek yakınlarının adı zikrediliyor. Yanı ölenin kızının adını söylemiyorlar. Dinimizde böyle bir kadın ayrımcılığı var mı? Annem vefat eden hakkında bir şeyler anlatıyor, "iyi kadındı" diyor.
Hayat devam ediyor.

"Anne yıllardır bize salçalar yapıyordun. Bu yıl da ben sana yapayım." diyorum. Annemin ağzı kulaklarında. Kasabada yaşamanın avantajları anında önümüze çıkıyor. Çuvallarla biber satan satıcılar geçiyor kapının önünden. İki çuval biber, 20 kilodan kırk kilo. Ben bu işi nasıl becereceğim?
Bu kadar salçayı ne yapacak bilemedin ama ses etmiyorum. Geldiğimin ikinci günü biber ayıklamak, yıkamak, kaynatmakla geçiyor. 15 kavanoz...
Sonraki gün kuzenimle sabah yürüyüşü yapacağız, dönüş yolunda fırından sıcacık simitler alacağız. Çarşı içinde 30 yıldır aynı yerinde olan manava uğrayıp annemin sevdiği üzümden alıyorum. Yaşlı manav dertli. Kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde çarşıya meydan kazandırmak amacı ile binaları yıkıyorlar. Proje sonunda Sapanca güzel bir meydana sahip olacak ama esnaf rahatsız bu durumdan.

Manav bunları anlatırken yeni bir dükkan arıyor kendine, emekli olup evinde oturmayı düşünmüyor bile. Doğduğum memlekette pek alışık olmadığım derecede kibar bir dille başımızı ağrıttığını düşündüğünden özür diliyor. 
Üzümü, simidi alıp ara sokaklardan evimize doğru giderken yanımızda bir araba duruyor. Kırk yaşlarında bir adamın sorduğu soru ile hayrete düşüyorum.
" Burada masajcı varmış. Biliyor musunuz?" 
Eyvah! Sapık birine rastladık. Burası Sapanca, nasıl bir yer bu masajcı, bu adam şaka mı yapıyor? derken kuzenim gayet ciddi tarif ediyor.
Meğer gerçekten masajcı varmış. Böyle küçük muhafazakar yerlerde başka anlamlara gelecek meslekleri yapmak zordur diye düşünürken yanılıyorum. Aklıma gelen kötü düşünceler yüzünden kendimden utanıyorum. Gerçekten kadınların da erkeklerin de gittiği, daha çok bel problemleri olanların ilgisini çeken bir yermiş burası. 

Aslında Sapanca'da hiç bir şeye şaşırmamam gerektiğini hala anlamadığım için kendime şaşırıyorum. Çünkü ertesi gün çarşının içinde kuzenimin kocasına ait kahvehanede çay içiyoruz. Üç kadını kahvehaneden çıkarken gören kuzenimin kocasının arkadaşları onunla alay ediyorlar;
"Hayrola ihsan Altın günü mü yaptın?"
Biz korkuyla İhsan abinin yüzüne bakıyoruz. O ise gülümsemekle yetiniyor. Adam öldürmekten hapse girip bir yıl önce çıkmış bir adama bu şaka yapılır mı?
Bu şakayı yapanın kaç yıl içeride yattığını öğrenmek bile istemiyorum.