31 Ağustos 2012 Cuma

AJDA PEKKAN SENDROMU


Ne zaman Ajda Pekkan'ı gazetelerde, televizyonda görsem aklıma bir sürü abuk sorular gelir. Bir iki yıl önce ünlü diyetisyenlerden birinin katıldığı oturuma dinleyici olarak gelmişti ablası ile birlikte.  (belki de kardeşidir bilemeyeceğim. Hatta ikisi de aynı kişi bile olabilirler o kadar benziyorlar çünkü.) 
Acaba unutkanlık yaşıyor mu, çocukluk arkadaşları arasında sağ olanlar var mı, varsa torunlarının çocuklarını gören arkadaşlarının yanında ne hissediyor, şarkı ezberlerken unuttuğu oluyor mu, parlak taytlar, yırtmaçlı elbiselerin yerine sade bir elbise giyip omuzuna şal almak istediği zamanlar oluyor mu, ortopedik ayakkabılar giyme arzusu yaşıyor mu?
Bunları niye yazdım?

Kızlarımla bir yerlere çıktığımda özellikle büyük kızımın beni tanımayan arkadaşları "Aaa annen ne kadar gençmiş." diye hayret belirtisi gösteriyorlar. Oysa büyük kızımı doğurduğumda 26 yaşındaydım. Bunlar iltifat olarak güzel sözler olsa da Ajda'dan en az yirmi yaş küçük biri olarak bu sözlerin iltifat olduğunu ve orta yaşın sonlarında olduğumu gayet iyi biliyorum.
Lakin ruhumdaki uçarı, yerinde duramayan, yirmili yaşlarda takılıp kalmış ikinci  yanıma gem vuramıyorum. Tanıyanlar beni takip ederken bile yorulduklarını söylerler, üşenmem, yorulmam, sıkılmam, yavaş hareket edemem. Günü yoğun bir aktivite ile geçirdiğim için akşama bitkin halde uyur kalırım. Uyandığım an hayat yeniden aynı hızla devam eder benim için. 

Bazen ruhumdaki bu delifişek kız işi abartır çılgınlık yapmaya kalkar. O zamanlar yarım asra gelmiş bedenimden  cılız bir itiraz sesi yükselir ki duyabilene aşk olsun. 
İşte böyle bir durumla karşılaştım üç gün önce;
Koşar adımlarla balkona çıkmaya çalıştım. Balkonun cam kapısının kapalı olduğunu görmedi yaşlı gözler. Bodoslama daldım balkon kapısının camına. Bir gümbürtü koptu ki sormayın. İki yıl önce özene bezene yaptırdığım o güzelim hokka burnum çatır çutur kırıldı iyi mi?
Allahtan evimizde cerrah var. Beyefendi hemen müdahale etti ama sabahın sekizinde bendeki feryat figanı bütün apartman duymuş, belki de evde kavga oluyor diye düşünmüştür. Burnuma tampon takıldı, acısı bir yana ağzımdan nefes alacağım diye helak oldum. Arkadaşlarım ziyaretime geldiğinde geçmiş olsun dedikten sonra ağız birliği etmişçesine; "Artık biraz yavaşlasan" diye uyardılar. Anladım ki adına yaşamak denen bu kısacık yolda yürümeyi biraz abartmış koşar adıma geçmişim. Bugün itibari ile tamponlarım çıktı. Burnum domuz burnundan hallice görünüyor. Beyefendi düzeleceğini söylüyor ama tedirginim açıkçası.
Tedirginliğim burnumun eski halinde olmamasından mı yoksa Ajda Pekkan sendromu yaşayıp yaşlanmayı istemediğimi fark etmemden mi bilemiyorum.

24 Ağustos 2012 Cuma

YUMURTA - YIMIRTA


Sevgili arkadaşım Esen Yumurtaya "Yımırta" der,  onun bu sözüne bayıldığımız için; "kekin içine ne konuluyordu?" diye abuk bir soru sorup yumurta demesini sağlardık. Biz neşe ile gülerken o da alınganlık göstermez, bizimle birlikte gülerdi.
Yumurta hemen herkesin en az bir çeşidini sevdiği bir besin maddesi. Bol miktarda A, B, D, E vitaminlerini ve az miktarda başka harflerden oluşan vitaminleri de içerirmiş. Yani kısaca bütün alfabenin harflerinden oluşan vitaminler varmış içinde diyebiliriz.

Annemin köyüne gittiğimizde rahmetli Güllü ninemizin  bakır tava içerisinde yaptığı tereyağlı yumurtanın tadını hala hatırlarım. Ne yazık ki bu tatta bir yumurtayı hala yemedim.
Sağlık ve Yaşam dergisinde çalışırken öğlen yemeklerimiz için mutfağa girer en pratik yemekleri yapmaya çalışırdık. Sevgili arkadaşım Sibel'in yaptığı patatesli yumurtalar da hatırlanmaya değer.

Dergide çalıştığım dönemlerde katıldığımız bir seminerde yumurtaya eski saygınlığını geri verdi uzmanlar. O zamana kadar kollestrol düşmanı diye gösterilen yumurtaları gönül rahatlığı ile tüketebilirmişiz.  Hele yeni çıkan diyet programlarında günde en az iki adet yumurta yemeleri tavsiye edildi.
Geçen sabah kahvaltı esnasında küçük kızım yumurtaya bakıp fen bilgisi dersinde öğrendiklerine dayanarak "Ya bu bir nevi cenin" deyince iyice midem bulandı ama ses etmedim.

Eskiden yumurtalar bir kaç gün bekletip pişirildiğinde çok pis kokardı. Şimdi artık tavuklara ne yediriyorlarsa yumurtalar ne bozuluyor ne de kokuyor. 
Zaman zaman Üniversite öğrencilerinin elinde ana muhalefet partisi görevine soyunsa da yumurta en çok sucuğun içine yakışıyor diyenlerdenim.
 Yaz günlerinde yumurtalı tabakların bulaşık makinesinde yıkanması esnasında kokularının bardaklara geçmesi sevimsiz bir ayrıntı olsa da yemekten vazgeçmiyoruz. 
Kendi açımdan yumurta ile ilgili en sevdiğim söylem şudur;
"Ey yumurtaya can veren allahım, insanlara akıl fikir ihsan eyle."
Amin...

20 Ağustos 2012 Pazartesi

BAYRAM ÇOCUKLARI VE ŞEKERLEME


Bazen Twitter'da öyle güzel sözler çıkıyor ki "Helal olsun." diyorum.
Şimdi mübarek Ramazan bayramında kapıya gelen çocuklar için şekerler alırız ya, onun için yazmış birisi; "Sahtekar Müslümanın özelliklerinden biridir. Kapıya el öpmeye gelen komşu çocuklarına adi şekerlerden verir, eve gelene çikolata."
Hadi bakalım kimin evinde komşu çocuklarına vermek için ayrı olarak alınan şekerleme kasesi yoktur ki Bayramda?
Eskiden, hatta bazı takipçilerim için milattan önceye tekabül eden yıllarda biz henüz çocukken mahallemizin bir Necmi eniştesi vardı. Beyaz Cadillac arabası, Ayhan Işık bıyıklı, yakışıklı ve sevimli trafik polisi eniştemiz gelecek ve bize bayram harçlığı verecek diye sokakta beklerdik gün boyu. İstanbul'dan geldiğinde yolun başında kornayı öttürür geleceğini fark etmemiş çocuklar varsa haber verirdi. Sokağın başında koşarak karşılardık onu. O da arabasından iner, gülerek  elini uzatır, biz sırayla elini öperken cebinden o zamanın parası için oldukça iyi sayılan bir liraları çıkartır hepimize dağıtırdı. Tek oğlu vardı Necmi eniştenin; Taşkın..

Benden bir yaş küçük uzaktan kuzenimiz babası gibi girişken, sevimli bir çocuktu. Biz kasaba çocuklarına İstanbul'lu polis çocuğu olarak yüksekten bakmaz, geldiğinin ertesi günü bizimle birlikte ağaçlara tırmanır, cimriliği ile ün salmış dedesinin ambarından en güzel ferik elmalarını bizim için çalar, dayağı bile göze alırdı. 
El öpmeye gittiğimiz komşu ve akrabalar şekerin yanında mutlaka harçlık niyetine 25 kuruş veya 50 kuruş verirlerdi. Bazı akrabalar için bayramda çocuklara verilen harçlık bir ritüel gibi olurdu. Mesela Nihal yengemiz bu konuda uzmandı. Asil çerkez olmakla övünen Nihal yenge kolalı mendillerin içine çikolata ve bir lira koyar öğle elimize tutuştururdu Bayram mendillerimizi. O mendiller okul açıldığında çok işimize yarardı. Çünkü Pazartesi günleri öğretmenler mendil ve tırnak kontrolü yaparlar mendili olmayan ve tırnağı uzun olanın eline cetvelle vururlardı. O yüzden Nihal yengenin mendillerine ve harçlıklarına bayılırdık. Ama Nihal yenge ile ilgili bir sıkıntımız da olurdu her zaman. Evi kocaman bir bahçenin içinde dönemin evleriyle mukayese edildiğinde saray gibi gelen çok güzel bir evdi. Evine gittiğimizde oturuşumuza bile dikkat ederdi. Oturduğunda dizlerin birbirinden ayrı duruyorsa kaş göz işareti ile uyarırdı. Odaya kim girerse girsin, kaç kez girerse girsin  kesinlikle ayağa kalkmak gerekiyordu. Bazen kuzenlerimle kızar; "Ne arabın yüzü ne Şamın şekeri" diyerek gitmek istemezdik ama onun mendil içinde verdiği bir lira o kadar cazip gelirdi ki her defasında ayaklarımız oraya götürürdü bizi. 
Ne gariptir ki ev ahalisi zaten akrabalar veriyor diye bayramda fazla harçlık vermezdi. Onlar da bizim haricimizdeki akraba çocuklarına harçlık verirdi. 
Bugün bayramın ikinci günü Twittier'da okumadan önce çikolatamı hazırlamıştım ama burası site içerisinde apartmanlardan oluşan bir yer. Kimse el öpmeye gelmedi. Ben de önce bitterlerden  başladım yemeğe. Sonra; "Sütlü de fena değil, beyazı da denesem mi acaba?" derken kutunun yarısı gitmiş. Ramazanda bir iki kilo vermiştim ya almazsam ayıp olacak. Kendime kıza kıza bir sürü çikolatayı mideye indirdim. 
Bu işin müsebbibi Ramazan boyunca  bütün gün bağıra çağıra oynayan Bayramda ortalıkta görünmeyen sitenin çocuklarıdır. 
Ben masumum.
 

19 Ağustos 2012 Pazar

BİR BAYRAM, HER BAYRAM


25 yıl önceydi. Aylardan Haziran.
Ramazan'ın son iftarını yapmıştık. Ablamla eniştem Bayram için arife gününden Amasya'dan gelmişti. 
Güzel bir yaz akşamında abim, yengem, ablam, eniştem, annem, babaannem ve ben evimizin bahçesinde oturuyoruz. Ilık bir yaz akşamı, mevsimin ilk kirazlarını yiyoruz serin serin ki bahçe kapısında babam göründü. Eniştemin verdiği iftar yemeğine davetliydi. Bizi toplu halde görünce yüzü aydınlandı. Hele sabahleyin bahçeden topladığı kirazları önümüzde görünce daha da mutlu oldu. Kimseyi rahatsız etmemek için yanımızda oyalanmadan hemen odasına geçti. Hatırladığım en sakin günlerimizden birini  yaşıyorduk. Mutluyduk, bir arada olmanın verdiği bir mutluluktu bu. Annemin gözlerinin içi gülüyordu. Büyük kızı ve oğlu iyi bir evlilik yapmış, küçük kızı; yani ben de iyi bir işte çalışıyordum. İnsan daha başka ne isteyebilirdi ki?

Aradan yarım saat geçti geçmedi babam odasından çıktı ter içinde. 
"Nefes alamıyorum." diyor, kesik kesik soluk alıyordu. Ağabeyim ve eniştem hemen babamı hastaneye götürmek istediler. Sapanca küçük bir yer, hele o yıllarda tam teşekküllü bir hastane yok. Sakarya'ya götürmek lazım. Yol Yaklaşık yarım saat.
Biz dört kadın arkalarından bakakaldık.
Bekledik dönecekler diye.
Bir kaç saat sonra eniştem ve ağabeyim döndüler babamsız. Babam hastanenin kapısında 55 yaşında kalp krizinden vefat etmişti.

Ertesi sabah bazı evlerde bayramlaşma yapılırken bizim evimizden babamın cenazesi çıkıyordu. Annemin Bayram için yaptığı baklavaların ne tadı kalmıştı ne anlamı. 
..
Birileri ağladı, birileri üzüldü, ama biz üç kardeş ne hissettiğimizi bilemeden öğlece bakakaldık babamın ardından. Babam evli olmanın, baba olmanın ne olduğunu anlayamadan yaşamış, biz baba duygusunu bilememiştik. Tam durulup birbirimizi keşfedeceğimiz zaman yorgun kalbi müsaade etmemişti baba- evlat ilişkisini yaşamamıza.
..
Şimdi ne zaman Ramazan Bayramı olsa dilimin ucunda acı bir tat ile sevgimizi belli edemediğimiz babamı hatırlarım.
Bugün bayram; Birilerinin evinde hüzün vardır kim bilir belki de.
Hüzünlü Bayramların hayatınızı etkilememesi dileği ile, iyi Bayramlar diliyorum.

17 Ağustos 2012 Cuma

Vazgeçilmez Lezzet Çorba


ben çorba severim

Kim acıktığı zaman dumanı üzerinde tüten bir tas çorbaya hayır diyebilir ki? Üşüyünce, geniş sofralarda buluşunca, hafif bir şeyler yemek isteyince, hastalanınca yardımımıza koşan çorba, Türk mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden biri. Üstelik, hafif ve doyurucu yapısı sayesinde üç öğünde de zengin çeşitleriyle sofralarda yerini alıyor.

Çorba kelimesinin kökeninin ise Farsça "tuzlu haşlama" anlamında kullanılan "shorba"dan geldiğini biliyor muydunuz?

İyi beslenme anlamına gelen Sû ve Pô kelimelerinden türeyen çorba kelimesinin kökeni Sanskritçe'ye kadar dayanıyor.

Çorba: 10 bin yıldır tüketilen bir besin!

Yaklaşık 10 bin yıl öncesinde bile çorba hazırlandığını ve içildiğini gösteren kayıtlar mevcut. Et ve sebzeyle birlikte pişirildiğinde, malzemelerinin sahip olduğu besin değerlerinin bütünlüğünü taşıyan çorba, o tarihlerden günümüze kadar sofraların en değerli besinlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Türk Mutfağı'nın da yıldızı

Dünyanın sayılı mutfaklarından birine sahip Türkiye ise çok zengin bir çorba kültürüne sahip... Mutfaklardaki altın standardın temsilcisi ev yapımı çorbaların yanında, klasik ve yöresel pek çok çeşidiyle hazır çorbalar tüketicilere mutfakta saatler harcatmadan, ailelerinin seveceği lezzetli ve değişik tarifler sunuyor.

Hazır çorbalar, her geçen gün tüketicilerden gelen talepler doğrultusunda geliştirilirken, geniş ürün yelpazesiyle tüketicilerin hijyenik koşullarda taze ve kaliteli malzemeler kullanılarak hazırlanan birbirinden farklı lezzetleri güvenle tüketmelerini sağlıyor.

Tarhanaya Dünyanın İlk Hazır Çorbası demek mübalağa sayılmaz…

Çorbayı oluşturan malzemelerin başında gelen yoğurdun çorba kültürüne kattığı en büyük eser, kuşkusuz tarhanadır. Bir zamanlar göçebe atalarımızın hazır yemeği olan tarhana, hala her zaman ve her yerde çabucak lezzetli bir yiyeceğe dönüşebilecek, taşınması ve saklanması en kolay ve muhteşem üründür.

Tıpkı tarhana gibi, hazır çorbalar da mevsiminde toplanan ve özenle seçilen sebze ve baharatların yüzyıllardır uygulanan, tamamıyla doğal bir koruma yöntemi olan kurutma işlemine tabi tutulması ve harmanlanmasıyla üretiliyor.

Yazın da çorba içilir

Çorba denilince çoğumuzun aklına dumanı tüten sıcacık bir tabak gelse de, Anadolu ve Türk mutfak kültüründe soğuk çorbaların da ayrı bir yeri vardır. Özellikle soğuk ayran kullanılarak
yapılan çorbalar, serinletici özellikleriyle yaz günlerinin hafif ama keyifli yiyeceklerine dönüşüyor. Bu tür çorbaların en başında Sivas'ta yapılan bulgurlu pazılı soğuk çorba ile buğday ve ayranla yapılan soğuk çorba yani ayran aşı çorbası geliyor. Sivas'ta pazı katılan soğuk çorbanın diğer bölgelerdeki yöresel çeşitlerine sarımsak ve nane gibi baharatlar eşlik ederken, kimi bölgelerde ise salatalık gibi yaz sebzeleri eklenebiliyor.

Siz de bir çorba severseniz lezzet dolu çorba dünyasını keşfetmek için www.bencorbaseverim.com adresini ziyaret edin…

Bir bumads advertorial içeriğidir.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

HER ŞEYE RAĞMEN


Yazılarını takip ettiğim bazı arkadaşlar son günlerdeki terör olaylarından, ölümlerden, can sıkıcı durumlardan dolayı yazmaya heveslerinin kalmadığını, bu kadar olumsuz ortamda yazmanın içlerine sinmediğini söylüyorlar ve yazılarına ara vermek istiyorlar.
Onların bu düşüncelerine  saygı duysam da fikirlerine katılmadığımı söylemek istiyorum. Bu ortamı yaratanların asıl hedeflerinin insanları ürkütmek, sindirmek olduğunu ve pes etmemiz, hayattan beklentimizin kalmadığını hissetmemiz halinde,  bu ortamı hazırlayanlara hizmet etmiş olacağımızı düşündüğümden yazılarıma devam etmek, hatta neşeli şeyler yazmak istiyorum.

Babam öldüğünde 24 yaşındaydım. Böyle bir ramazan ayının son gününde ani bir kalp krizinde vefat etmişti. Henüz 55 yaşındaydı. Yatmadı, uzun bir hastalık evresi geçirerek bizi ölümüne alıştırmadı. Yine de ölümünün yedinci gecesi akrabalarımızdan birinin gayri ihtiyari yaptığı komik bir hareket evdeki herkesi kahkaha ile güldürmüştü. O gün anladım ki ne kadar acı çekersek çekelim, ne kadar kasvetli bir ortamda olursak olalım, gülmek, umut etmek, neşelenmek de hayatın bir parçası. Nefes almak, yemek yemek gibi gülmeye, mutlu olmaya ihtiyacımız ver. Hatta üzgün olduğumuz zamanlarda gülmeye daha da çok ihtiyacımız var.
Normal şartlarda biz gülerken dünyada bir dakika içerisinde;
10 kişi açlıktan ölüyor.
15 çocuk sakat dünyaya geliyor
9 kişiye AIDS virüsü bulaşıyor.
1 kadın doğum sırasında hayatını kaybediyor.
107 insan hayatını kaybediyor.
40 kadın sağlıksız ortamlarda kürtaj oluyor.
360 yere yıldırım çarpıyor.
Sadece bir dakika içerisinde dünyada bunlar oluyor. 
Ama hayat bir şekilde devam ediyor. 
Müsaadenizle ben neşeli yazılar yazmaya devam edeceğim. 
Yaşadığımız bütün kötülüklere inat.

9 Ağustos 2012 Perşembe

ÇİN'İN GARİP İDAM KARARLARI


Dünyada en çok idam kararı alan ülkenin Çin olduğunu biliyor muydunuz? 55 ayrı suçtan idam kararı alan ülkede neredeyse her şey idam için bahane gibi. Adamlar o kadar kalabalıklar ki nüfusu bir şekilde azaltmak lazım değil mi?
İdam kararı almanın gerekçeleri de o kadar ilginç ki Çin de yaşamadığımıza şükretmek lazım.
Çinli İş kadını Wu Ying 25 yaşında Çin'in en zengin kadını unvanını almış. 30 yaşındayken işleri bozulunca devletten daha düşük faizle özel yatırımcıdan( yani tefeciden) borç almış ve geri ödeyememiş diye dolandırıcılık suçuyla idama mahkum edilmiş.
Çin'in Yunan bölgesinden çocuk kaçırıp zengin ailelere satan bir şebekenin lideri idama mahkum edilmiş.

Çin eski Başbakan yardımcısı rüşvet almak suçundan idama mahkum edilmiş.
Sütün içinden çıkan melamin maddesinden dolayı 6 çocuğun ölümüne ve bir çok çocuğun hastalanmasına neden olduğu gerekçesi ile sorumlular idama mahkum edilmiş.
Bu arada dünyanın en ilginç talk show'u olarak gösterilen bir programda Çin'de idam edilecek mahkumlarla  söyleşi yapılıyor. Şimdiye kadar iki üç saat sonra ölecek elleri ayakları zincirli 226 mahkumla söyleşi yapılmış. Her Cumartesi hazırlanan bu programı 40 milyon Çinli izliyormuş. Mahkumların son olarak aileleriyle görüşmeleri bile yasak olduğundan ölmek üzere olan mahkumlar bu programa çıkıp aileleri ile bir çeşit vedalaşma ve kendilerini ifade edebilme şansına sahip oluyorlarmış. Artık buna nasıl şans denebilirse.
Son  yıllarda kapkaç olayları arttığı için kapkaça da ölüm cezası uygulanmaya başlamış.

Yılda ortalama 8 bin kişinin idam edildiği Çin'de İdam enseye kurşun sıkılarak veya zehirli iğne enjekte edilerek  uygulanıyormuş.
Bu kadar bilgiden sonra biraz da tebessüm edelim bari:
Bizim Temel İhtilal zamanı  Fransa'da bir fransız, bir İngiliz'le  birlikte olaylara karışmış ve ölüme mahkum edilmiş.  Fransız, İngiliz ve Temel meydandaki kalabalığın karşısında infaz edilecekler. 
Cellat ilk  önce Fransız'a sormuş; "Yakılarak mı, asılarak mı yoksa giyotinle mi ölmek istersin?
Fransız boynunu bükerek; "Çabucak ölmek istiyorum Giyotin olsun."
Kafasını sokmuşlar, cellat ipi çekmiş. O da ne! bıçak tutukluk yapmış ve mahkumun tam başının dibinde kalmış. Halk hemen müdahale etmiş;
 "Bir insan iki kez infaz edilemez canını bağışlayın." 
Mecburen Fransızın canı bağışlanmış.
İngiliz de giyotin ile ölmek istediğini söylemiş. Cellat ipi çekmiş ama giyotin yine tutukluk yapıp adamın kafasının dibinde kalmış.
Halktan yine itiraz; "Bir insan iki kez infaz edilemez, canını bağışlayın."
Mecburen canı bağışlanmış.
Sıra bizim Temele gelmiş. Cellat sormuş; "Yakılar mı, asılarak mı, giyotinle mi ölmek istersin?"
Temel biraz düşündükten sonra cevap vermiş;
"Yanarak acı verir, giyotin de bozuk zaten siz en iyisi asın beni..."


5 Ağustos 2012 Pazar

VOYNİCH YAZMALARI


Bu kız beni öldürecek!
Kendi halimde yazılar yazıyorum, keyif alıyorum ya habire garip bir konu bularak merakımı tetikleyip geri çekiliyor. 
Evet büyük kızımdan bahsediyorum. Beni tanıdığından tam bam telime dokunuyor.
Ben bunlarla uğraşırken en basit konuları, mikserin adını, tanıdığım birinin ismini unutuyorum ama ne kadar gereksiz konu ve bana faydası olmayacak ne kadar bilgi varsa kafamın içinde dans ediyor.
"Voynich Yazmalarını yazsana." dedi.

1450 ve 1540 yılları arasında yazıldığı tahmin edilen 240 sayfalık bir kitapmış Voynich Yazmaları.
Bilinmeyen bir yazıyla yazılmış anlamı çözülmeyen bir kitapmış. 1912 yılında Roma yakınlarında  Voynich isimli bir sahafın eline geçtiği için onun adıyla anılır olmuş. 
Peki bu yazmaların özelliği ne?
Uzun yıllar dil bilimciler, tarihçiler, kriptologlar tarafından incelenmesine rağmen bu güne kadar çözülememiş bir kitap olarak gizemini korumakta. 
Yale üniversitesinin kütüphanesinde bulunan kitap hakkında bir sürü araştırma yapılmış, yazılan yazıların şifreleme tarzında yazılmadığı, belli bir düzende bilinmeyen bir dille yazıldığı tespit edilmiş.

Kitap bir kaç bölümden oluşuyormuş. İlk bölümde bitki resimleri ve altında yazılar bulunuyor. Başka bir bölümde Astrolojik ve Astronomik şekiller ve yine yazılar. Diğer bir bölümde çıplak olarak tasvir edilmiş kadın resimleri, damarlar, kollar ve garip hayvan şekilleri içermekteymiş. Son bölümde ise kısa kısa metinler yel almaktaymış. 

Bu kitabı ve yazıları kim yazmış, neden yazmış, kimlerin okuması için bırakmış belli değil. 
Şimdi diyeceksiniz ki bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkartamamış. 100 yıldır dilbilimciler bu  kitap üzerinde çalıştıklarına göre vardır elbet bir bildikleri. 
Meraklılar kitabın tamamını Yale üniversitesinin http://beinecke.library.yale.edu/...rary/voynich.html sitesinden inceleyebilirsiniz.






KUYRUKTA BEKLEMEK BİZİ BOZAR


Yeşilköy sahilinde yürüyüş yapmadan önce Yeşilköy Roma Dondurtmacısından dondurma alalım istedik. Zaten arabamıza park yerini zor bulmuşken bir de dondurmacının önünde uzun bir kuyruk görünce Beyefendi; "Ben bu kuyruğa girmem." dedi. Boynumu bükerek dönüşte şansımızı denemek üzere sahile indik.
2000 yılında Marmara üniversitesinde yüksek lisans yapan bir öğrenci kuyruk teorisi konusunda tez hazırlamış. Bir de şema halinde gelen müşteriler, kuyruk ve sistem uzunluğu gibi isimler, kısaltmalarla uzun uzadıya anlatmış konuyu. Yani kuruk deyip geçmeyin teorisi bile yapılmış.
Kuyrukta sıra beklemeyi sevmeyen bir toplumuz. 
Kuyruk sırasında her an bir arıza çıkarmaya eğilimliyiz. Kuyruklarımız komiktir, gariptir, yok artık dedirtecek cinstendir. Sanıyorum dünyanın hiç bir yerinde geline takı takma kuyruğu yoktur. Kimse yerinde oturup sırası geldiğinde gidip takısını takmaz orada gereksiz yere bekler.

İnsanlar en havalı kuyrukta beklemenin ATM kuyrukları olduğunu söylüyor. Bir de konser, tiyatro gibi sanatsal etkinliklerin olduğu kuyruklar çekilir kabul ediliyor. 
Kuyruklarda en rahatsız edici durum siz uzun uzun beklerken birileri, artık kimin tanıdığı ise birden aradan sıvışıp içeriye giriyor ya bu ortamın gerilmesine neden oluyor. 
Amerika'da bir şirket sıra beklemeyi sevmeyenler için hizmet sunuyormuş. Sizin yerinize sıra bekleyen kişi sıranın sonlarına doğru size telefon açarak gelmenizi istiyormuş. Bu bilgiyi dünyanın en tuhaf servisleri sitesinden aldım ama bu konu bize hiç de yabancı değil. Kapıcısını, çalışanını, oğlunu, kızını sırada bırakıp sıra kendisine gelince dönen bir sürü insan var zaten bizde. Üstelik bu iş için para da ödemiyorlar. 

Hatta bizde yer kapma diye bir terim var. Buna en son kızımın diploma töreni sırasında şahit oldum. Velilerin izleyeceği koltuklardan öndeki sıralarda bir iki kişi oturmuş, diğer sandalyelere kazak, çanta gibi şeyler koymuşlar. Bu ne diye sorunca annem gelecek, arkadaşlara ayırdım gibi cevaplar aldım. itiraz etsem neşem kaçacak, boş verdim. 
Gazeteleri açın bakın mutlaka sıra yüzünden kavgalara, hatta cinayete bile rastlayabilirsiniz.
Elif Şafak Semspare isimli kitabında İngilizlerin kuyruklarda sabırlı olduklarını bağırıp çağırmadan sıralarını beklediklerini yazıyor. Bir teoriye göre kuyrukta sabırla beklemelerini İkinci Dünya Savaşı sırasında açlık, kıtlık ve zorluklar içerisinde dayanışmayı ve sabrı öğrendiklerinden bahsediyor. Sonra da özeleştiri yapıyor; Türkiye de yağ, şeker, ekmek kıtlığına tanık oldu, zorlukların en büyüklerini yaşadı. Öğleyse neden bekleme alışkanlığı edinemedi?

3 Ağustos 2012 Cuma

SEN Kİ ESKİ TELEFONUN ÇALIŞIRKEN YENİSİNİ ALIRSIN...


Kapağı açıldığında konuşabileceğim, kapak kapanınca görüşmenin sona erdiği bir telefonum vardı. Mesajlaşacağım zaman yazıları okumakta güçlük çekiyordum, ekran minicikti ama gözlüğümü taktığımda idare ediyordu.
Doğum günümde ne hediye alalım dediklerinde telefonumu değiştirmek istediğimi söyledim. Bunu eski telefonumun yanında söylemiş olmalıyım, beddua etti bizim emektar.
Teknosa'ya gittik, telefonların bulunduğu stantta şöyle yaklaşık iki üç dakika durdum ve; "Bunu istiyorum." dedim. Markasının kızlarımla aynı olması, onlarla bedava mesajlaşacağım anlamına geleceği için, üstelik kocaman bir ekranı olduğundan gözüme çok sevimli göründü.
Eve geldik kızlar hemen orasını burasını karıştırarak, "Eplikeyşın, what's up" dibi anlamadığım terimler kullandılar. Bir yerlere telefonlar edildi, bir şeyler kuruldu, sanırsınız benim telefon Nasa ile bağlantı yapacak. Ben aval aval bakarken bu halimi ölümsüzleştirerek ilk resimlerini de çektiler yeni  telefonumla.
Resim kalitesi de iyiymiş diyor bir, diğeri benimki daha güzel diyor. 
Hayırlısı ile elime aldım telefonu. Yeni telefonlar uzun uzun incelenmediği ve bir yerleri kurcalanmadığı taktirde öğrenilmiyormuş bunu anladım. Demek ki yeni jenerasyonun ellerindeki telefonla neden çok oynadığı çıktı meydana.
Mail adresime gelen bütün mesajlar, sosyal paylaşım sitelerindeki hesaplarıma gelen mesajlar telefonuma gelmeye başlayınca uyarıyor. Bu sefer facebook arkadaşlarımdan biri bunalmış saçma bir şey paylaşmış anında telefonuma mesaj olarak geliyor, bankaların kampanyaları, gezi sitelerinin reklamları, twetter'da olan her şey telefonumda. 
Oooo! 
Böyle giderse kafayı yiyeceğim. Bu sefer de her bip sesine telefona bakıyorum görgüsüzler gibi.
Ben bu kadarını beklemiyordum. Telefonum iyi resimler çeksin, görüşmelerimi rahat yapayım, mesajları gözlüksüz görebileyim derken teknolojinin çarkları arasında kıyma olmak üzereyim.
Mesajlarımın bir kısmını spam olarak işaretleyip gelmelerini engelledim. Telefondan gelen her "bip" sesine itibar etmiyorum, lazım olmadıkça karıştırmıyorum. Bırakayım benim telefon da biraz gizemli kalsın. Her şeyini öğreneceğim de ne olacak.
Ama telefonu kulağıma götürdüğümde megafonun açılmasını, yanlışlıkla ses düğmesini kapamayı, uzun bir zamandır emektar telefonumda Yann Tiersen'in zil sesine alıştığımdan yeni telefonum çaldığında hiç üzerime alınmadığım konularını nasıl halledeceğimi bilemiyorum doğrusu.
Eski telefonum dolabın çekmecesinde  garip duruyor. 
Çekmeceyi açtığımda mahçup mahçup gözlerimi kaçırıyorum.
Ayıp ettim galiba, utanıyorum...

EFLAK VE BOĞDAN NEREDEDİR?


Her şey gecenin üçünde sahur yemeği sırasında gerçekleşti.
Sahur yemeğinin çay, domates, peynir, salatalık, dolma, kavun gibi absürt karışımına bakan beyefendinin ağzından birdenbire "Eflak ve Boğdan'ı biliyor musun?" diye bir söz çıktı.
Burasını Osmanlı döneminde birileri almış, birileri vermişti ama tam olarak dünyanın neresinde olduğunu çıkartamadım. Cevap vereceğime ağzımdaki kavunu ağır ağır çiğneyerek zaman kazanmaya çalıştım. Ama beyefendi yemedi. Dikmiş gözlerini sorunun cevabını bekliyor. 
Olmayacak zamanlarda garip şeyler sorduğunu bildiğimden hazırlıklı olmam lazım ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. İftar sonrası Yeşilköy sahilinde dolaşırken yine garip bir soru sormuş pat diye cevap vermiştim. Allahtan fazla uzatmamış; "Hadi içinde 'pat' geçen kelimeler kuralım." dememişti; ki bunu demişliği de vardır.
Eflak Romanya'da, Boğdan ise Moldovya'da bir yer.
Osmanlı döneminde bolca el değiştirmiş. Fatihİn seferleri sırasında  Osmanlının eline geçmiş, ama Eflak beyliği düşman devletleriyle bir olup her defasında Osmanlıya baş kaldırmış. Uzun yıllar alınıp verilmiş. Eflak ve Boğdan aynı yerler olarak düşünülüyor. Tıpkı  çatal -kaşık, sürahi- bardak , yorgan -yastık, gibi birbirini tamamlamış iki ayrı bölge ama hep birmiş gibi görünmüş.
Meğerse yine hepimizin bildiği kazıklı Voyvoda bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından Eflak beyliğine getirilmiş. Ama Osmanlı elçilerini kazığa oturtunca Fatih bir sefer daha yaparak Eflak'ı tekrar ele geçirmiş ve Voyvoda'yı esir almış.
Nereden çıktı bu konu şimdi diye laf etmeyin. Gecenin bir yarısı bu sorulara maruz kalınca uyku tutmadı ben de "Bir bakayım neresiymiş bu mendebur yer." diye merak ettim. 
Bilenler bilgilerini tazalediler, bilmeyenler de öğrenmiş oldu fena mı yani.
Bakarsınız bir muhabbet sırasında konusu olur Fransız kalmamış olursunuz.