23 Haziran 2014 Pazartesi

MR



Uzun zamandır pek çok kadında olduğu gibi ben de baş ağrılarımdan şikayetçiyim. Annemin vefatının verdiği sıkıntıyla birlikte bu ağrılarım dayanılmaz bir hal alınca doktora gitmek şart oldu. 
En iyi okul, en yakındaki okul mantığı ile yola çıkarak en yakındaki özel hastanelerden birinin Nöroloji kliniğinden randevu aldım. 
Nöroloji uzmanı olan doktorum kibar biri. Sorular soruyor cevaplıyorum ama o kadar yavaş konuşuyor ki anlamak için soruları tekrarlamasını istiyorum. Aramızdaki tekrarlar esnasında bir baktım ki doktor da bana her şeyi tekrar tekrar  soruyor. 

Benim gibi duymakta mı zorlanıyor yoksa dinlemiyor mu diyerek işkilleniyorum. Az duyan insanlar yüksek sesle konuşma eğiliminde oluyor, oysa doktor çok yavaş konuşuyor. Belli ki beni dinlemeyip tekrar soruyor.
Hafiften sinirlenmişim ama sakinliğimi bozmadan; "Neden aynı soruları tekrar soruyorsunuz?" diyorum. Doktor gülerek soruların muayenenin bir parçası olduğunu söylüyor. Rahatlayayım mı bozulayım mı bilemiyorum. Bu yaşta Alzheimer hastası olma ihtimalim var mı ki?

Sonunda doktor boyun ve beyin Emarı çektirmemi ve kan tahlilleri istiyor. 
MR cihazı gerçekten can sıkıcı bir alet. Sedye gibi bir yatağa yatıyorsunuz ve üzerinizde kocaman bir kapak duruyor. Kıpırdamamak için başınızı bir aparatla sabitliyorlar. Bir hamle yapıp da gözünüzü yukarıya kaldırdıysanız yaklaşık 25 santim tepenizde kocaman bir cihaz duruyor. Akla ilk gelen Tabut, mezarlık, toprak altında kalma, sıkışma, boğulma...
Görevli izah ediyor; "Makine sesle çalışır merak etmeyin ve sakın kımıldamayın. Bir şey olursa şu butona basabilirsiniz. 20 dakika sonra geleceğim."
Benim gibi hiperaktif ve sıkıntılı biri 20 dakika kıpırdamadan ve üzerinde yüzlerce kiloluk bir makine olan yerde nasıl durur?
Sen misin nasıl dururum diyen? 

Makine çalışmaya başladı. Hiç mübalağa etmiyorum; Önce bir araba motoru sesi, ardından yangın sireni, beton delme makinesi, vuvuzela sesi, eksozu patlamış araba sesi, kapıyı yumruklayan birinin gürültüsü...
20 dakika boyunca bu saydığım ve tarifini yapamayacağım bir sürü ses dönüşümlü olarak beynimin içinde çaldı durdu. Muayene esnasında kulaklarımda sürekli bir çınlama olduğunu söylemiştim, söylemez olaydım. Çınlamaya razı oldum. Bir yıldır beni rahatsız eden o yaramaz çınlama da sanırım dersini almış oldu. 
Yeter artık! diyerek bağırıp butona basacağım sırada sesler aniden kesildi. Üzerimdeki kapak arkaya doğru gitti. 
"Geçmiş olsun Selma hanım."
Geçti mi gerçekten. Sedyeden sarhoş gibi kalktım. Artık kızlarımın gürültülerine kızmayacağım. Klakson sesinden ve bilumum sesten rahatsız olmayacağım. Meğer beterin de beteri varmış.

...
Sonuç ne mi oldu?
Boynumda iki tane fıtık ve kireçlenme, kolesterol doktorun değimi ile kanatlanmış uçuyor.
Buna da şükür...



16 Haziran 2014 Pazartesi

SABAHA KADAR UYUYEMEDİM...


Yazı yazmayı sevenler, yazısız bir hayatı düşünemeyenler ne zaman yazacak bir şey bulamazlar?
Hastalık, can sıkıntısı, yoğunluk, üşengeçlik, erteleme...
Bazen kelimeler boşalır beynimizin içinde. Ne yazacağımızı nasıl yazacağımızı bile bilemeyiz.   Ağır bir sis bulutu gibi çöker sol kulağımızın dibinden sinsi bir ağrı  yayılır  bütün sinir uçlarımıza.
Kelimelerimizi kaybederiz önce, sonra göz yaşlarımızı. 
Yaşımız ne olursa olsun dünyanın en güzel kokusundan mahrum olmanın verdiği bir boşluk ve o dayanılmaz  sızı...
Babalar gününe haftalar kala  yıllarca babalık görevi yapan annemizi kaybederiz.
Göz yaşlarımız biter.. 
Kelimeler kifayetsiz kalır, uykular bölünmüş.
Başımız ağırır, ağırır...
...
Canım annem;" Sabaha kadar uyuyemedim" derdin ya!
Umarım gerçek dünyada en huzurlu uykuların sahibi olursun.
Nurlar içerisinde yat...