26 Kasım 2012 Pazartesi

KAMERALARIN BÜYÜSÜ



Televizyonda haberleri izliyorum. Kumkapı sahilinde sokakta kalan mültecilerin yaşadığı zorluğu anlatıyor spiker. Spikerin tek elinde şemsiye var yağmurdan korunmak için, diğer elinde mikrofon. Ağladı ağlayacak bir ses tonuyla kış günü çoluk çocuk bir sürü mültecinin dışarıda kaldığını, yardımsever bir adamın onları mİnİbüse aldığını anlatıyor.
Buraya kadar her şey tam anlattığı gibi giderken kamera spikerden uzaklaşıp minibüsün içindeki kalabalığa yöneldiğinde garip bir durum göze çarpıyor. Balık istifi gibi oturan çoluk çOcuk, kadın kameraya gülerek bakıyorlar. Hatta bir iki tanesi çekingen bir el sallama işareti bile yapıyor. Gören de Türkiye'ye turistlik gezi yaparken Sultanahmet Camiinin önünde kameralara rastlamış turist kafilesi diye düşünecek. 

Belki de birazdan minibüsün sahibi artık evime gideceğim çıkın arabamdan diyecek ve sokakta kalacaklar ama gülüyorlar.
Kameralara olan bu merakımız nasıl bir psikolojidir ki her durumda ilgimizi çekebiliyor.
Bir kaç ay önce genç bir çocuğun televizyona konu olan ölümünde cenazesi gösterilmişti. Cenaze namazı için saf tutmuşlar, hoca dua okuyor. Bir çok adam yan gözle kameraları süzmekte. Önlerinde gencecik bir çocuk pisi pisine ölmüş be adam. Orada ne göreceksin, ya da kime görüneceksin?
Televizyonda dizi film çeken ünlü bir yıldız sevgilisi ile bir mekandan çıkmış. Kameraları fark eden dilenci üzerlerine atlıyor;" Para ver bana" diye. Kameralardan utanıp belki yüklüce bahşiş alırım düşüncesinde. 
Merak ediyorum; yerini nasıl bir şey aldığında kameralara olan ilgi azalacak?



25 Kasım 2012 Pazar

AKVARYUM


Sapanca dönüşü Florya'da açılan Akvaryum'a gitmeye karar verdik. Balıkçı tezgahlarında gördüklerim, denizde yüzerken ayaklarımın dibindeki bir iki küçük balık haricinde gördüğüm balıklar sadece televizyondakilerdi. Yani öyle farklı balık türleri bilmem. Çinakop hangisidir, Levrek nasıldır ayırt edemem. Laz olan tarafım Hamsiden hoşlanır, Çerkez olan yanım Palamuttan. İkisinin karışımı olan tarafım ise balıktan pek hoşlanmaz, evde kokusunu sevmez. Yani denizden babam çıksa yerim diyenlerden değilim.
Florya'da sahilden giderken Atatürk Deniz Köşküne gelmeden yeni yapılan AVM'nin bitişiğinde kurulmuş. Geçen yaz İstanbul'un pek çok yerinde reklamları vardı."Köpek balığına şöyle bir baktım, kaçtı gitti." diye. Bizdeki reklamlar da böyle oluyor maalesef.
Her neyse; Bilet fiyatları hiç de makul değil. Öğretmen ve öğrencilere 20, diğer ölümlülere 27 lira. Beyefendi  öğretmen kimliğinden yararlandı, benim için 27 lira ödedi. Elimizde biletlerimiz daldık içeriye. Köpek balığı ile savaşacağız.
Karadenizden başlayıp okyanuslara kadar bütün denizlerin balıkları irili ufaklı pek çok akvaryumda sergileniyor. Akvaryum deyince aklınıza bildiğimiz akvaryumlar gelmesin. Başınızı kaldırıyorsunuz, tavan cam kaplanmış, içinde balıklar yüzüyor. Bastığınız yer camdan yapılmış ayaklarınızın altından balıklar geçiyor. Yürüdüğünüz koridorda bir duvar boydan boya akvaryum haline getirilmiş rengarenk irili ufaklı balıklarla dolu. Bazı duvarların hemen önüne banklar koymuşlar, oturup seyrediyorsunuz. Balıkların bir kısmı size hiç itibar etmezken, bir kısmı merakla cama yapışıyor. Başka bir koridorda farklı akvaryumlarda deniz yıldızları, deniz kestaneleri ve rengarenk deniz canlıları.
Göz alıcı renklerdeki balıkların bulunduğu camın önünde oturup seyrettik biraz. Birden tanıdık bir yüz dikkatimi çekti. Turuncu- mavi rengi, patlak gözleri ile palyaço balığı. Yani "Kayıp Balık Nemo" kayaların arasından cam kenarına doğru süzüldü.
" Babanı bulamadın mı hala?" diye sordum. Cevap yerine kuyruğunu çevirip gitti.
Başka bir bölümde tahtaların arasında gövdesi sıkışmış büyük bir balık vardı. Kımıldayamıyor öylece yatıyordu. Kendini oradan kurtarır diye biraz bekledik ama zor kımıldıyor. "Acaba görevlilere haber versek mi" diye düşünürken yan tarafta ingilizce ve türkçe olarak yazılmış yazı dikkatimizi çekti.
"Merak etmeyin bu balık kayaların arasına sıkışarak durmaktan hoşlanıyor."
Biz gezerken sık sık "flaşlı çekim yapmayın" diye anonslar yapılıyordu. Herhalde flaş ışıkları balıkları etkiliyor olmalı.
Orada kaldığımız iki saate yakın süre boyunca büyük balık küçük balığı yemedi, çok fazla olmalarına rağmen hiç bir balık bir başka balıkla dövüşmedi. Balıklar kadar olamadığımıza üzüldüm.
Çıkışta  içinde balık objelerinin satıldığı hediyelik eşya mağazasına giriyorsunuz. Çocuğunuz varsa buradan mutlaka bir şeyler isteyecektir tabi. İyi düşünülmüş bir pazarlama doğrusu.
Dört kişilik bir aile buraya gelirse giriş ücreti, çıkışta anahtarlık maskot, magnet, kupa tarzı bir şeyler alsa, AVM'de bir şeyler yemek istese bir aylık asgari ücretin yarısı gitti demektir. Bu arada anne vitrinde gördüğü bir kıyafeti almayı düşünmesin bile...
Bir daha gitmek ister miyim? Hayır..
Fakat çocukların farklı balıkları görmesi açısından okullarda böyle geziler düzenlemeleri gerektiği kanısındayım. 
Not: Ortam karanlık, flaşsız çekim olunca diğer çektiklerim aydınlık çıkmamış, o yüzden diğer resimleri paylaşamıyorum.):
























20 Kasım 2012 Salı

EV KADINININ MURPHY KANUNLARI


Taşmasın diye başında beklediğiniz yemek, tam gözünüzü ondan kaçırdığınız anda taşar.
Temizlik gününün ertesinde ev pırıl pırılken kimse gelmez. Ne zaman ev dağınık ve pis ise en dedikoducu komşunuz kapınızı çalar.
Öğleden önce geleceğini söyleyen kuryeyi akşama kadar beklersiniz, artık gelmez dediğiniz ve 10 dakikalığına dışarıya çıktığınız zamanda gelir, sizi evde bulamaz.

Evinizdeki elektrikli aletler sözleşmişçesine aynı zamanlarda bozulur.
Misafirin gelmesine yakın fırına börek koyacaksınız, tam da o anda elektrikler gider.
Önemli bir misafir ağırlayacaksınız; Her zaman güzel yaptığınız pilav ya lapa olur, ya da tuz koymayı unutursunuz.
Evinizdeki su borusunun patlaması için sizin tatilde olmanız gerekir. Dönüşte sadece evinizdeki sularla değil, alt komşunun akan tavanı ile de uğraşmak zorunda kalırsınız.

Çocuğunuzun ateşinin çıkması için gece yarısı ideal bir zamandır. 
Acil bir işiniz var, apartmandaki velet asansördeki bütün düğmelere basmıştır. Siz aşağıya inene kadar bütün katlarda durursunuz.
Eliniz kolunuz dolu marketten geliyorsunuz. Asansörün kapısında bakıma girdiği yazar. 7 kat merdiven çıkarsınız.
Camlarınızı sildiğiniz gün yağmur yağar.
Çocuklarınızın veli toplantıları aynı gün ve saate denk gelir.
Ortalarda gözünüze çarpan bozuk paralar sucuya vermek için arandığında kaybolur. 25 kuruş eksiğiniz mutlaka çıkar.
Ev telefonuyla konuştuğunuz anda cep telefonunuz ısrarla çalar.
...

10 Kasım 2012 Cumartesi

KASIM'DA KASIMPATI


2010 yılında en sevdiğim büyük kızım; ( Bunu söylediğim zaman zaten başka büyük kızın yok ki diyor. O da bana en sevdiğim annem dediği için misilleme yapıyorum.) "Neden blog yazmıyorsun?" demişti. O günden beri heyecanla, zevkle, keyifle yazıyorum.
Blogumun adını çok sevdiğim Kasımpatı çiçeklerinden esinlenerek "Kasımpatı Günceleri" koymuştum. İyi ki  koymuşum, değişik oldu ve bu isimle Google girince benim blogumdan  başka bir isim çıkmıyor. 

Sapanca'daki evimizde Eylül ayının sonlarında annemin farklı seçenekteki renkleri ektiğini düşünmesine rağmen ısrarla turuncu Kasımpatı çiçekleri açardı. Sonbahar renginde minik minik çiçekleriyle öyle hoş görünürdü ki içimiz açılırdı. Rahmetli babaannem tipik bir eski zaman kaynanası ya, bizim gibi düşünmezdi genellikle. Annemin ektiği bu çiçekleri sabahları erkenden budar, annemi çileden çıkartırdı. Çocukluk ve genç kızlık dönemlerimin Sapanca'sında vazolara taze çiçek koymak yerine üzeri çabucak tozlanan plastik çiçekler koymayı daha iyi bir şey sandığımız için budanmış Kasımpatıları boyunları bükük bahçenin bir köşesinde toprağa karışır giderdi. 

Kasım ayının ilk haftasını yaşadığımız bu günlerde gözüm Kasımpatılarını arar oldu. Özellikle turuncu minicik yapraklı olanlarını görünce içime bir sıcaklık doluyor. Sapanca'da yaşadığım kaygısız çocukluk günlerimi, sonra kendi çocuklarımın oynadığı bahçemde Sapanca'dan getirdiğim fidanları ellerimle yetiştirdiğim kasımpatılarını hatırlıyorum. Artık vazolarımda yerlerini almışlardı gerçi ama ben evimin dört bir yanını kaplayan asıl yerlerinde, dallarında  durmasından daha çok haz ediyordum. Üstelik onları sabahları erkenden budayıp beni çileden çıkartacak babaanne de misafir olarak geldiği evimizde çiçeklerden bir haberdi. 

Şimdi ne Sapanca'daki evimizde, ne de şu an ki evimde Kasımpatı var. Bir çiçekçi dükkanında bakışıyoruz zaman zaman birbirimize. Bazen elime alıp koklamak istiyorum. Zaten nicedir çiçeklerin kokularını alamaz oldum. Bu benim burnumdan kaynaklanan bir sorun değil, çiçeklerin kokusu kalmadı. En son ne zaman güzel bir çiçeğin kokusunu içime çektiğimi unutmuş olmalıyım.
Geçtiğimiz hafta sevgili arkadaşım Nesrin ile pazarda maydanoz alırken hiç kokmadığını fark edip almaktan vaz geçince satıcı adam eliyle ovup kokusunu çıkartmıştı. Bir buruk aldık kokusuz maydanozları.
Kasım ayında  nadir açan çiçeklerden biridir Kasımpatı, vazonuzda güzel durur, balkonunuzda saksılarınıza yakışır, hele bahçeniz varsa bahçenizde baharı yaşatır.
Hani "Kasımda aşk başkadır." derler ya; 
Kasım ayı Kasımpatı ile başkadır.






9 Kasım 2012 Cuma

KOLAY ÇİKOLATALI TOPLAR


Malzemeler;
Bir paket dikdörtgen çikolatalı kek veya çikolatalı pastaban.
İki paket kare çikolata
Ceviz büyüklüğünde  tereyağı.
Süslemek için; Hindistan cevizi, kakao, pasta süsü.

Çikolataları benmari usulü eritin. (Kaynayan suyun üzerine bir kap koyarak çikolataları orada eritin.) İçine tereyağını ilave edin.

Kekleri ufalayıp çikolatalara yedirin. Hamur haline getirdiğiniz çikolatalı kekleri dinlenmesi için bir saat buzdolabında bekletin. Sonra yuvarlak toplar yapıp isteye göre hindistan cevizi, kakao veya süslere bulayın. Yarım saat daha buzdolabında bekletip afiyetle  yiyin.

7 Kasım 2012 Çarşamba

KÜÇÜK ARABA SEÇENEKLERİ


2001 model dışarıdan bakıldığında heybetli görünen ama sürekli sorun çıkartan bir arabam var. Atsan atılmaz satsan satılmaz. "Kara kızım"diye seviyoruz, hoş davranıyoruz, hırpalamıyoruz ama o ilk sahibinin yasını tutuyor hala. Hayatından bezmiş, kah yolun ortasında birdenbire duruyor, kah müzik aksanı kilitleniyor, kah kapıları açılmıyor.
Bizim kara kız kendini Jip gibi değil de kamyon gibi hissediyor.
Hafta sonu beyefendi; "Hadi gidip sana bir araba bakalım" dedi. Belli etmiyorum ama içim kıpır kıpır. Akşamdan interneti bir güzel taradım. Küçük, sorunsuz ve otomatik bir araba istiyorum.
Google'ı açtım; aklıma bir tane araba markası gelmiyor. Birini 2, diğerini 7 yıl kullandığım Wolksvagen ve şimdiki arabanın markasından başka hangileri vardı yahu!

Sahibinden.com imdadıma yetişti. Bildiğimiz arabaları bir kenara bırakın hiç adını duymadığım markalara rastladım sitede.
Yıllar öce yaptığım İtalya ve Fransa seyahatimde büyük arabaya hemen hemen hiç rastlamadığımı, Amerika'da ise küçük arabaya hiç rastlamadığımı hatırlıyorum. Londra'da her ikisi de vardı.
Biz büyük arabaları seviyoruz. Şehrin içinde bir sürü arazi arabasına rastlamak mümkün. Sanki birazdan ana yoldan çıkıp Dallas'daki Ewing çiftliğine gidip petrol arayacaklar. Hele kadınlar bayılıyor büyük arabalara. ( Sen de kullanıyorsun demeyin bana miras kaldı gibi bir şey.)

Bir kaç gün önce gittiğim alışveriş merkezinin girişinde önümde kocaman bir Lange Rover var. Güvenlik bagajı açtı, bagajda siyah bir branda var. Altına tüp saklamışlar. Bir ev parası verip araba alıyorsun tüp taktırıyorsun, üstelik sadece kendi canını değil başkalarının canını da tehlikeye atıp kapalı otoparka girmek istiyorsun. Yuh! diyorum daha ne diyeyim. 
Her neyse ben konumuza döneyim;
Fiat; Fiat'ın en küçük arabası 500 modeli eski Wolksvagen'e benzeyen tosbağa gibi bir araba ve 36 bin liradan başlıyor. Dizel ve otomatik isterseniz en az 5 bin lira üzerine koyun. O kadar küçük ki park sorunu olmaz, akşamları sırtlayıp balkonunuz varsa oraya koyabilirsiniz.
Hyundai; En küçük otomobili İ20 modeli. Dizel ve otomatik seçenekleri hariç 29 bin lira.

Suzuki; Spalsh modeli en küçük olanı. Otomatik vites fiyatı 32 bin civarı.
Citroen; Neredeyse iki kişilik koltuk büyüklüğünde ama çok sevimli bir araba olan C1 serisinin fiyatı 30 bin lira.
Chevrolet; özellikle elektrik mavisi çok güzel olan Aveo modeli 30 bin liradan başlıyor. Bir de Spark modeli var 25 bin liradan başlıyor fakat otomatik vites yok.
Kia; En küçük modeli Picanto, 32 bin liradan başlıyor. Üzerine otomatik vites için iki bin lira eklemek gerekiyor.
Toyota; Reklamlardaki gibi herkesin babası toyota gibi adam olduğundan mıdır nedir fiyatlar da baba gibi.  En küçük modeli Yaris ve 29 bin liradan başlıyor.
Mazda; Toyota'ya haksızlık etmişim. Mazda2 modeli bile 38 bin liradan başlıyor. Bunun 5, 6, 8 hatta 50'si var. Fiyatları hayal edin.
Renault; Clio en küçük modeli olup sitesindeki bilgilerde 29 bin liradan başlandığı söyleniyor. Ama bayilerde ben bu fiyata rastlamadım.
Kafam iyice karıştı ben ne alsam acaba?


5 Kasım 2012 Pazartesi

NEREDE KALDIM?


Bloger arkadaşlarımın bazılarında  aynı yazılara rastladığım gibi bende de bir ihmalkarlık başladı. Bu durum bir çeşit yazı yazamama, kelimeleri toparlayamama, elimin bir türlü blog sayfasına gitmemesi gibi oldu. Sonra baktım ki ne çok yazı paylaşmış arkadaşlarım. Çoğunu sokakta yanımdan geçse tanıyamam ama birbirimize bu sayfalarla içimizi açtığımız için tanıyorum onları. 
Kurban Bayramı bir çırpıda geçti. Her zamanki gibi Sapanca'da geçirdik bayramı. Çocukluğumu saymazsak ilk kez kurbanımızın kesilmesi ritüeline şahit oldum. Aslında ben gittiğimde kurban kesilmişti ama yine de bir kenarda duran kesik başı görünce içim bir tuhaf oldu. 
Sapanca halkı gerçekten gelenekleriyle yaşayan bir halk. Kurbanımızı kestiğimiz kişilerden sadece birini tanıyorum; O da kuzenim. Kuzenimin ortağı ve akrabaları ile birlikte "Danaya girdik." 
Kurban kesilen yer Sapanca'nın bir köyü. Ev sahibi kadınlar hemen çay yapıp ikram ettiler. Ardından kurban eti dağıtılana kadar etten önceden aldıkları parça ile kavurma yapıp ikram ettiler. Daha sonra her şey bittikten sonra eve yemeğe davet ettiler. Gitmemek kaba kaçacağı için yemeğe oturduk. Fasulye turşusu, ev ekmeği, kavurma, ayran ve baklavadan oluşan yemeğimiz gerçekten lezzetliydi.
Bayramdan önce  yardımcı kadın ile birlikte bütün evi temizledik. Ama annemi bir türlü memnun edemedik. Elinde bastonu tam karşımızda oturup emirler yağdırdı. Kadınla birbirimize bakıp gülümsedik, kendi işimize devam ettik. Akşama doğru yorgun argın oturdum ki; "Eee; tatlı yapmayacak mıyız?" demez mi. 
Allahtan kuzenim karısı ile çıkageldi. Ellerinde koca bir tepsi baklava ile. Başka hiç bir şeye bu kadar sevinemezdim. Hayatımı kurtardı. 
Bayram boyunca gelen giden bitmedi. Bir ara fırsat bulup İzmit'e amcamı ziyarete gittik. Canım amcam bir süredir alhzeimer hastası. Bizi tanımadı ama belli etmek de istemiyor sanki. Yengem sordu; "Bunlar kim?"
"Bizim çocuklar işte."
Karısını kardeşi sanıyor, komşu sanıyor bizi nereden hatırlayacak. Amcamla Yengemin hiç çocuğu olmadı. Belki de bu yüzden kimse kırmamış olsa gerek bizim çocukluğumuzdan beri duran objeleri var. Bunlardan biri olan sigaralık çok ilgimi çekti onun resmini paylaşmak isterim. 
Altı gün boyunca yarım asra gelmiş bir kadın gibi değil de annemin 25 yaşında zamanı durdurmuş kızı gibi koşuşturup durdum Sapanca'da. Arkadaşlarım, kuzenlerim, komşular, akrabalar...
Güzel bir bayramdı. 
Bu vesile ile herkesin geçmiş bayramını kutluyorum.