30 Haziran 2011 Perşembe

BİR ADIM SONRASI...


Bloguma resimler bulmak için Tumblr'da dolaşıyorum. Bir mimarlık sitesinde  minimalist evlerin çok güzel resimleri var. Bir tanesi iki katlı, güzel döşenmiş bir ev. Arsada kot farkı olduğu için evin önündeki havuz alt katın oturma odasına denk gelmiş. Oturma odasının bir duvarı boydan boya cam. Oturduğunuz yerde yüzenleri seyredebilirsiniz. İçimden şunu geçiriyorum; "Havuzdan dolayı alt kat kesin rutubet oluyordur." Bodrum Yahşi'de mimar bir arkadaşımın yazlığına gitmiştim onun evinin alt katı da aynen bunun gibiydi ve rutubet almıştı.
Başka bir resimde Venedik kanalları,  evlerin kapıları kanallara açılıyor; Kapıların önünde küçük kayıklar var. Su pırıl pırıl. İçimdeki ses şöyle diyor; "Bu kadar temiz bir su yoktu orada, tamam kokmuyordu ama temiz de değildi." 
Tekrar başka bir resim geliyor önüme; Leopar Ceylanı yakalamak üzere.  "Allah kahretsin! yedi şimdi canım hayvanı."
Bir moda sayfasında güzel bir manken arkada pırıl pırıl bir kumsal, etekleri uçuşuyor. "Bu kadar incecik ve güzel olunmaz, kesin fotoşop vardır." derken kendime geldim.
Ne oluyoruz yahu?
Bu düşüncelerin biraz ötesi depresyon belirtisi. Benim bir yerlere gitme vaktim gelmiş.
Bana müsaade 2-4 gün yokum.
Dönüşte görüşmek üzere.

27 Haziran 2011 Pazartesi

NOBEL

                                                                                                                                       Photo- Vikipedi

Gerçi Aralık ayında bu konuyu yazmam gerekiyordu ama ne zaman gazetelerde Orhan Pamuk'u  okusam Nobel ödüllerini hatırlıyorum. 
Sizi bilmem ama benim aklıma Nobel denince İsveçli kimyager ve dinamitin mucidi olduğu bilgisinden başka bir şey gelmiyor.
Peki Nobel  hangi dallarda verilir?
Barış, Tıp, Kimya, Fizik, Edebiyat, Ekonomi dallarında her yıl verilen ödüller içinde  1.5 milyon € sadece edebiyat ödülünde veriliyor. Diğerleri de buna yakın tutarlar. 
Bazı kaynaklarda Alfred Nobel'in dinamiti bulduğu için vicdan azabı çektiğini ve bu yüzden servetinin üçte birlik kısmıyla bu ödülleri verdiği söylense de aslı olduğuna inanmıyorum. 
Bu arada insanlar Dinamiti buldu diye Nobel hakkında hoş düşünmüyorlar ama neden Atom bombasına katkıda bulunan Einstein için sempati duyuyorlar anlayabilmiş değilim. 

Peki Alfred Nobel kimmiş bir bakalım;
İsveçli orta halli Mühendis bir baba ve öğretmen annenin oğlu.
Deney yaptığı sırada çıkan patlamada kız kardeşi de dahil olmak üzere bir kaç kişinin ölümüne sebep olduğu için çıkan bir yasayla Stockholm sınırlarında patlayıcı madde deneyleri yasaklanmış. İyi de bu adam kardeşi de dahil olmak üzere bir çok kişiyi öldürdüğü halde ceza almamış mı? Bu konuda bilgi yok.
1867 yılında dinamit'in patentini almış ve 20 farklı ülkede 100 kadar şirketin sahibi olmuş.
Hiç evlenmemiş, kadınlara karşı soğuk durmuş, kadınlara oy hakkı verilmesine şiddetle karşı çıkmış.
Vasiyeti üzerine her yıl 10 Aralık olan ölüm gününde kurumun belirlediği kişilere ödül verilirmiş.

Ölümünden sonra İsveç ile Fransa arasında miras tartışmaları çıkmış. Düşünebiliyormusunuz iş servet değerindeki mirasa gelince bırakın akrabaları ülkeler bile tartışabiliyorlar. 
Böyle prestijli ödülü almak herkesin hayaliyken, ödülü kazanıp  reddedenler de olmuş.
Ünlü Rus Yazar Boris Pasternak, Doktor Jivago romanıyla layık görüldüğü Nobel'i Sovyet  rejimine karşı bir roman yazdığı için kendisine verildiğini düşündüğünden kabul etmemiş.
Fransız flozof ve yazar Jean Paul Sarte; Bir yazarın asıl hedefinin yazmak olduğu ve ödül beklemediği fikrini benimsediği için kabul etmemiş.

Her yıl adına milyonlarca Avroluk paralar dağıtılan, halen dünyanın en prestijli ödülünün babası olan Nobel kendini şöyle anlatıyor;
"Dinamiti bulan adamı "beni" barış dostu olarak görenler benimle alay edeceklerdir.  Varsın öyle olsun.. Madem insan aklını dinlemiyor öyleyse o kadar korkunç bir öldürme aracı bulunmalı ki, insanlık korku ve korunma içgüdüsü ile barışı seçsin"

photo-Tublr

26 Haziran 2011 Pazar

HE..


Yazılarımı genellikle erken saatte henüz kimse uyanmadan yazmaya çalışıyorum.
Yine bu sabah bilgisayarımı açtım, baktım bir uyarı geldi. 
"Bilgisayarınız için önemli güncellemeler var, yüklemeniz gerekiyor"  Bir şeyin başında "Önemli" diyorsa akan sular durur. "Yükle" butonuna bastım, önce yüklemeye hazırlanıyor diyerek bir süre bekledi. Hazırlanma yaptığına göre belli ki önemli. Sonra "yükleme yapıyor" yazısı çıktı. Ben de bu arada başka bir pencerede gazeteoku. com'dan günün başlıklarını takip ediyorum. Ulusal gazetelerin başlıklarını ve takip ettiğim yazarları okumayı bitireceğim yükleme yaptığım pencere birden önüme çıktı ve  "Güncelleştirmeler yüklenemedi" yazısı ile karşılaştım.
Eee neden?
Nedeni belli değil ama uyarıyor, "Tekrar yüklemek için evet tuşuna basın"  bastık.
Bu arada maillerimi kontrol ettim, bir iki tane yazmam gereken mail yazdım. 
Pat!
"Yükleme başarısız oldu" yazısı ve yanında sorunu bulun butonu var. 
Basalım bakalım sorun neymiş. Zaten üç kızla yeterince sorunumuz var, bilgisayarım da ergen kadrosundan nasipleniyor iyi mi?
Yaklaşık 10 dakika sorun arayan internetim sonunda söyle yazdı; "Sizin dilinizde bir soruna rastlanmadı." Sorunun hangi dilde olduğunu bilsem o dilde "güzel" temenniler söyleyecektim ama internetim dil konusunda ser verip sır vermedi. 

Temel bir mağazaya stok görevlisi olarak işe başlamış. Görevi malları bilgisayarda stoklamak. 
Gün sonunda mağaza müdürü temelin yanına gelmiş.
- Malları stoklayabildin mi?
- Yapamadum efendum, bilgisayar bozuktur. yazduklarumi bir türlü kaydetmedi.
Müdür şaşırmış; -Nasıl bozuk olur anlat bakalım ne yapıyorsun.
- Malların kaç tane olduğuni yaziyorum, topluyorum, bilgisayar da bana "işlemi kaydetmek istermisiniz?"  diyor ve aşağıda E ve H harfi çıkıyor. Hen de "He" diyorum.
Baba tarafından Temel'le akrabalığımız var. Ben de  "He" diyor olabilir miyim acaba?
Bilemiyorum.
  
Photos: Tumblr

24 Haziran 2011 Cuma

SÖZLÜK


Bilgisayarımın üst pencerelerinde takip ettiğim bloglar,  Tumblr, Twitter, Gazete Oku.com, Yazar Kafe ve üç tane sözlük var. Sözlüklerden biri Zargan İngilizce sözlük, biri Türk Dil Kurumu sözlüğü, biri de Ekşi Sözlük.
Yazılan her şeyi ciddiye almasam da araştırdığın konuları oradan takip etmeyi, farklı bakış açılarını görmeyi seviyorum. Bazı başlıklarda küfürlere rastlasam da, bazen abuk subuk yazılar olsa da, güvenilirliğinden şüphe duyduğum başlıklar olsa da Ekşi sözlük takip ettiğim bir site olarak yıllardır yerini koruyor.
Simav depreminin olduğu akşam sarsıntıyı hissettiğimizde uzun bir süre televizyonda deprem ile ilgili bir haber alamayınca Ekşi sözlükten takip ettim. Bir çok ilden yazarlar depremi duyduklarını yazıyorlardı. Hele bir sözlük yazarı; "An itibari ile tuvaletten kaçmama neden olan sarsıntı." diye yazmış depremin yarattığı gerginliğimi almış, gülmeme neden olmuştu.

Ekşi Sözlük bir nevi yüzlerce kişiyle aynı ortamda hayatı takip ediyor ama kendi özelini de muhafaza ediyormuşsun gibi bir durum oluşturuyor insanda. Farklı bakış açıları, farklı renkler hayatımızı da renklendiriyor aslında. Ama bazen eleştirilerinin, yorumlarının dozunu kaçırdıkları oluyor. Bu durumda sitenin kapatılması tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar.
Kendi sitelerinden alınan istatistiğe göre;
Kurulduğu 1999 yılında 39 bin kişi giriş yaparken, geçen yıl itibari ile 2 milyondan fazla kişi giriş yapmış.
Yazarlarının çoğunluğu üniversite gençlerinden oluşsa da 60 yaş üstü yazarların sayısı 1600 kişiyi geçmiş.
1999 yılında kurulan site her meslekten bir çok ünlünün korkulu rüyası olmuş, nefretini kazanmış ama  bazılarına da umut olmuş.
2003 yılında site kullanıcılarının yaptığı kampanya ile ihtiyacı olan okullara gönderilmek üzere 40.000 kitap toplamışlar.
2007 yılında bu oran 70.000 kitaba çıkmış.
2009 yılında 36.000 metrekare alana kurulan ekşi sözlük Ormanına Tema Vakfı 9000 fidan dikmiş.

Son günlerde Sözlükte bir karışıklık, bazı yazarların artık yazmama kararı vermeleri, içten içe bir değişim oluyor.
Benim jenerasyonumun değişikliği hemen kabul etmemesi gibi bir eğilimi olduğu için "Neler oluyor ?" diye endişe ile takip ediyorum.
Umarım Uzun yıllar Ekşi sözlük, Uludağ Sözlük gibi siteler hayatımıza farklı pencerelerden bilgiler vermeye devam ederler.

23 Haziran 2011 Perşembe

MUHABBETİNİZ BOL OLSUN


Sevgili arkadaşım Tülay ve oğlu Can'la birlikte oturuyoruz. Yanımızdaki masada üç genç var. İki erkek bir kız. Sanki birbirlerini hiç tanımıyorlar da kafe'de yer kalmadığı için aynı masaya düşmüşlercesine üçü de telefonuyla oynuyor. Hepsinin elinde dokunmatik telefonlar parmaklarının  üzerinde kaydırarak bir şeyler yapıyorlar. Mübarekler hiç mi konuşacak bir şeyiniz yok, madem ki konuşmayacaktınız neden evlerinizde oturup o meretle oynamıyorsunuz?
Bu sözüm sadece o gençlere değil kendi kızlarım için de geçerli. Cep telefonu ellerinin bir parçası haline gelmiş neredeyse. Muhabbetleri bile yarım yamalak.
Sabah misafirlerimizde yemek yerken ortanca kızım Tülay'a soruyor;
- Tülay teyze siz eşinizle nasıl tanıştınız?
Tülay anlatıyor. Sonra ortak arkadaşlarımız hakkında sorular soruyor. Biz eskilere ait konuşurken bir bakıyoruz gençler yanımızdan gitmişler bile. İkisi de bilgisayarın başına geçmişler. Hatta kızıma bir şey soruyorum sorduğum soruyla alakasız bir cevap veriyor. Ne sorduğumun farkında bile değil. 

Çevremdeki pek çok gençte durum aynı. Cep telefonu olmasaydı hayatımız nice olurdu bilemeyeceğim. Gerçi biz ebeveynler çocuklarımızı takip etmek açısından telefonlara müteşekkiriz ama evde ellerinde olmasından da haz etmiyoruz.
Küçük kızımın arkadaşları geliyor evimize sık sık. Bazen odalarına giriyorum ikisi de bir kenarda oturmuş telefonla oynuyorlar. 
- Ooo kızlar muhabbetiniz bol olsun, diye şakalaşıyorum."Ne demek istedi şimdi?" dercesine  yüzüme bakıyorlar.
Gelişme çağında iki kızım var bu yüzden telefonlarla çok haşır neşirler diyeceğim ama. Otobüslerde, yollarda, restoranda, kocaman adamların telefonla oynadığını görüyorum. Allahtan yaşıtım kadınların telefon konusunda pek hevesleri yok. Aleti sadece konuşmak ve mesajlaşmak için kullanıyorlar. Yoksa arkadaşlarla sohbet etmenin tadı tuzu kalmayacak.
Cep telefonlarının hep bir üst modelini alıp sadece konuşmak için kullananlar sözüm size uzmanlar diyor ki; İnsanların sürekli telefon modellerini yükseltmeye uğraşmaları   sosyoekonomik seviyelerinin düşüklüğüyle orantılıdır.

22 Haziran 2011 Çarşamba

POSTACI KAPIYI İKİ KEZ ÇALAR


Mahallemizde postacı görünce uzun zamandır görmediğim bir dostu görmüş kadar heyecanlandım. Postacınızı en son ne zaman gördüğünüzü hatırlayanınız var mı?
Posta kutuları icat olduğundan beri postacılarla ilişkiler de yok olmuş vaziyette.
Dünyada dişçilerden sonra en fazla intihar vakası tespit edilen meslek olması bir araştırma konusu olabilir ama ben yapacak değilim. Sosyologlar ne güne duruyor.
Kemal Sunal bir filminde postacı rolündeydi ve bir yürüme yarışına katılmıştı. Bu  yarışmada  ne yürüyorsunuz ne koşuyorsunuz, bir garip kalça kıvırma hareketi yaparak yol almaya çalışıyorsunuz.
Ne hikmetse artık unutulmaya yüz tutmuş, itibarı azalmış bir meslek oldu postacılık. Hatta eskiden mektup getiren postacılar şimdi fatura getiriyor diye hafif kıl olduğumuz insan oldular.
Üniversite sınav sonuçlarını heyecanla beklediğim, Liseden sonra ayrıldığım arkadaşlarımdan haber almak için meraklandığım yıl gözlerim yollarda beklerdim postacı Kadir amcayı. Mahallemize gelip bizim eve uğramadığında sanki mektupları özellikle getirmemiş gibi üzülür; "Sana bir şey yok bugün." derdi. Mektuplaştığım insanlar o kadar çoktu ki bizim mahalleye gelip bana mektup getirmediği zamanlar azdı çünkü.

Bir gün kalın sarı bir zarfla gülerek kapımızı çaldı. Çaldı sözü lafın gelişi oldu. Yoksa o zamanlar evimizin zili falan yoktu.  Elinden zarfı kaptığım gibi içeriye koştum. Ömründe dershaneye gitmemiş, bazı  derslere öğretmen yokluğundan Din Bilgisi hocasının, Müzik hocasının girdiği bir okuldan orta halle mezun olup Hukuk fakültesini kazanma hayallerim evrenin de komiğine gitmiş olacak ki zarftan "İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesi, Pakistan edebiyatı" çıktı.
Kadir amcanın verdiği ikinci zarfın sahibi olan  komşum  Nesibe neşe içinde bize koşarken istediği okul olan Mühendislik fakültesini kazandığını anlamak için kahin olmaya gerek yoktu.
Kendine avunmak için neden bulan her insan gibi ben de; "İstanbul'u değil de Sakarya'da ki o okulu yazsaydım bende kazanabilirdim ." diyerek teselli bulmaya çalışsam da sadece evdekilere değil Kadir amcaya da mahcup olmuştum.
Şimdi çocuklar oturduğu yerde bir tuşla sınav sonuçlarını, ders bilgilerini, arkadaşlarının halini hatırını öğrenebiliyorlar. Şehir çocuğu belki de ömründe postacı görmüyor. Fatura da mektup da posta kutularına atılıyor artık.
Mahallemde gördüğüm postacı bezgin adımlarla caddede  uzaklaşırken arkasından baktım.
"Bak postacı geliyor, selam veriyor. Herkes ona bakıyor merak ediyor." diye şarkı mırıldandım. İtiraf etmeliyim ki mırıldandığım sözler bana bile garip geldi.
Artık postacıların ne getirdiğini merak eden kim kalmıştı ki?

20 Haziran 2011 Pazartesi

AMY GELEMEDİ Mİ?


Amy Winehouse Türkiye konserlerini iptal etmiş. Buraya gelmeden önce Belgrad'da verdiği konser internete düşmüş. Şarkı söylemeye ve ayakta durmaya çalışıyor. O kadar sarhoş ki ne sesi çıkıyor ne de durabiliyor. Şarkıları bölük pörçük söylemeye çalışıyor. Sonunda seyirci yuhalamaya ve salonu terk etmeye başlıyor.
Bir öğretmen bu konseri izlemek için haftalık maaşı olan 38 avroyu harcadığını söyleyerek sitem ediyor.
Rehap isimli şarkısını ilk duyduğumda sözlerini anlayamamış ama sanatçının sesine hayran olmuş, sözlerini öğrenince dehşete düşmüştüm. Meğerse "Rehab"  rehabilitasyonun kısaltılmasıymış. Ve ailesine rehabilitasyona gitmek istemediğini söylüyormuş.
Bu kadar güzel bir sesi , dünyanın her yerinde hayranları olup kendisine bu denli zarar verene ne demeli acaba?

Amy Winehouse İngiliz müzisyen bir anne babanın kızı.
1984 doğumlu. Defalarca alkol ve uyuşturucu komasına girmiş, Hapse düşmüş, rehabilitasyon merkezlerinde tedavi görmüş ama bir türlü alışkanlıklarından vaz geçmemiş olan sanatçı için böyle giderse 5-10 yıl içinde öleceği söylenmekte. Hatta bir web sitesi öleceği zamanı en yakın tahmin eden kişiye İPot hediye edeceğini açıklamış.
2008 yılında Amerika'nın en prestijli müzik ödülü olan Grammy'yi kazandığı halde uyuşturucu kullandığı gerekçesi ile Amerikan vizesi alamadığı için ödülünü almaya gidememiş.
Müzik otoriteleri sesinin  sakinleştirici özelliğe sahip olduğunu düşünüyorlar.
Öyleyse gariban neden bir türlü sakinleşemiyor acaba?
Bazen düşünmeden edemiyorum "Winehouse"
Soyadı "Şarap evi" olan biri bu yaptıkları ile isminin hakkını mı vermek istiyor.
Türk hayranlarını sükutu hayale uğratan Amy Winehouse için Mirgün Cabas Twitter'da şöyle demiş;
Biz onun İstanbul'a gelebilme ihtimalini sevdik."
Amy İstanbul'a gelemedi ama gideceği yerin "Rehab" olacağı garanti.

ÖZÜR

 
Blog yazmaya başladığım zamandan bu yana yazdığım yazılara göre çeşitli yorumlar alıyorum. Yazılarla kendisini özdeşleştirenler, katkıda bulunanlar, beğenilerini yazanlar oluyor. Bazen de imla hatalarımı hatırlatan yorumlar alıyorum.
Ama hiç eleştirel bir yorum almadım; Diyordum ki geçtiğimiz günlerde zehir zemberek bir yorumla karşılaştım. Aslında kumanda panelimdeki ayarlardan onayım olmadan hiç bir yorumun yayınlanmasına izin vermeyebilirim. Böyle bir şey yapmayı düşünmüyorum. Saygı ve ahlak çerçevesi içinde herkes her şeyi yazsın istiyorum. Yapılan yorum canımı sıkıp üzmüş olsa da içten içe sevinmedim desem yalan olur. Yorumcu beyefendi veya hanımefendi hayatımın lay lay lom geçtiğini ve dünyayı istanbul'dan ibaret sandığımı düşünüyor. Bazı kişilere methiye düzerken birilerini harcadığımı ifade ediyor.
Hani kapıcı dizisi çevrilir kapıcılar odası isyan eder biz böylemiyiz diye, bir dizide kötü bir doktor gösterilir tabipler odası tepki verir, bir dizide kamyoncu adam öldürür kamyoncular birliği başkanı kınama yazısı yollar. Kimsenin damarına basmadan yazı yazdığımı düşünürken Kastamonu'lular hakkında küçük düşürücü yazı yazmışım diye tepki aldım iyi mi?
Bana tepki gösteren yazı sahibine özür dileyen bir cevap attım. Ne yapalım haklı olsun, mutlu olsun. Ama çok gariptir ki özür yazısından dolayı ben daha mutlu oldum.
Özür dilemenin sihirli bir gücü var. Aslında karşı tarafı değil sizi rahatlatıyor. 
Özür dilemekten çekinmeyin, sevdiklerinizden de sevmediklerinizden de özür dileyin. 
Bir şey kaybetmezsiniz.

19 Haziran 2011 Pazar

BABALAR GÜNÜ


Annemle birlikte çarşıdan geliyoruz, elimizde poşetler, hava buz gibi soğuk.
1980  yılları Sapanca'da henüz taksi çağırmak fikri yok. Taksi durağında bir iki taksi varsa da bizim haberimiz yok. Yürüyerek gidiyor, geliyoruz her yere.
Yolu tam yarılamışız arkamızdan at arabası sesi duyuluyor. Sapanca'da çingeneler pazara çıkanların yükünü, eşya alanların eşyalarını, taşınması zor her şeyi taşırlar at arabası ile. Araba tam yanımızda durup anneme sesleniyor çingene adam;
- Yenge sen Nurettin abinin karısı değilmisin?
Annem; - Evet diyor. Ama hayretle adamın üzerine giydiği kalın paltoya, ve yepyeni kışlık ayakkabılara bakıyor.
Adam annemin bakışlarını fark edip izah ediyor;
- Sizin bahçeye gübre taşırken Nurettin abi üzerimde ince kıyafetleri görünce paltosunu ve ayakkabılarını bana verdi.
Babamın bir kaç gündür ince paltoyla ve eski ayakkabı ile gezmesinin nedenini anlayan annem ses çıkartmıyor. Belli ki biraz kızıyor. Arabacı uzaklaşırken annem söyleniyor;
- İyilik yap tamam da,  başka palton mu var be mübarek adam?

14-15 yaşlarındayım. Dışarıda şiddetli bir kar var. Babam odasında, biz annem, ablam, abim, babaannem ve büyük babam bir odada sobanın başındayız. Büyük babam ve babam her zamanki gibi küsler. Ablamla yemeklerden bahsediyoruz.
- Şimdi çikolatalı pasta olsa ne güzel yenirdi değil mi?
Abime duyuruyoruz sözde, hiç üzerine alınmadığı gibi bizimle alay ediyor.
- Üzerine de mum koysaydık bari, delimisiniz siz gecenin bir vakti bu kış kıyamette hayatta dışarıya çıkılmaz.
Aslında haklı, dışarıya çıkılacak gibi değil, saat 10'u geçmiş.
Bir kapı sesi duyuyoruz annem bakıyor ki babam çıkmış gidiyor. Büyük babam; "Bu saatte kahveye gidilir mi" diye söyleniyor.
Yarım saat sonra tekrar kapı sesi. Babamın elinde kasabanın tek pastanesinin paketi, üstü hindistan cevizli, çikolatalı pasta.

55 yıllık ömründe Sapanca'nın dışında 3-4 şehir gezmiş babamla konuşuyoruz.
- Olanağın olsaydı nereye gitmek isterdin baba?
- Madrid.
- Nasıl yani, İspanya Madrit'mi?
Ankara'ya bile gitmemiş babam okuduğu kitaplardan etkilenerek Madrit'e gitmek istediğini söyleyerek oranın tarihi hakkında uzun uzun anlatıyor.

Bir yaz günü evimizin bahçesinde oturuyoruz. Tavuklarımız kuluçkaya yatmış, bir düzine kadar civciv çıkartmış.
Anneleri biraz uzakta ama yavrular daha girişken etrafımızda dolaşıyorlar. Annem kümesteki tavuklardan birini kesmesini istiyor babamdan. Silahsız gezmeyen, ömrünün yarısı hapiste geçen babam irkilerek; - Ben yapamam Metin kessin tavuğu. diyor abimi kastederek. Tam o sırada elinde tutuğu civcivi yüzüne yaklaştırıyor sevmek için, civciv babamın gözünü gagalıyor. Babam acıyla bağırırken civcivi fırlatacak diye bekliyoruz. Babam o acısının içinde elindeki hayvanı yavaşça yere bırakıp yüzünü yıkamak için kalkıyor.

Bir Bayram arifesi.
Ablam ve eniştem Amasya'dan erkenden gelmişler ziyaretimize. Abim ve yengem evdeler. 23 yaşımdayım, güzel bir işim, rahat bir hayatımız var. Ilık bir Haziran gecesi. Mutfakta bayramda yenilecek tatlılar şerbetlenmiş, kokusu dışarıya dolmuş. Babam odasından çıkıyor. 
Yüzü kıpkırmızı.
- Nefes alamıyorum. Babam kolay kolay hastalanmaz, heyecanlanıyoruz.
Abim ve eniştem hemen hastaneye götürüyorlar.
İki saat sonra "Babamsız" geri dönüyorlar. Abimin kucağında hastanenin kapısında abimin gözlerinin içine bakarak 55 yaşında can vermiş.

Son 5 yıldır babamızı uzun uzun görebiliyorduk.
6 yaşındayken Sağmalcılar Cezaevinde ziyaretine gittiğimizde kalın camların arasından bana bakan yüzünü hatırlardım hep. Sonra Akyazı cezaevi, Sonra Sapanca, tekrar Akyazı..
Hep parmaklıklar ardında ve uzakta..
Evde olduğu anlarda da geceleri sessizce gelir, gündüz kaybolurdu. Şimdilerin mafya, eskilerin kabadayı dediği bir babam vardı.
Cebindeki silahını saklar, fildişi kakmalı çakısını göstermeyi severdi.
Yaşanmamış bir baba evlat ilişkisi üç kardeşin de boğazında bir yumru gibi tıkandı kaldı.
Baba gibi bilemedik, baba gibi güvenemedik, baba gibi sırtımızı dayayamadık. Her an gidebilirdi.
Hiç azarlamadı, okulumuza gelmedi, hastalandığımızda yanımızda olmadı, Bayramlarda elini öpemedik.
Seni seviyorum diyemedik. Ölümüne bile inanamadık.
"Beni duyuyorsan eğer oradan; Seni seviyorum. Babalar günün kutlu olsun güzel adam."

18 Haziran 2011 Cumartesi

KOKU


Yürüyüş yaptığım güzergah üzerinde iki sokağın birleştiği yerde adını koyamadığım bir koku gelirdi burnuma. Sağıma soluma bakar, ağaçları kontrol eder bu kokunun sebebini arardım. Mevsim değişir koku değişmedi. Sonunda kıyıdaki ev aksesuarları satan dükkanın oda spreyi olduğuna düşünür, o noktada kokuyu mutlulukla içime çeker yoluma devam ederdim. Bir gün  aynı yerde aynı kokuyu beklerken baktım ki koku yok olmuş. Gayri ihtiyari dükkana gözüm takıldı. Kapıları açık, müşterilerini bekliyor, rüzgar hafifçe yüzümde ama koku yok. 
Ertesi gün yine bekledim aynı yerde  aynı kokuyu bulamadım. Burnumu dolduran koku olmayınca köşebaşından dönülen yola gitmek içimden gelmemeye başladı. Kokusuz tadı yoktu yürümelerimin. Oysa başka kokular vardı yeni yeni fark ettiğim. Baharın getirdiği yasemin kokuları, yabani güller, uzaklardan erguvan kokuları..

Var olan her şeyin kendine has bir kokusu var. 
Havanın kokusu yok diyebilir miyiz, ya da suyun kokusu, annelerin tarifi zor sıcacık kokusu, yol duraklarındaki kesif idrar kokusu, boğazda mis gibi çipura, fırından ekmek, direksiyonda oturduğunda mutlulukla içine çektiğin yeni araba kokusu, yağmurdan sonraki toprak kokusu, her evin kendisine has temizlik ve yaşanmışlık kokusu, Hastane koridorlarında ölüm ile yaşam arasında gidip gelen ikilem kokusu, kalabalık caddelerde pürtelaş, heyecanlı, bezgin insan kokusu...
Gençler ve her daim genç olanların hissettiği aşk kokusu.
Dünyaya yeni gelen bebeğin yaşam kokusu.
Sonra kokuların en güzeli huzur kokusu.
Yürüdüğüm yolda tam köşe başında adını koyamadığım koku kayboldu gitti. Yolumu değiştirdim,  yerine başka kokuları koymuştu  burnum.
Yeni yeni açmaya başlayan hanımeli kokusu, yeni biçilmiş çimen kokusu..
Dönüş yolunda bir sürü koku birbirine karışır ve tek bir koku haline gelirdi.
Bir yere ait olmanın dayanılmaz güzel kokusu.

16 Haziran 2011 Perşembe

KÖFTE ARASI MOBİLYA - IKEA


15 yıl önce sevgili arkadaşım Kadriye çocuklarımın odasında oynamaları için kırmızı plastik bir sehpa verdi. Aynı sehpanın sarı rengini balkonunda kullanıyordu. Karton paketten  kalın plastikten kare bir parça ve dört ayak çıkmış, çıkan parçaları kendimiz kolayca monte etmiştik.
Gazeteci eşinden dolayı uzun yıllar Almanya'da yaşayan arkadaşım Türkiye'ye döndüğünde burada henüz görmediğimiz bir sürü farklı ev eşyalarının da sahibi olmuştu. Mesela o dönemlerde az bilinen balık bıçağı ve tabaklarını ilk kez onda görmüştüm. 

Kadriye'nin verdiği kırmızı plastik sehpa çocukların oyun sehpası olarak odalarını süslerken bir kaç yıl sonra Ümraniye'de açılan ilk IKEA mağazasında aynı sehpaların bir çok rengi ile karşılaştım.
Benim gibi Bauhouse'a gitmeyi Beymen'e gitmeye tercih eden biri için bir cennet gibiydi adeta burası. Kocaman gardıroplar, masalar, sandalyeler, yatak ve kanepeler taşınabilir yassı kutularda demonte olarak satılıyor, satın alan isterse bunları kendisi birleştiriyor, isterse de mağazanın montajcılarına yaptırıyor. 

Ümraniye mağazası evime çok uzak olmasına rağmen fırsat buldukça oraya kaçar bir şey almayacaksam da mutlaka gezerdim. Sonra IKEA Bayrampaşa, İzmir ve Bursa mağazaları ile açılım yaptı. Şimdi zengin fakir hemen her evde IKEA'ya ait bir ürün bulmak mümkün. Türk halkı IKEA'yı çok sevdi. Alışveriş yapmayanlar bile sadece meşhur İsveç köftesini yemek için  mağazaya akın ettiler. Bizde pek  görülmeyen bir içecek politikası var ki evlere şenlik. Bir içecek parası veriyorsunuz, o bardakla istediğiniz kadar sıcak soğuk içeceği bedava içiyorsunuz. Son gittiğim IKEA'da adam kola makinesinin başında durmuş bardağına doldurup doldurup içiyordu.

Dünyanın her yerinde çok sevilen bu mağazalar zinciri hakkında bazı ilginç veriler de var. 
-1943 yılında  İsveç markası olarak kurulan IKEA'nın adı şirket sahibi İngvar Kamprat Agunnary kendi isminin baş harfleri, doğduğu köyün ve şirketinin adınının birleşmesi ile oluşmuş.
- Müşteriye yollayacakları masa arabaya sığmayınca mimar masanın ayaklarını çıkartarak arabaya yerleştirmiş ve gidecekleri yerde monte edilmesini önermiş. Böylece  demonte mobilya yapma fikri ortaya çıkmış.

- Dünya çalışanları arasında en sevilen şirket olarak biliniyormuş. Çünkü 2009 yılında dünyanın en zengin 5. adamı olan IKEA'nın patronu durup dururken "Bugünkü karımızın tamamını çalışanlar arasında paylaştırın." diyebiliyormuş.
- Mağazalarının labirent şeklindeki iç dizaynı dünyanın her yerinde aynıymış.  Yani İstanbul'da mağazaya nasılı girilip çıkılıyorsa İsveç'te, Almanya'da, Amerika'da  da aynı şekildeymiş.
- Şirket Avrupa mobilya mağazalarının % 30'unu elinde bulunduruyormuş.
- Katalogları dünyada 160 milyon baskı ile İncil'in baskısını geçmiş.
Haziran ayı içinde Ankara'da yeni bir mağazasını açacak olan IKEA Türk müşterilerinin yoğun ilgisi sayesinde yatırımlarını arttıracağa benziyor.

15 Haziran 2011 Çarşamba

YEDİ KADIN BİR GECE


Sevgili arkadaşım Neslihan; "Bu seferki doğum günümde sadece kadın kadına olacağız ve dışarıdayız haberiniz olsun." dediğinde "Eyvah" dedim. "Bu kız gider nerede garip, ilginç bir yer bulur orayı seçer şimdi."
Beni yanıltmadı tabi.
Boğaz köprüsünün ayakları dibinde, deniz kokusunu içinize çekebildiğiniz Lübnan yemekleri ve müziği ile bilinen bir mekan seçmiş haftalar öncesinden.
İki katlı bir yapı. İkinci kat asma kat olarak düzenlendiği için üst kattakiler altı tamamen görebiliyor.
Pardon yanlış söyledim tamamen göremiyorsunuz sadece görmeye çalışabilirsiniz. Bir çok lamba olmasına rağmen göz gözü görse de gözün rengi seçilmiyor vesselam. Bir duvar boydan boya yüze yakın, her biri ayrı renk yanan  aplik lambalarla doldurulmuş. Diğer duvar boylu boyunca ayna kaplanmış. Lambaların loş ışığı ile ayna uzun bir koridor gibi görünüyor. İki ve dört kişilik masalardan ziyade kalabalık gruplar için hazırlanmış kocaman masalar ve onu çevleyen bol minderli kanepeler yerleştirilmiş. Localar birbirlerinden tüllerle ayrılmış.

Ve müzik;
İnsanı durduğu yerde oynatacak Arap, Ortadoğu, Türk müzikleri hiç durmadan çalıyor. Arkadaşıma; "Bu müzik hiç ara vermeyecek mi?" diye soruyorum gülüyor.
2 tanesi erkek olmak üzere 6 dansöz garip figürlerle dans ediyorlar. Baba Zula grubundaki dansçı kızın dansına benziyor hareketleri. Bir tanesi elinde tütsü olduğu halde zinciri sallayarak masalarda dolaşıyor. Burnuma dolan duman Sapanca'da cenazelerde ölülerin kokuları hissedilmesin diye yakılan tütsüleri hatırlatıyor.
Gecede iki ayrı kalabalık genç kız grubu var. Avrupa'dan ithal ettiğimiz bekarlığa vede partisi düzenliyorlar. Kızların hepsinin başlarında beyaz kısacık duvaklar. Gelin adayının onlardan farklı olarak duvağı ışıklı, yanıp sönüyor.
İki grup  sürekli oynuyor ama diğer grubun gelin adayı biraz daha oturaklı. Dikkatli bakınca içlerinden bir iki tane yaşlı kadın görüyorum. Biri kayınvalide olmalı. Gelin adayı şimdiden taşkınlık yapıp gözden düşmek istemiyor.
Kadınlar sürekli olarak oynuyorlar erkekler daha nazlı. Sadece bir tanesi dansözün ısrarı ile piste çıkıyor, dansözün yaptığı her hareketi gayet güzel yaparak alkış topluyor.

Müzik sürekli çalıyor, çalıyor. Saat kaç, biz neredeyiz farkında değilim. Müzik beynimin içinde tütsülere karışmış.
Müzikle birlikte "Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım Alahhh" derken buluyorum kendimi.
Nihayet dışarıya çıkıp bizi alacak arabayı beklerken saate bakıyorum; 3.00
Yemekler mi?
Alaca karanlıkta masadaki yemekleri doğru dürüst göremediğimden bu yaşıma kadar sevmediğim için tadına bile bakmadığım bütün mezeleri, yemekleri yemiş olabilirim.
Bilemiyorum.

14 Haziran 2011 Salı

EAU DE TOİLETTE


Tarihi dizileri filmleri izlerken "Bu adamlar tuvalet ihtiyacını nasıl karşılıyordu?" diye düşünürüm. Sonra 1670 yıllarında Fransa'da Versailles sarayında tuvaletin olmadığını  1780'li yıllarda 1300 odalı sarayda sadece 9 tuvalet olduğunu  ve onu da Kral ve yakınlarının kullandığını öğrendiğimde merakım daha da çoğaldı. 300 odalı sarayın yüzlerce hizmetli ve çalışanı nerede ihtiyaçlarını gideriyormuş dersiniz. Lazımlıklarda.
Lazımlıklar dolduğunda yasak olmasına rağmen içindekiler dışarıya fırlatırlarmış. Hatta Paris o kadar kokmaya başlamış ki kokuyu bastırması için parfüm icat edilmiş diyenler var. Parfümlerinin üzerinde yazılan ""Eau De Toilette" "Tuvalet suyu" anlamına geliyormuş. Avrupalı yollara atılan dışkılar kadınların ayaklarına değmesin diye yüksek topuk icat etmiş. Camdan atılan pislikler yoldan geçenin üzerine gelmesin diye insanlar şemsiye ile gezer olmuş.

Milattan önce 17. yüzyılda Girit'te tuvalet kalıntılarına rastlanmış olsa da Avrupa uzun bir süre tuvalet anlayışını benimseyememiş.
19. Yüzyılın sonlarına doğru İngiltere Kralı Edward bir marangoza sarayı için tuvalet yapmasını istemiş ve ilk modern tuvaletin temelleri atılmış.
Avrupa tuvalet kavramından bihaberken Osmanlıda 1667 yılında "Tuvalet vakfı" kurulmuş. Halk evlerinin dışına çukurlar açarak kapalı tuvaletler yaparken sarayda da tuvalet ve hamam temizlikle eş değer tutulmuş. Batılı seyyahlar hatıralarında camilerimizdeki tuvaletleri ve umumi tuvaletleri hayranlıkla anlatmışlar.
Sonra ne olduysa olmuş bizim umumi tuvaletlerimiz Avrupanın en pis tuvaletleri haline gelmiş.

Son olarak tuvalet ile ilgili okuduğum güzel bir hikayeyi anlatmak isterim.
Hikaye Ayşe Kulin'in Vali Recep Yazıcıoğlu'yu anlattığı Köprü romanında geçer.
Erzincan'ın bir köyünde dolaşan Vali bakar ki köy evlerinde  hiç tuvalet yok. Herkes işini dışarıda görüyor. Halkı tuvalet yapmaya ikna etmek için valilik ödeneğinden harcayarak tuvaletler yapılmasını emreder. Bir süre sonra tekrar aynı köye geldiğinde yapılan tuvaletleri görmek ister. Köy evlerinden daha güzel yapılmış tuvaletleri görünce hoşuna gider ve birinin içine girmek ister. Köylüleri bir telaştır alır. Tuvaletin kapısı kilitlidir ve anahtar ortada yoktur. Sonunda anahtar saklandığı yerden çıkartılır ve kapı açılır.
Vali kızarak sorar; "Bu tuvalet neden kilitli?"
Köylü mahcup cevap verir; "Bu kadar masraf yapılmış tuvaletin içine edecek değildik ya beyim. Tabi ki kilitli tutuyoruz"

13 Haziran 2011 Pazartesi

EMEKLİLİK HER ŞEYİN SONU MU, YOKSA HAYALLERİN BAŞLANGICI MI?


Yaşlılığın yıldızlar kadar uzak olduğunu düşündüğüm yıllarda Ege veya Akdeniz'e yaptığımız yaz tatillerinde Avrupalı yaşlı turistlere rastlar, onları hayranlıkla izlerdim. Kadınlar zayıf ve bakımlı, erkekler biraz daha yaşlanmış ama dinç halleriyle her aktiviteye katılır, her anın tadını çıkartırlardı. 
Bazen  az da olsa yaşlı Türk turistler olurdu gittiğimiz otellerde. Ya sıcak kuma gömülmüş ağrıyan yerlerini kumla tedavi etmeye çalışırlar, ya da oturdukları yerden kalkmazlardı.
Ara sıra da torunlarının peşinde koşan büyük annelere rastlardım. Ama onlar için tatil değil de toruna bakma gezisi olurdu bu. Aradaki çelişkili fark dikkatimi çeker Avrupanın güneş görmeyen ülkelerinden gelenlerin ağrıya daha yatkın olması gerekirken neden bol güneş alan ülkemizin yaşlısının romatizmaları azar, ağrı çeker diye düşünürdüm. Sonra bol protein yerine bol ekmek yediğimizi hatırlardım.
Bazen aynı masayı paylaştığımız yada aynı gezide yan yana düştüğümüz yaşlı turistlerle konuşurken ülkemize defalarca geldiklerini, sadece ülkemizi değil dünyayı gezdiklerini anlatırlardı. Orta gelirli Avrupalı yaşlılar bütün dünyayı gezerken bizim yaşlılarımız kaplıcaya gidebiliyorsa kendini şanslı hissediyor. 
Şimdi çevremde yaşıtım insanların emeklilik hayalleri arasında Ege'de bir sahil kasabasında ev sahibi olmak ve bahçe ile uğraşmak düşünceleri var. Dünyayı gezmeyi düşünen çok çok az. Bizden önceki neslin böyle bir hayali bile olamadığını düşünüyorum. Varsa da istisnadır herhalde. Bu isteği sağlayacak para nerede diyorsunuz değil mi?
Yaşıtım bazı tanıdıklarım gezmesinden, zevklerinden, tatilinden kısarak zaten mevcut olan bir evlerinin yanında çocuklarına da ev almak için fedakarlıklar yapıyorlar. Herşeylerini erteleyerek sürekli yatırım yapıyor bunu da çocuklarının başına kakıyorlar. Ömür geçip gidiyor, dünyaya bir kez geliniyor farkında olmuyorlar.
Yıllar önce Amerika'ya yaptığımız gezi sırasında aynı turda tanıştığımız çok sevimli bir hanımefendi vardı. 80 yaşında bir kaymakam eşiydi. Eşi yıllar önce vefat etmiş, ölmeden önce birlikte Amerika seyahati yapmayı hayal etmişler fakat bir türlü nasip olmamış.  Hiç çocukları olmamış, eşinin  en sevdiği şey Amerikan filmlerini izlemekmiş. Belki de son seyahatini yapan  Belkıs hanım ilk kez geldiği New York'un bir çok caddesini sokağını, mağazalarının ismini biliyordu. Kendi başına kalsa New York sokaklarında yolunu bulurdu.
Belkıs hanım hem hayallerini gerçekleştirdiği için mutlu, hem de çok geç kaldığı için hüzünlüydü.
-Ah keşke gençken rahmetli ile gelebilseydik buralara, deyip durdu.
Bizde emeklilik aile hekimine gidip istediğin kadar ilaç alıp avuç avuç içmek, erkek evdeyse karı koca karşılıklı televizyon karşısında kadın programları izlemek,  kadının tekelinde olan evde kadının borusunun ötmesi, erkeğin artık işe yaramaz durumda olduğu hissini yaşanması, fiziksel bir durum yoksa bile hastalık emaresi, atışmalar, tartışmalar, çocuklar tatile gidip kendilerine daha sık gelmiyor diye küsmeler olarak anlatılabilir.
Çok az kişi;  Hadi hanım; Ayvalık'ta bir hafta 10 gün kalalım demez. Bunu diyecek olan da zaten aldığı üç kuruş emekli aylığı ile ancak manavdan ayva satın alabilir.

KİWİ


Yaklaşık 5 yıl önce YouTube'da çok paylaşılan bir video vardı. Büyük tavşanım her zamanki gibi bunu fark etmiş ve benimle paylaşmıştı. Video o kadar hoşuma gitti ki ben de arkadaşlarıma yolladım. 
Beş yıl önce öylesine izleyip hayali bir kuş sandığım meğerse var olan bir kuşmuş. "Yine mi seviye" başlıklı yazımda Tumblr'dan aldığın bir resmi yayımlamıştım. 5 yıl önce videosunu izlediğim bu kuş yine mahsun ve üzgün duruyordu resimde.
Kuşun adı Kiwi; Sadece Yeni Zelanda'da yaşayan uçmayan kuşlardan olan Kiwi soyunun tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıyaymış. Kanatlarının uzunluğu sadece 1cm ve kendileri tavuk büyüklüğünde.
Paylaşıldığı günden bu yana 6 milyon insanın izlediği bu video neden gözlerimizin dolmasına neden oldu?
Kiwi bir kuş ama uçamıyor. Başka bir hayvan olarak değil kuş olarak dünyaya gelmiş uçmak istiyor. Videoda bizi hüzünlendiren  Kiwi'nin hayatı pahasına bir kez bile olsa ağaçların üstünde süzülmek istemesi.
İnsanoğlu da böyle değilmidir ?
Bütün çabamız insanca yaşamak, bir ömre mal olsa da bunun için çaba sarf etmek değil mi?
Kiwiyi izlemeyeniniz varsa beğeneceksiniz. Daha önce izlediyseniz tekrar izlemek hoşunuza gidecek.

12 Haziran 2011 Pazar

SEÇMEK SEÇİLMEK


Seçim günü büyük babam babaanneme eliyle beş parmağını göstererek sıkı sıkı tembih ediyordu;
- Bak böyle altı tane ok var o resmin altına mührü basacaksın.
Birlikte güle neşe oy atmaya gittiler ama dönüşte büyük babam sinirli sinirli babaannemden önce eve geldi. Babaanneme neler olduğunu sorduk. Okuma yazması olmayan babaannem CHP'nin altı oku yerine adını şimdi hatırlamadığın simgesi el olan bir partinin resminin altına  mührü basmış. Mazereti çok yerinde.
- Ama elini göstermiş,  buna at oyunu demişti. Ne bileyim ben oku, el görünce ona attım.
O seçimlerde CHP az bir farkla seçimi kaybetmiş Demirel dört partili ittifakla "Milliyetçi Cephe" hükümetini kurmuştu.
Büyük babam sanki seçimi kaybetmelerinin neden babaannemmiş gibi bir süre  babaanneme ters davranmıştı. Zaten sevgili gelini kendi başına buyruktu, eşi de kendisini yanlış anlamıştı.
Annem bildim  bileli etki altında kalmayı sevmeyen biri olduğu için mi,  muhalif kişiliğinden midir yoksa sırf büyük babamı kızdırmak için mi bilemiyorum o yaşadığı sürece CHP'ye oy vermedi. Beş vakit namazını kaçırmayan, Cuma namazlarına giden dini bütün büyük babam CHP'ye oy verirken, uzun yıllar başını bile yarım kapatan annem Erbakanın partisi olan Milli Selamet Partisine oy verdi. 

Bugün seçim günü.
Propaganda yapmak yasak olduğu için gazetelerde telkinler yorumlar yapılamıyor ama çok hoşuma giden bir yorum oldu paylaşmak isterim.
"Bugün adam yerine konulduğunuz ender günlerden biri. Gidip oyunuzu atın ve bu günün tadını çıkartın."
Yarın Türkiye bambaşka bir güne uyanacak çünkü.

11 Haziran 2011 Cumartesi

PROTOKOL VE TÖRENLER


Küçük tavşanımın ilköğretim okulu diploma törenindeyiz.
Okulun bahçesine veliler ve misafirlerin oturmaları için sandalyeler ve koltuklar sıralanmış. Her zamanki gibi ilk bir kaç koltuk "Protokol" olarak ayrılmış. Protokolde oturanlar gururla çevreyi süzüyorlar. Protokol koltuklarının bazıları boş.
Diploma töreninin davetiyesinde yazılan saati yarım saat geçmesine rağmen tören bir türlü başlamıyor. İngiltere Prensi William'ın düğününde bir dakikalık bir sapma bile olmadığı bildirilmişti onu hatırlıyorum. İngiltere başbakanı bile tam zamanında girmişti kiliseden içeriye. Diploma alacak öğrenciler bir yerde toplanmış sabırsızlıkla kımıldanıyorlar. Sonunda aynı zamanda müdür yardımcısı olan öğretmen  duyuruyor.
- Saygıdeğer misafirler diploma alacak öğrencilerden bir iki tanesi gecikmiş onları bekliyoruz. Gecikme için özür dileriz.
Arkamda oturan kadın şöyle diyor;
- Külliyen yalan. Öğrenciler zaten bizden bir saat önce geldiler ve son provayı yaptılar, ne gecikmesi. Muhtemelen protokol bekleniyordur.
Aradan on dakika daha geçiyor okulun bahçesine bir araba giriyor. Arabadan çıkan adamı  yolda karşılayan müdür ve öğretmenler onu en öne oturtuyorlar. Arkamdaki kadın;
- Ben dememiş miydim? İl Milli Eğitim Müdürünü bekliyorlarmış meğer.
Tören başlıyor gecikmeden dolayı özür dileyen öğretmen töreni idare ediyor.
Okul birincisi olan kız alkışlar arasında çıkıp, muhtemelen okul idaresinin hazırladığı bir metni okuyor.
Okul birincisinin metinden okuduğu konuşma sürerken ortanca tavşanım beni çok güldüren bir şey söylüyor.
-Aslında sadece dönem birincisi değil  dönem sonuncusu da konuşma yapmalı. "Bütün bir yıl yattım, tamam sınavları zor verdim ama hiç pişman değilim." dese ne komik olmaz mı?
Hakikatten komik olurdu.
Okul birincisine plaketini vermek için İl Milli Eğitim Müdürü kürsüye çıktı ve buraya gelmeden önce başka bir törende bulunduğunu anlattı. Beklettiği için özür diledi. Bu arada velilerin gözü ister istemez kürsünün yanında bulunan geç kalmanın sebebinin öğrenciler olduğunu söyleyen öğretmene gitti. Öğretmenin yüz hali görülmeye değerdi. Sanırım günün kaybedeni o oldu.
Diploma töreninin ardından nihayet  çocukların merakla beklediği an geldi. 
Günün kaybeden öğretmedi; "Yeni bir hayata merhaba" dediği anda yüzden fazla çocuk aynı anda keplerini havaya fırlattı. Kepler masmavi kuşlar gibi etrafa dağıldılar. İki tanesi okulun balkonuna düştüyse de diğerleri yerlere saçıldı. 
Birden ablam geldi aklıma. Ablam bu sahneyi gördüğünde aklına gelecek ilk şey şu olurdu;
Kepler herkesin ayak bastığı pis yerlere düştü, bunları şimdi kim kafasına takacak?

9 Haziran 2011 Perşembe

ÜRKTÜM


Blog sayfamda Hürriyet'in akan reklamları var. Günün önemli başlıklarının olduğu yerde şöyle bir yazı geçiyor;
"Ürküten Rapor"
Üşenmedim Google'da bu sözü aradım. 23 saniyede 122 bin sonuç çıktı.Yahu ürkmeye ne kadar da meraklıymışız. 
- Uluslararası yardım kuruluşu OXFAM küresel ısınma konusunda yeterli önlem alınmazsa temel gıda maddelerinin fiyatının 20 yıl içinde iki kat artacağını söylemiş. Bu durum bizim için ürküten değil sevindirici  olsa gerek. Bizde 20 yılda değil neredeyse her yıl fiyatlar ikiye katlanıyor.
- Amerikalılardan ürküten rapor; ABD'li uzmanlar İstanbul'un yüksek tsunami riski altında olduğunu bildirmiş.
- Ürküten rapor; Yapılan bilimsel çalışmalar son 13 yılda diyabet hastalarının iki kat arttığını ortaya koydu.
- Kocaelinde ürküten rapor; Sanayi ve konutun iç içe girdiği Dilovası'nda anne sütünde ağır metale rastlandı.
- Türkiye için ürküten rapor; İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şubenin yaptığı araştırmaya göre yoksul ailenin çocuğu alkol ve esrara yöneliyor.
- Ürküten rapor açıklandı; 1983 yılından beri yaşanan maden kazalarında 647 madenci hayatını kaybetti.
- Ürküten rapor; Borsalar çökebilir.
- Ürküten rapor; Makine Mühendisleri odası kazan dairelerin patlamaya hazır bomba olduğunu bildirdi.
- İncirlik üssü ile ilgili ürküten rapor: ABD'nin Avrupa'daki nükleer silahlarının 3'te 1'inin İncirlik üssünde olduğu bildirildi.
..
Uzmanlar çocukları korkuyla değil sevgiyle büyütmemiz gerektiğini söyler hep.
Öcülerle büyümüş bir nesil olarak hala ürküten raporlarla korkutuluyorsak korkmamayı nasıl yaşatacağız içimizde?

8 Haziran 2011 Çarşamba

YEMEK SENİ YEMEDEN...


Güzel bir kitapçının önünden geçiyoruz. Vitrininde yeni çıkan kitaplar, rengarenk defterler, kalemler. İçeriden kitap kokusu geliyor burnuma, belki de sadece ben duyabiliyorum. Arkadaşıma dönüp;
-Burada çalışmayı çok isterdim, diyorum.
Bunu söylediğim arkadaşım ses çıkartmazken diğer arkadaşım da şöyle diyor;
- Ben de bu yandaki dükkanda çalışmak isterdim.
Üçümüz de bir kahkaha atıyoruz bu sözün üzerine. Karşılıklı tezgahlarda, fındık, fıstık, çerezin her türlüsü, rengarenk, çeşit çeşit lokumların olduğu mis gibi kokan bir dükkan arkadaşımın gösterdiği.
Biraz daha ilerlediğimizde 1950 yılından bu yana küçücük büfesinde Beyoğlu'nun en güzel çikolatalarının satıldığı yerin yanından geçiyoruz. İçimiz gidiyor ama almıyoruz.
Allahım neden insanların en sevdiği şeyler insanlara zararlı?
Çok şeker yeme dişlerin çürür.
Çok çikolata, pasta yeme kilo alırsın.
Patates kızartması kollestrolü arttırır.
Ekmek şişirir.
Kola mideye zararlıdır, selülit yapar.
Yağı söylemeye gerek var mı?

- Peki ya süt?
- Eh içebilirsin ama yağsız olanını.
- Yağsız sütün tadı berbat.
- Damak zevki önemli değil, önemli olan sağlık.
...
- Kızartma?
- Lafını bile etme.
- Hamburger, Pizza, Kebap?
- Duymamış olayım.
- Cips?
- ?
-Yumurta?
- Fazlası zarar.

Sebze yemelisin. Havuç, salatalık, domates, maydanoz, roka, lahana, biber, fasulye, bezelye...
..
Salatalıkta öldüren EHEC bakterisi bulundu.
Mısır ve Soya GDO'lu çıktı.
Domateste Hepatit A virüsü iddiası.
Rusya domateslerimizdeki tarım ilaçlarının sağlığı tehdit edecek boyutta olduğunu iddia ederek geri yolladı.
Uzmanlar sebzelerdeki hormonların tehlikeli boyutlarda olduğunu söyledi.
Süleyman Demirel Üniversitesi Ziraat Fakültesi sebzelerdeki hormonların fazla büyütülmemesi gerektiğini sebzelerdeki asıl tehlikenin zirai ilaçlar olduğunu bildirdi.
..
Bence yukarıda yazdığım her şeyi yemek lazım.
Nasıl olsa öleceğiz bari mutlu ölelim.