30 Nisan 2010 Cuma

YOLA ÇIKTIM MARDİN'E


Diyarbakır Havaalanına indiğimizde hava hafif yağmurluydu ama bu durum neşemizi bozmamıza neden olmadı.
Kısa bir Diyarbakır turu yapıp Mardin'e yola koyulduk. Bir buçuk saate yakın süren yolculuk sonunda yeni Mardin'e ulaştık.
Kaburgacı Selim Amca'da Kaburga Dolması yedikten sonra otelimize vardık.
Otel Eski Mardin'in tam ortasında konaktan bozma tarihi taş bir yapı. Hemen arkasında yükselen Zinciriye Medresesi'inden dolayı Zinciriye adını almış.
Otelin hemen her odasına dışarıdan giriliyor ve yamaca inşa edildiği için koridor yerine her yere merdiven ile inip çıkıyorsunuz. İlk iki katı eskiyi muhafaza ederek restore ettikleri için odalarda cam yok,tavanlarında yüksek oval kubbeleri var. Duvarlar taşlardan yapılmış. Yazın çok serin kışın sıcak oluyormuş.
Otelin her katında teras mevcut ve kot farkından dolayı terastan baktığınızda  mezopotamyanın inşa edildiği uçsuz bucaksız verimli ovaya bakıyorsunuz. Bir Dağın tepesinde kurulan Mardin'in  M. Ö. 8000 yıllarına uzanan bir geçmişi olduğunu öğrenince önünüzdeki ovada yaşamış medeniyetleri hayal etmeniz kaçınılmaz oluyor.
Otele yerleştikten sonra yürüyerek yapacağımız kısa şehir turunda yaş ortalaması 50 olan 10 kadın etrafa bir dağıldık toparlanmak mümkün değil. Hatta bayanlardan birkaçı bakır objeler almak için dokuzdan sonra kepenk açtırdı.
Hakkını yememek lazım esnaf çok kibar. Herkese" Hocam" diye hitap ediyorlar.
 ...
Ertesi gün Midyat, Hasankeyf turuna başladık. Rehberimiz Lokman bey Mardin'li ve işinin ehli. Çoluk çocuk herkesi tanıyor. Mardin'de Yezidi, Süryani ve Müslümanların olduğu bilgisini veriyor bize.
Bir Süryani Manastırı olan Deyrü'zzaffaran Manastırını gezdik. 640 yıl dünya Süryanilerinin Patrik merkeziymiş.
Ardından Midyat'a gittik. Grubumuzdan bazı bayanlar ilk kez heyecan belirtisi gösterdiler. Önce Tarihe olan ilgileri depreşti diye sevindim, fakat sevincim kısa sürdü. Sıla,bir Bulut Olsam ve adını hatırlamadığım birkaç dizinin çekildiği tarihi konağı ziyaret ederken merdivenlerden şikayet edenlerin basamakları koşar adım çıktıklarını görünce şaşırmadım değil.
Kadın kaç yaşında olursa olsun duygusal şeyler hayatlarında hep birinci sırada oluyormuş bir kez daha anladım.
Midyat Gümüş işleme sanatı Telkari'nin merkezi.Yüzük,bilezik, kolye, küpe gibi takılar çok az kalan telkari ustaları sayesinde hayat buluyor. Rehberimizin bize tanıdığı bir saatlik boş zamanı kuyumcuları gezmekle geçirdik. Arabamıza döndüğümüzde Hasankeyf'e gidene kadar rehberin anlattığını hiç kimse dinlemedi, çünkü herkes aldığı takıları birbirine göstermekle meşguldü. Rehber bu konuda deneyimli olsa gerek istifini bozmadan anlatmaya devam etti.
GAP Projesi çerçevesinde yapılacak Ilısu Barajı yüzünden sular altında kalacak olan Hasankeyf için ciddi kampanyalar yapılmakta ve bu kampanyalar Avrupada'da ses getirmekteymiş.
Hasankeyf'de kafanızı nereye çevirseniz 10.000 yıllık bir tarihle karşılaşıyorsunuz. Size hasankeyf'i anlatmam sayfalar alır. Fırsat bulduğunuz bir zamanda gitmenizi tavsiye ediyorum.
Nusaybin'den geçerken rehberimizin anlattığı bir uygulama çok ilgimi çekti yazmadan geçemeyeceğim.
Nusaybin Belediye başkanı Ayşe Gökkan, erkek belediye çalışanlarına tek taraflı sözleşme imzalatmış.
Bu sözleşme gereği Kız çocuğunu okutmayan, evinde şiddet uygulayan, aldığı maaşını evinin dışında farklı yerlerde harcayan çalışanları şikayet halinde işten çıkarmayı öngörüyor.

Son gece Antik Sur'da akşam yemeği yedik.Yemek ortamının en güzel tarafı müziği idi.
Bir grup gençten oluşan orkestra türk halk müziğini modern tarzda yorumluyor ,bunu da başarıyla yapıyordu.
Gruplar gecenin ilerlemesiyle masalarının yanlarındaki küçücük alanda bile oynadılar. Sonra çok ironik bir olay yaşandı.
"Reyhani" gösterisi için yer açıldı. Bir adam başının üzerinde içi meyve suyu dolu viski bardağı olduğu halde müzik eşliğinde oynamaya başladı. Hepimiz  hayretle bardak nasıl düşmüyor diye seyrediyorduk. Konuklar arasından bir kadın şarap kadehini başının üzerine koyup adamdan daha kıvrak hareketlerle oynamaya başladı. Kocaman kadeh kadının başında oynamadı bile. 
Adam bu işe bozulsa da ses çıkarmadan oyununa devam etti. Fakat Başrolü kaptırmıştı.
Müzik bittiğinde  en çok alkışı kadın aldı. Kadın da adet gereği bardağın içinde konulan paraları adama verdi.
Bu arada Mardin genç turist  popülasyonu açısından Güney illerimizden çok şanssız maalesef.
Üç gün boyunca bir tane bile genç güzel turiste rastlamadım. Yollarda 50 yaş üstü  Avrupalı kadınlar çoğunluktaydı.
Mardin için söylenen "Gündüz mezarlık Gece gerdanlık" teriminin anlamını da bizzat görerek öğrendim.
Gündüz Mardin'e baktığınızda sadece taşlardan yapılmış evleri gördüğünüz için mezarlığı andırıyor fakat gece Mardin kalesi, İpek yolu ve uzaktan Suriye'nin ışıkları o kadar güzel görünüyor ki adeta gerdanlığı andırıyor.
Bu arada Mardin'e katkılarından dolayı Cemil İpekçi'yi Murathan Mungan'dan daha çok seviliyor.








27 Nisan 2010 Salı

ARABADA YALNIZ VAR


16 yıldır yaşadığım semt TEM otoyoluna yakın olduğu için İstanbul içinde bir yere gideceksek bile trafiğe girmemek için bu yolu kullanırız.
Transit yol olduğu için belli saatlerde bolca kamyon olur.
21 yıllık şoför olarak iki kaza atlattım, ikisi de kamyon kazasıydı.
İlkinde beş yıldır araba kullanıyordum. İş çıkışı hafif bir yağmur yağıyordu ve virajda ani bir fren yaptım. Araba kayarak karşıdan gelen kamyona yandan çarptı. Allahtan kamyon şoförü direksiyon hakimiyetimi kaybettiğimi fark etmiş arabasını durdurmuştu. Bu yüzden çarpışma ölümcül olmadı. Araba hurdaya döndü ama ben ufak tefek sıyrıklarla atlattım.
Bu arada kazadan sonra beni arabadan çıkaranlara ısrarla ayakkabım ayakkabım diyormuşum.
Yardıma gelenler botlarımın ayağımda olduğunu fark edince sayıkladığımı düşünmüşler. Oysa ki, arabanın dikiz aynası kırılmış ve orada asılı duran arkadaşımın hediye ettiği süs ayakkabı yere düşmüş ben ondan bahsediyormuşum.
İkincisi; Bundan 5 yıl önce karlı bir günde TEM otoyolunda bir kamyon arabamı fark etmemiş ve beni yolun dışına atmıştı. Arabada ufak tefek çizik dışında bana ve kızıma bir şey olmadı.
Doğal olarak kamyonlardan çekinir oldum. Fakat kamyonların diğer arabalara göre bir ruhu olduğuna inanırım.
Üzerinde meyve sebze olan kamyonlar eşek ve atın biraz gelişmişi gibi gelir gözüme. 

Bir kaç yıl önce Antalya'ya giderken yol boyunca kamyon arkasındaki yazıları okumuştuk.
Bir tanesi özellikle çok küçük yazılmıştı ve yazıyı okumak için yanına yaklaşınca aynen şöyle yazıyordu;
"Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsan çok yaklaşmışsın demektir."
Sonra küçük bir kamyonette,  "Büyüyünce TIR olacak" yazıyordu.
Kamyon arkası yazılarında sınır tanımayan hayal gücünü fark etmemek mümkün değil.
"Araman için illa hata mı yapmam gerekir"
"Hatalıysam  kolaysa suratıma söyle"
Bazı yazılar felsefik olma konusunda çok gelişmiş. Tıpkı aşağıdakiler gibi.
"Ferrarisini satan bilge kamyonundan vazgeçmedi" ( kamyon şoförüyüm ama kültürlüyüm.)
"Araba da yalnız var"
"Uzaktan severim ruhun bile duymaz"
"Rüzgar özür dilese de dal kırıldı bir kere." (En beğendiğim bu oldu)
Bazı yazılar o kadar sevimli ki gidip kamyonu kucaklayasın geliyor.
İşte onlar;
"Korna çalma uyuyorum."
"Beni izleme bem de kayboldum."
"Babam sağ olsun ama arabayı ben aldım."
"Radar mahkumu."
...
Adam son model BMW'si ile kırmızı ışıkta durmuş. Arkasındaki kamyon mesafeyi ayarlayamadığı için BMW'ye çarpmış.
Adam hışımla arabadan inerek kamyon şoförüne bağırmak istediyse de bakmış şoför yalvarıp yakarıyor,arabada da pek bir şey yok;
-Nerelisin sen? diye sormuş.
-Kars'lıyım abi demiş kamyon şoförü.
- Tamam tamam ben de karslıyım. Memleketlimsin. Şimdi tutanakla, polisle uğraşmayalım, diyerek yoluna devam etmiş.
Bir kilometre gitmiş gitmemiş yine bir kırmızı ışıkta durunca arkasından bir çarpma sesi ile irkilmiş.
Bu sefer arabanın arkası göçmüş durumda.
Tam arabadan inecek;
Arkadaki kamyon şoförü el sallamış.
- Abi benim ben...





26 Nisan 2010 Pazartesi

BİRİ BENİ DURDURSUN


Hatay yazımda da belirttiğim gibi iki yıldır iş ve başka nedenlerden dolayı gezemediğim için," Gitmek" deyince hemen hazırda bekliyorum. Ama bu işin sonu hayıra alamet değil.
Yaşlı adam ölümden çok korkuyormuş.
Bir gün Azrail  "Artık çok yaşlandın" diyerek canını almaya gelmiş. Yaşlı adam azraile bir hafta daha canını almaması için yalvarmış.
Tamam demiş azrail ve bir hafta sonra gelmek üzere gitmiş.
Bir haftanın sonunda Azrail bakmış ki yaşlı adam küçücük çocuklarla oyun oynuyor.
"Hadi artık gidiyoruz"demiş.
Yaşlı adam " Görmüyor musun ben artık çocuk oldum, nereye gidiyorum?"
Azrail sakince cevap vermiş;
" O zaman Attaa gidiyoruz..."
...
Benim için durum biraz farklı. Azrail gelip "Hadi gidiyoruz" dese "Akşamları soğuk olur mu, yanıma hırka alayım mı? Yürüyeceksek rahat kıyafetler götüreyim " diyeceğim. Yanıma kitap, bloknot ve kalem de mutlaka alacağım.
Arkadaşım Mardin'e gidiyoruz deyince, biraz da ısrar edince kıramadım.
Bundan 4 yıl önce yine bir Mardin gezisi planlamış, Güneydoğudaki terör olaylarından dolayı iptal etmiştik.
Kısmet bu güneymiş.
...
Ben Mardin'i Murathan Mungan'dan öğrenmiştim yıllar önce. Mungan doğduğu şehri romanlarında o kadar masalsı bir dille anlatmıştı ki, bu mistik şehre hayran kalmıştım.
Unesco'nun Kültür mirasını koruma çerçevesinde, Venedik ile birlikte aday olacağı söylense de, bazı olumsuz raporlar yüzünden listeden çıkarılan şehir, Suriye sınırına yakın olması sebebiyle sık sık terör olaylarına da sahne oluyor.
Mardin için söylenen " Gündüz Mezarlık , Gece Gerdanlık" sözünün doğruluğunu merak ediyorum doğrusu.
Yemekleri için şimdiden bir şey demeyeyim.Tahmin edebiliyorum.
Mardin'i döndükten sonra da yazacağım.
Annem evden çıkıp komşuya gidince, babaannem tam bir kaynana edasıyla şöyle derdi;
" Yolcudur Abbas Bağlasan Durmaz"
Genlerimi seviyorum...

25 Nisan 2010 Pazar

TAKSİM - TAKSİM


22 yıldır İstanbul'dayım.
Taksim'e son iki yılda gittiğim kadar 20 yılda gitmedim.
Geçen yıl çalıştığım derginin reklam görüşmeleri için Taksim ve civarını fazlaca kullandık. Bu yıl evde olmama rağmen kuzenim, çocuklarım ve arkadaşlarımla bir çok defalar gitmişiz.
İtiraf etmeliyim ki çok kalabalık yerler beni yorar. İnsanların sürtünerek yanımdan geçmesinden de hiç hoşlanmam.
Eee..
O zaman ne işin var Taksim'de diyebilirsiniz.
Öncelikle araba kullanmak istemediğimde otobüsle gidilebilecek en merkezi yer olduğu  ve kızlarımın en sevdiği yer olduğu için Taksim olmazsa olmazlarımız arasına girdi.
Büyük kızımın Doğum günü vesilesi ile Taksim'e hem de cumartesi günü gitme gafletinde bulundum. İstediği bazı kıyafetler vardı ve kapalı bir mekanda gezmektense İstiklal caddesinde yürüyüş yapmamızı istedi.
İşinden dolayı haftanın 5 günü Taksim'de olmasına rağmen orayı tercih etti.
Aman allahım nasıl bir kalabalık.
Her tarzda, her yaşta kadın erkek aşağıya yukarıya akıyor.
Biz de o güruha katıldık. Önce aşağıya sonra da yukarıya bir gezinti yaptık. Bu iki gezi arasında eski Markiz'den yemek kulübüne dönüşen yerde kahvaltımızı yaptık.
Her zaman benim başıma gelen bir olay bu sefer yan masamızdaki genç çiftin başına geldi. Bizden önce sipariş veren çift beklerken bizim siparişimiz gelmiş ve yemeği yarılamıştık bile. Yanımızdaki masada oldukları için bu durumun farkına varıp kızdılar ve mekanı terk ettiler.
Genç çiftin bütün bir günü mahvolmuştur eminim. İkisinin de yüzünden düşen bin parçaydı çünkü.

Karnımızı doyurduktan sonra Mango'ya girdik. Kızıma birkaç parça giysi alacağız. İstiklal Caddesi Mango üç katlı ferah bir bina. Giriş katına o kadar çok koltuk koymuşlar ki bir an kendinizi tiyatro sahnesinde sanıyorsunuz. Fakat koltukların hemen hepsi dolu.
Eşi veya kız arkadaşı alışveriş yapan erkekler oturmuş, beş karış suratla etrafa bakıyorlar. Kadınlar ortada görünmüyor. Sonra kızımı takip ettiğimde kadınların yerini keşfettim. Soyunma kabininin önünde çift sıra halinde ellerinde dağ gibi giysilerle bekliyorlar. Obez durumundan yarım puanla sıyrılmış kadınlar ellerindeki 38 beden pantolon için görevli kızlara "Bunun bir beden büyüğü yok mu?" diye soruyor.
Allah için mağaza görevlileri eğitimli. "Bunun değil 40 bedeni 46 bedene bile girmeniz mümkün değil" demiyor.
"Maalesef kalmadı efendim" diyerek kadının gönlünü hoş ediyor.
Bu arada kızım tatil köyünde giyilecek tarzda kıyafetler ile kabin sırasını bekliyor.  Avukat olduğunu ve haftanın en az üç günü Adliyeye gittiğini değil de tatil köyünde animasyon ekibinde olduğunu zannediyor herhalde. Duruma el koymam lazım.
Deneyimli bir anne olarak Kumaş pantolon, Ceket, iki gömlek ile durumu kurtardık. Ama pantolonun pembe, ceketin nar kırmızısı ve gömleklerin de süslü püslü olduğunu söyleyerek ikimizin de dediğinin olduğunu belirteyim. Yani ikimiz de mutluyuz.
İstiklal caddesi boyunca yaptığımız gezinin iki katı alışverişte yoruldum. Allahtan kızımın arkadaşı bize katıldı da ikisini baş başa bırakıp soluğu otobüste aldım.
Yanıma oturan 30 yaşlarındaki kadın yol boyunca beynime taciz etti. Ankara'dan arkadaşına misafir geldiğini nerede ineceğini bilmediğini, İstanbul'da şoförlerin çok hızlı araba kullandığını ve bir sürü konulardan bahsetti.
Yasak olmasına rağmen sürekli telefonla konuştu.
Eve geldiğimde bir süre Taksim'e gitmeyeceğime kendime söz verdim.

24 Nisan 2010 Cumartesi

YAKIN MEKANLAR -2


Yakın mekanları anlatmaya devam ediyoruz.
Önce Sapanca, Polonezköy  şimdi de İğneada..
Bahar ve yaz ayları için gidilebilecek yakın mekanlardan biri İğneada.
Tem otoyolunda Edirne istikametinde Çerkezköy de yoldan ayrılıp eski yola Kırklareli istikametine devam edin Vize'yi 18 km geçtikten sonra İğneada yoluna girin.
İğneada trakya'nın Karadeniz sahilindeki son yerleşim yeridir. Asıl iğneada kıyıdan 4-5 km içeride olduğu için kıyıdaki köyün adı Limanköy'dür.
Kumsal ve orman iç içe geçmiş gibidir ve  denizin rengi, berraklığı Karadenizde olduğunuzu unutturur.
İğneada'ya giderken yol üzerinde garip bir doğa olayına şahit olursunuz.Yenice'yi geçtikten sonra yokuşu tırmanın. Hemen orada arabanızı durdurduğunuzda arabanızı boşta bırakın arabanızın yokuş yukarı gittiğini göreceksiniz.
Buradaki manyetik alan  mutlaka görülmesi gereken bir doğa olayıdır. Bahsettiğim yeri bulamam diye endişe etmeyin. Bu alanı çevre halkı fark edip, orada dinlenme tesisleri yapmışlar ve sizi yönlendiyorlar.
..
Ben on yıl önce gittiğimde İğneada'da Pansiyon, Otel, Lokanta daha azdı. Şimdi araştırmalarıma göre çok sevimli balık lokantaları ve pansiyonlar varmış.
O kadar yolu gittiğinize göre kalmanızda fayda var diye düşünüyorum.
Muratcan Motel, Orman Pansiyon, Deniz Pansiyon, Özel İdare Dinlenme Tesisleri, Şirin Pansiyon önerebileceklerim.
Limanköy bir koy içinde olduğu için Karadenizin dalgalarından nasibini almamış. Sakin bir kıyısı var.
Sahilin hemen yanından başlayan orman içlerinde göller ve piknik alanları mevcut.
Mayıs ve Eylül ayları arasında gidilmesi tavsiye edilir.
Restoranlarında her çeşit taze balık bulmak mümkün. Balık sevmeyenler için orman içindeki restoranlarda Trakya'nın eşsiz yemeklerini de deneyebilirsiniz.
Bonanza restoran, Şahin tepesi Restoran, Dalboy Restoran, Özge Restoran benim bulduklarım.
Dönüşte Sislioba köyünden ekolojik bal almayı ve Limanköy'deki 150 yıllık Fransız Fenerine gitmeyi unutmayın.

23 Nisan 2010 Cuma

24 NİSAN


24 Nisan 1934 tarihinde Türk Askeri uçak filosu 1 Mayıs törenlerine katılmak üzere Moskova'ya gitti.
24 Nisan 1955 - Yönetim kurulundan iki üyenin evlenmeye karar vermeleri üzerine 1953 yılında Gelibolu'da kurulan " Bekarlar Kulübü" dağıldı.
24 Nisan 1931 - Robinson Crusoe romanının yazarı İngiliz edebiyatçı Daniel De Fakto öldü.
24 Nisan 1948 - Ünlü Amerika'lı şarkısı Barbara Streisand doğdu.
24 Nisan 1988- İstanbul'da 4.8 şiddetinde deprem oldu.Can ve mal kaybı olmadı.
...
24 Nisan 1988 tarihi pazar gününe denk gelir. Bir gün önce Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramıydı.
26 yaşımdaydım ve İstanbu'a yerleşeli bir yıl olmuştu.
Hamileliğim boyunca her hafta yaptığımız gibi Büyükçekmece'de balık yemiş,sahilde dolaşmış, evimize dönmüştük.
Gece 12 gibi sancılarım başladı. Hastaneye doğru yola çıktığımızda eşimin karnını tuttuğunu fark ettim. Dokuz ay boyunca bendeki hamileliğin bütün belirtilerini gösteren eşim, şimdi de resmen sancı çekiyordu. Baktık arabayı kullanacak halde değil. Kuzenimi aradık. Eşi ile birlikte bize katıldılar. Arabada hiç çocuk görmemiş dört kişi hastaneye doğru yol alıyoruz. Benden daha heyecanlı diğer üç kişiye şakalar yapıyorum. 
Gece yarısından sonra hastaneye vardık.
Hamileliğimde doktorların erkek dedikleri bebek sevimli bir kız çocuğu olarak bize sürpriz yaptı.
Onu ilk kucağıma aldığımda bütün annelerin yaşadığı o inanılmaz mutluluk ve sahiplik duygusunu yaşadığımı hatırlıyorum.
Hastanede kaldığım gece 4.8 şiddetindeki depremi hissettiğimde kendimden ziyade bebek odasındaki kızım için korkmuştum. Sonra hemşireler bebeklerimizin iyi olduğunu söyledi.
..
Nasıl olsa erkek olacak diye 13 yaşındaki kuzenimin takacağı kız ismine evet demiştik. Sözümüzden dönmedik.
O sıralar çok az kişinin duyduğu Sahra ismini taktık kızımıza.
İsmi ile alakalı olsa gerek; Hep farklı bir çocuk oldu.Yaşından önce konuştu, yürüdü. Zamanından önce Okuma yazma öğrendi.
Hep başarılı uyumlu oldu.
Yıllar içinde anne-kız  çatışmasını en az düzeyde yaşadık. Empati duygusu o kadar gelişmişti ki ona bir şeyleri izah etmek için yorulmadım. Onun adına üzülmedim.
Biliyordum ki, o her zaman her şeyin üstesinden gelecek.
Sadece bir tek şeyde yanıldım.
"Hamilelikte bolca balık yerseniz çocukların göz problemi olmaz" tezine güvenerek hiç sevmediğim halde 9 ay balık yedim. Kızım 3 yaşından itibaren gözlük kullandı.
24 nisan 1988 tarihinde İstanbul'da 4.8 şiddetinde deprem oldu.
24 Nisan 1988 tarihinde ilk göz ağrım doğdu.
İyi ki hayatımdasın..
Doğum günün kutlu olsun.



22 Nisan 2010 Perşembe

TAKILDIM GİDİYORUM


Arkadaşım; " Takıntıları neden yazmıyorsun?" dedi.
İyi fikir olduğunu düşündüm. Çünkü çevremde takıntılı bir sürü insan tanıyorum."Kim bilir bilmediğim ne tür takıntılı insanlar vardır." diye araştırmaya başladım.
Tabi önce yakın çevremdekileri hatırlamaya çalıştım. Umarım bana kızmazlar..
Zaten ablamın haricinde kimsenin adını vermeyeceğim.
Ablam  kendini çok iyi bildiği için bana kızmayacaktır. Takıntıları konusunda onu eleştirdiğimizde " Ben deliyim uğraşmayın benimle" diyerek işin kolayına kaçıyor. Deliliği bir tarafa bırakın, tanıdığım en akıllı kadınlardan biridir kendisi. Sadece takıntılıdır.
Yıllar önce çocuklarımız küçüktü ve biz her yıl olduğu gibi ablamla aynı tarihte Sapanca'ya gitmiştik. Ablam gecenin bir yarısı ağlayarak  bizim odaya geldi."Galiba oğlum kuduz oldu, terlemiş ve ağzından salya akıtıyor" dedi. 5 yaşlarındaki yeğenimin yanına koştuk. Hakikatten biraz ateşi var gibiydi ama bütün gün bahçede koşturup terlediği için üşütmüş olabilirdi.
Ablama " Kuduz " olabileceğini nereden çıkarttığını sorduğumuzda verdiği cevap " Pes" dedirtecek cinstendi.
" Bahçemize bitişik olan amcamızın bahçesinde bir at var. Miskin hastalıklı olan at sürekli bizim duvardan bakıyor. Salyaları duvara gelmiştir. Ufuk'da duvara tırmanınca salyalarından kuduz mikrobu kapmıştır." 

Bir tanıdığım evine gelen misafirlerin ardından bütün her yeri çamaşır suyu ile siler dezenfekte ederdi.
Başka bir tanıdığım eve gelen bütün aile bireylerinin giysilerini kapının hemen girişindeki banyoda soyar, ev kıyafetlerini giydirdikten sonra salona alırdı.
Bir başka tanıdığım, sebze ve meyveleri sabunla yıkardı.
Bir başkası kapısının önünden kedi geçse, kedinin geçtiği yerleri yıkardı.
Arkadaşımın anlattığı başka biri çıplak elle tokalaşmıyor, eldivenle dolaşıyormuş.
...
Takıntılı ünlüler içinde en bilineni Müjdat Gezen'dir.
Simetri takıntısıyla bilinen tiyatrocu bir açılışta Bakanın kravatını düzeltmeye çalışmış. Semtinde bulunan cami minaresinin yamuk olduğunu fark edip, Eski Eserler Müdürlüğünü aramış. Birkaç gün sonra minareye iskele koyup düzeltmeye çalışmışlar.
Amerika'lı  ünlü aktris Cameron Diaz, evinin dışındaki kapı kollarına dokunmuyor, onları dirseğiyle açıyor,
" Başka insanların vücut salgılarına dokunmak istemiyorum" diyormuş.
Jesicca Alba yanında antibakteriyet sprey taşır, etrafındaki her yere sıkarmış.
..
Uzmanların dediğine göre her yüz kişiden 2 veya 3 kişi tedavi görecek kadar takıntılıymış. Hastalık 20'li yaşlarda çıkar ve kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülürmüş.
Ve maalesef hiç bir takıntı tedavisiz iyileşemiyormuş.

21 Nisan 2010 Çarşamba

SEVİMLİ DAHİ



Nisan ayı içinde her yerde "Albert Einstein'ın 55'inci ölüm yılı" haberini okuyorum.
Einstein deyince gözümün önüne parmağını prize sokmuş ve o yüzden beyaz saçları dimdik olmuş gibi duran,dili dışarıda bir adam geliyor.
Einstein hakkında herkesin az çok bir bilgisi vardır.
Gelin biraz hatırlayalım;
Yahudi asıllı Alman fizikçi.
Time dergisi "Yüzyılın İnsanı" anketinde akla gelebilecek bütün ünlüleri geçip,birinci sıraya yerleşmiş.
Dört yaşında konuşmaya başladığı söyleniyor.Okulda öğretmenleri tarafından fark edilmemiş,arkadaş ilişkileri zayıfmış.
Suyu sevmediği ,ayda bir banyo yaptığı söyleniyor.
Ayakkabılarını hiçbir zaman çorapla giymemiş.
Keman çalmaktan büyük zevk alırmış.
Yemek yemeği unutur,yemeğe oturduğunda da saatlerce tabağa bakar kalırmış.
Yahudi olduğu için Nazi Almanya'sından Fransa'ya kaçmış,Nazilerin Fransa'yı işgal etmesi ile Türk kimliği kullanarak ABD'ye geçmiş.
" İzafiyet Teorisini" geliştirerek zaman içinde yolculuk yapılabileceği kuramını sorgulayan fizikçi,kuramsal Fiziğe katkılarından dolayı " Nobel Fizik Ödülü" almış. 


" Teorim doğrulanırsa, Alman'lar Alman olduğumu,Fransızlar dünya vatandaşı olduğumu, yanlışlığı ispatlanırsa; Alman'lar yahudi olduğumu söyleyecek, Fransızlar'da Alman olduğumu. "
" Sıra dışı insanlar daima sıradan insanların şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar"
" İnsanların ön yargılarını yıkmak, atomu parçalamaktan daha zor."
" Tanrının zar atmadığına eminim."
Sözlerinin sahibi dahi için ilginç bir anekdot anlatılır;

Einstein konferanslarına hep özel şoförü ile gidermiş. yine bir konferansa gitmek üzere yola çıktıkları bir gün şoförü Einstein'a;
"Efendim, uzun zamandır siz konuşmanızı yaparken ben de arka sıralarda oturup sizi dinliyorum ve neredeyse söyleyeceğiniz her şeyi kelimesi kelimesine biliyorum" demiş. 
Einstein gülümseyerek ona bir teklifte bulunmuş: 
"Peki, şimdi gideceğimiz yerde beni hiç tanımıyorlar... O halde bugün palto ve şapkalarımızı değiştirelim, benim yerime sen konuş, ben de arka sırada seni dinlerim.
" Konferansta şoför, gerçekten çok şahane ve başarılı bir konuşma yapmış ve sorulan bütün soruları doğru cevaplamış, fakat tam yerine oturacağı sırada bir kişi, o güne kadar konferansta sorulmamış ağır bir fizik sorusu sormuş. Şoför, hiç duraksamadan soruyu soran kişiye dönüp:
"Böylesine basit bir soruyu sormanız gerçekten çok garip" demiş ve sonra da salonun arkasında oturan Einstein'ı işaret ederek şöyle devam etmiş;
"Şimdi size arka sırada oturan şoförümü çağıracağım ve sorduğunuz soruyu, göreceksiniz o bile cevaplayacak"

20 Nisan 2010 Salı

TEBESSÜM

                                                      yiğit özgür
Adam elindeki son yüz lirayla kumar oynamak ister. Kumarhanenin yolunu tutar. İnanılmaz bir şansla 100 milyon kazanır. Hemen eşini arar;
- Hanım hemen valizini hazırla, eşyalarını doldur çabuk..Kumarda 100 milyon kazandım.
Karısı sevinçle sorar;
- Harika bir haber bu..Hemen hazırlanıyorum...Nereye gideceğiz..Paris, Roma, Londra...?
Adam cevap verir;
- Umurumda değil. Eve döndüğümde gitmiş ol yeter.

........
Sherlock Holmes ile Dr. Watson kampa giderler. Güzel bir yemek yiyip bir şişe de şarabı devirdikten sonra uykuya dalarlar. Birkaç saat sonra Holmes uyanır ve arkadaşını dürter;
-"Watson, yukarıya bak ve bana ne gördüğünü söyle".
- Watson cevap verir: "Milyonlarca yıldız görüyorum."
- Holmes sorar: "Bu sana neyi gösteriyor?"
- Watson bir an düşünür ve yanıtlar: " Astronomik olarak milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını görüyorum. Yıldızların konumuna bakarak saatin 3'üçeyrek geçtiğini çıkarıyorum. Teolojik olarak tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik açıdan da bugün havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Neden sordun? Sana ne gösteriyor? " Holmes arkadaşını sabırla dinlemiştir ama artık dayanamaz:
- "Ulan ahmak, çadırımızı araklamışlar!" 
                                             Yiğit Özgür

 Bir otobüs dolusu politikacı seçim kampanyası için Teksas'ta dolaşıyorlarmış. Otobüs büyük bir çiftliğin yanından geçerken, şoförün dalgınlığı yüzünden derin bir şarampole uçmuş. Çiftçi koşarak gelmiş, gece kurda kusa yem olmasınlar diye cesetleri gömmeye başlamış. Ertesi sabah, Şerif soruşturma için çiftliğe gelmiş.Çiftçiye sormuş:
-"Otobüsteki bütün politikacıları gömdün demek...Hepsi de ölüydü, eminsin değil mi?"
- Çiftçi cevap vermiş: "Bazıları yaşadıklarını iddia ettiler ama politikacıları bilirsiniz....Nasıl yalan söylerler!!!"




19 Nisan 2010 Pazartesi

TREN GELİR HOŞ GELİR



İzlediğim filmde yaşlı adam çocuklarını görmek için bir şehirden diğerine tren yolculuğu yapıyordu.
"Bir ülkenin medeniyeti, O ülkenin Tren yolu ağlarının çokluğu ile ilişkilidir." demiş biri. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra tren yolu konusunda bir ilerleme kaydetmediğimiz göz önüne alınırsa medeniyetimizden kuşku duymam gerekecek.
Bizde trenlerden bahsedilen bir konu oluyorsa  büyük çoğunluğu tren kazalarıyla ilgilidir.Bu kazaların sorumluluğunu kimse üzerine almaz ve bir süre sonra da unutulur gider.Aynı kaza Japonya'da olduğunda ulaştırma Bakanının harakiri yapıp kendini öldürdüğünü duyuyoruz. Bizimkilerin harakiri yapmasını istemeyiz ama en azından biraz mahcup olsalar iyi olmaz mı?
Trenler  konusunda Japonya çok gelişmiş.Hatta Japonya  trenler ülkesi olarak anılıyor, Japon demir yolları 22 milyon yolcu taşıyormuş.Yani bir Japon yılda  yaklaşık 200 tren seferi yapıyormuş.
Bizde Ankara-Eskişehir gibi yerlere gitmeyecekse, hemen hemen kimsenin aklına tren yolcuğu gelmez.
Geçenlerde bir turizm şirketinin, Trenle GAP ve Karadeniz tur ilanı dikkatimi çekti. Fiyatlara bakınca bir aile tura katılacağına o fiyata treni satın alabilir diye düşünmeden edemedim.
Tren ile ilgili annemin anlattığı bir anı hemen aklıma gelir.
Eskiden Çerkez kızlarının saraya alınıp eğitilmesi geleneği varmış.İsteyen kızlar sarayda kalır,uygun biriyle evlendirilir,istemeyenler de eğitimden sonra çeyizi hazırlanıp evine yollanırmış.
Anneannem de 7-8 yaşlarında gittiği sarayda bir süre  kaldıktan sonra ailesini çok özlediği için orada durmak istememiş. Sürekli ağlıyormuş. Anneannemi bir sandık çeyizle evine yollamışlar. Yıllar sonra dayımlar da saraydan gelme altın varaklı bir ayna hatırlıyorum. Dayımlar rengini beğenmedikleri için aynanın ahşabını türbe yeşiline boyamışlardı.
Anneannem evlendikten sonra annem evin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş.
...
19 kasım 1938 tarihinde anneannem,dayımı teyzemi ve annemi de yanına alarak  tren yoluna gitmişler.O gün köyde sokaklarda hiç kimse kalmamış.Herkes "Atatürk istanbul'dan Ankara'ya trenle geçecek" diyerek saatlerce tren yolunda beklemeye başlamışlar.
Sonunda uzaktan bayraklarla süslenmiş tren belirmiş. Bütün köy halkı önlerinden geçen trene el sallamış.Ama genç, yaşlı, kadın ,erkek  gözleri yaşlı öylece bakmışlar. Bayraklara sarılı tren Ata'nın Naaşını Dolmabahçe Sarayından alıp Ankara'ya Etnografya Müzesine götüren trenmiş.
...
Siroz teşhisi ile hayata gözlerini yuman Ata'nın ardından gözyaşı döken yirmili yaşlarındaki anneannem, yıllar sonra Ata'yla aynı yaşlarda sirozdan vefat etmiş.

18 Nisan 2010 Pazar

ARPAMIZ FAZLA GELDİ


Kuzenimle Beyoğlu Asmalı Mescit'de bir kafede yemek yiyoruz.
Önümüzdeki kağıt Amerikan servislerinin üzeri çeşitli yazı ve resimlerle dolu. Yemeğimizi beklerken yazıları okumaya çalışıyorum. Çalışıyorum diyorum çünkü yazılar küçük, benim gözler yaşlanmış. Zaten mekan yeni deyimle Teenager bir müşteri potansiyeline sahip. Bir de yakın gözlüğümü çıkarıp dinozor durumuna düşmek istemiyorum. Bira resmi dikkatimi çekti kağıtta ve altında aynen şöyle yazıyor;"Arpamız fazla geldi."
Haydaa..Yanlış okudum herhalde.. Kuzenime " Okusana şunu " diyorum.
Evet doğru.
Biz çocukken yaramazlık yaptığımızda büyükler hem bizi küçük düşürecek, hem de kibar bir kelime kullanacakları zaman kullanırlardı bu terimi."Sizin arpanız fazla geldi galiba"
Bu lafı duyan çocuk anlardı ki; "Evladım sen hayvan mısın? Seni çok besledik yerinde duramıyorsun"
Kendini bilen bir çocuk bu durumda bozulur, bir kenarda oturdu. İşi pişkinliğe vuranlar ise hiç duymamış gibi yaparlar ve yaramazlıklarına devam ederdi. Ama her halükarda bu sözün ağır hakaret içerdiğini herkes bilirdi.
"Arpamız fazla Geldi" Yazısı bira reklamıymış meğer. Bize değil biraya hakaret etmişler şükür.
Kuzenimle eskiyi yad ederken garson siparişlerimizi sordu. İki kişi bir pizza, salata çay ve su istedik. Önce sular geldi. Kocaman bir şarap kadehinde bir parmak...
Garsonu geri çağırıp damlalık istedim. Anlamamış gibi yüzüme bakınca, getirdiği suyu anca damlalıkla içebileceğimi söyledim."Arkadaş doldurmuş ta.." gibi yarım bir cümle ile geri gitti ve sularımıza ilave yaptı. Nihayet sular yarım bardak oldu.
Pizza yiyeceğiz ama garsona önerisini sorma gafletinde bulunduk. Çedarlı pizzayı o kadar övdü ki yemesek alınacak belli, onu istedik. Yanına Yeni moda terim Akdeniz  salata. Bildiğimiz yeşil salata işte..
Sonunda pizza geldi, kuzenimle anlamlı bir bakış attık birbirimize. Zar gibi incecik hamurun üzerine salçalı peyniri karıştırıp koymuş, pişirmişler.
Belli ki aşçı yamağı ilk denemesini yapıyor, hamurun üzerine salçalı peyniri koyup, diğer malzemeleri koymayı unutmuş ve fırına sürmüş. Çıkan pizzamsı şeyi de gençlerin gideceği kafeye gelen bu iki orta yaş bayanlara verelim bir daha gelmeye tövbe etsinler diye düşünmüşler eminim.
Yemekle birlikte istediğimiz iki çaydan benimki yemek öncesi, kuzeniminki yemek sonrası geldi. Garsonun dediğine göre çay bitmiş dibini bana vermişler.
Yemek seremonisinin en hoş anı sokaktan geçen çalgıcıların gösterisiydi.
Dönüş yolunda Hacı Abdullah'da yemediğimiz için kendime kızdım. Kuru fasulye, Pilav, Dolma, Mis gibi turşu ve sütlaç yiyecektik.
Kuzenimin " Acaba başka bir yerde karnımızı iyice doyursak mı?" önerisini hiç duymamış gibi yaptım. Taksim meydanında kestaneciden aldığımız kestaneleri yiyerek evimize döndük.

16 Nisan 2010 Cuma

HATAY



Büyük kızımla küçük bir seyahat yaptık.
İki yıl aradan sonra ilk kez uçak yolculuğu yapacağım.  İki el çantasına koyduk eşyalarımızı. Maksat valiz kuyruğunda beklememek. Ortalama Türk  insanının yaptığı gibi havaalanına istenilen saatten çok daha önce geldik. Ya trafik sıkışık olursa, ya uçak erken kalkarsa… Check-in işlemlerini bilgisayardan yaptığımız için aslında erken gitmemize de gerek yok. Ama tedbirliyiz.
Havaalanında bizi uçağa götürecek otobüsü beklerken  adamın biri elindeki telefonla olur olmaz resimler çekiyordu. Adam sürekli bir yerleri çekiyor biz de dahil herkes “Acaba o resim karesinde ben de çıktım mı” diye tedirgin oldu. Hatta adama ters ters bakanlar da oldu fakat o hiç umursamadığı gibi, otobüs te bile resim çekemeye devam etti. Belli ki telefonunu yeni almıştı.
Hatay’a ilk kez gidiyorum ve bildiğim şeyler; Yemeklerinin çok iyi olduğu, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1939 yılında halkın kendi  iradesiyle Türkiye cumhuriyeti sınırları içinde olmak istemeleri. 2039 yılında tekrar bir referandum yapılıp halka sorulacağı. 
İster misiniz halk "Biz artık Türk vatandaşı olmak istemiyoruz. eskiden olduğu gibi Fransız  himayesine girmek istiyoruz” desinler.
Diğer bildiğim ; Hristiyanlığı yaymak için Hatay’a gelen havarilere yardım ettiği gerekçesi ile zamanın puta tapanları tarafından öldürülen Habib-i Neccar’ın adını alan dağı, Camii ve Türbesi. Camii ve Türbe onarılıp halkın ziyaretine açılmış. Kızımla birlikte türbeye inmek istedik. Dar bir merdiven ile iki kat yerin dibine iniyorsunuz. Küçücük bir odada iki mezar. Birinin çocuk mezarı olduğu anlaşılıyor. Kızım korktu ben kapalı yerde kalma korkumu belli etmediysem de dua okuyup çabucak gün yüzüne çıktık.
Şehir eski ve yeni olmak üzere ikiye ayrılmış. Yeni olan taraf tahmin edileceği gibi modern yerleşim yerleri olmuş. İstanbul’un bazı kenar semtlerinde görmeye alıştığımız kiremitsiz evleri burada görmek mümkün değil.
Eski şehir dokusu fazla bozulmadan muhafaza edilmeye çalışılmış. Sokaklar gerçekten çok dar ve labirent gibi. İki insanın yan yana geldiğinde ancak geçebileceği genişlikteki sokaklardan bir arabanın geçmesi mümkün görünmüyor.
Dar yollar beton kaplanmış ve tam ortada küçük bir su yolu yapmışlar. Evlerinin önünü yıkayanların suları, yağmur suları burada küçük çaplı bir dere görünümünde.
Bu dar yollardaki evlere girmek için bir kapı görünüyor fakat o kapı eve değil evin avlusuna açılıyor. Evlerin pek çoğunda dışarıdan fark edilmeyen şirin,  kapı önü bahçeleri var. Sokaklarda,  avlularda  dikkatimi çeken, her tarafın beton oluşu. Sanırım çok yağmur alan bir şehir olduğu için çamuru önlemek amacıyla evlerin bahçe kısmı betonlaştırılmış. Betonların arasında bir, iki ağaca rastlamak mümkün.
Uçaktan indikten sonra biraz şehir turu yaptık , oradan da yemeğe. Şehrin içinde bir restoran beklerken kenar bir semtte, dışarıdan bakıldığında esnaf lokantalarını andıran bir yere girdik. Adı Özlem Restoran. Arkada,  küçük  bir dereye bakan sade sevimli bir bahçeye çıktık. Bizi getiren uçağın pilotlarının da bulunduğu bir grup neşe ile yemeklerini yiyordu.
O kadar çok meze ve salata geldi ki ana yemeği istemek konusunda tereddüt ettik. Etler tam ayarında pişmiş ve lezzetliydi. Garsonlar yemeğin bitiminde kolonya ikram ederken bile "Hoş geldiniz" diyorlar. Restoran sahibi bizzat gelip ilgileniyor.
Hatay denince akla künefe geliyor. Hemen her sokakta bir künefeciye rastlamak mümkün. Künefeyi,  dondurma, kaymak, fıstık eşliğinde sunuyorlar. Gece geç saatlere kadar açık olan künefeciler var. Bu kadar künefe tüketen bir şehirde nüfus patlaması yaşanmaması garip…
Hatay’a tepeden bakınca iki yerde yeşillik görüyorsunuz. Biri mezarlık, diğeri  Fransız’ların döneminden kalma park. Asi Nehrinin hemen yanındaki parkta yüz yıllık ağaçlar görmek mümkün. Belediyeler arası  moda yarışında birinci sırayı kaptırmayan  açık hava spor aletleri burada da konuşlanmış. Üzerinde pantolon, makosen ayakkabılar, elbiseler, paltolarla  aletlerde mekik çeken pedal çevirenler burada da vardı.
Suriye sınır kapısı açıldıktan sonra şehre bir canlılık geldiği söyleniyor. Her dinden insanın  özgürce yaşayabildiği güzel bir doğu akdeniz kenti olan Hatay, görmeyenler için şiddetle tavsiye edilir. Bakarsınız 2039 da Türkiye sınırları içinde olmak istemezler. Bu sefer de pasaportla girmek zorunda kalırsınız.
 

15 Nisan 2010 Perşembe

YOLLAR YILLAR


Uzun yola da,  kısa yola da gitsem bir telaştır alır beni.Heyecanla karışık merak duygusu..
Hele yolculuklara çocuklarımla çıkacaksam heyecanım iki kat artar.
Yıllar önce çok çocuklu her kadın gibi "Acaba ne unutacağım" diye gereğinden fazla eşyalar da doldurmuşluğum vardır valizlerimize.
Sonra tatil defteri hazırladım kendimize.Herkesin adının olduğu bir sayfa vardı.O sayfalara ne götürülmesi gerekiyorsa onları yazardım.Birinin mayosu diğerinin terliği unutulmasın diye..Bir de diş macunu, şampuan,saç fırçası,güneş kremi gibi ortak kullanımların bulunduğu bir listem olurdu. Beş kişi üç bavul. Ben ve eşim bir, iki küçükler bir, büyük kızım bir bavul.
...
Kızlarımın büyümesini beklemedim tatil yapmak için. Büyük kızım 4 aylık olduğunda çocuklu ilk tatilimizi yaptık.Bu gelenek diğer kızlarımızda da sürdü.
Yaz tatillerini  küçük çocuklarla biraz daha kolay geçiriyorsunuz, çünkü hava sıcak,üşütme derdi yok. Zaten suyu çok seven üç kıza sahip olduğum için de ayrıca çok şanslıyım.
Kış tatilleri küçük çocuklarla daha yorucu geçerdi.Kalın kayak kıyafetleri, bunların giyimi sırasında yaşanan arbede..
Küçük kızım ilkokula gidene kadar kayak yapanları seyretmek zorunda kaldım.Sonra ikimiz birden öğrendik.
7 yaşında bir çocuğun "Anne kar sapanıyla kayılmaz,paralel kayacaksın" uyarıları çevreden tebessümle karşılanırdı.İki büyükler bırakın yanımıza gelmeyi tepelerden bir yerlerden el sallamakla yetindiler hep.
...
İlk zamanlar yolculukların olmazsa olmazlarından ilaç şişeleri çantanın büyük bir bölümünü kaplardı.Ve de mide bulantısı hapları. Bu kadar gezen bir ailenin üç kızı da mide bulantısı çeksin hayret ederdim.Arabanın her yeri poşet doluydu.
Büyük kızım maalesef bir kobay gibi mide bulantısını geçirme denemelerimizin kurbanı oldu. Nereden duyduysak birkaç damla benzin içirmek iyi gelir demişlerdi. Bizde tatil yolunda bunu kusmalarından bezdiğimiz için bir benzin istasyonunda pompacıya rica ettik. Verdiğimiz bardağa benzin koydu.Pompadan benzin damlamadığı için bardak yarıdan çok olmuştu.Bizde büyük kızıma verdik.
Yaz sıcağında bardaktakini su zanneden kızım bir çırpıda hepsini mideye indirdi...
Sonrası komedi filmlerindeki gibi bir durum.Kızım kıpkırmızı bir yüzle ve saçlar dimdik(kıvırcık saçları vardı)
vaziyette kendini yere attı.Bir çığlık sesi var ama ondan değil benden.Çocuğun nutuku tutulmuş yerde öylece yatıyor.Ben ise bas bas bağırıyorum"Eyvah çocuğum gitti" diye.
Sanki biri kızıma zorla benzin içirmiş..
Kızımı bırakıp herkes beni sakinleştirmeye çalışıyor.
Bir gün boyunca çocuğu ateşten,sigaradan uzak tuttuk alev almasın diye.
Ne mi oldu?...Yine midesi bulandı.
Sonra 2002 yılında Amerika'ya gittiğimizde deniz tutmalarına karşı hazırlanmış bileklikleri keşfettik. Yolculuklar da keyifli hale geldi.
Yıllar içinde fark ettim ki yolculuk yapmaktan büyük keyif alıyorum.Vardığım yer değil benim için önemli olan yaptığım yolculuklar. İki gün için bile olsa küçük bir çanta hazırlamak, havanın nasıl olacağını hesaplamak, arkanda bir şeyleri bırakıp gitmek...Ve o birşeylere geri dönmek..
Hayata benzetirim yolculukları.
Bir yerden başlıyoruz,sonu belli ve biz sürekli hayatın içinde yolculuk ediyoruz.

13 Nisan 2010 Salı

KEMANCI BAŞIMIN TACI


Zaman zaman mail kutuma çok güzel  forward mesajlar gelir.
Geçtiğimiz günlerde bu mesajlardan biri çok hoşuma gitti ve bazı arkadaşlarımla paylaştım.
Klasik müzik sever misiniz ?
Hiç bahane bulmayalım.Türk milleti sözde klasik müzik den haz ettiğini söylese de, özde oyun havalarıyla göbek atmayı
tercih eder.
Kelli felli adamların oyun havası çaldığında içine Nesrin Topkapı girmişçesine,beline ceketini bağlayıp gerdan kırdığını çok gördüm. Hatta bazıları oyun pistine gidene kadar plaket almaya gidiyormuş gibi ciddi bir ifadeyle çıkar ve birden oynamaya başlar.Daha iki dakika önce borsadan,döviz girdilerinden bahseden adam sanki o değildir.
Türk kadını Armut tipi fiziğinin verdiği avantajla zaten göbek atmanın kitabını yazabilecek yetenektedir.Hatta sahnede dans eden oryantalle aşık atacak cürette olanlarına bile rastladım.
...
Geçtiğimiz hafta İzmir'de çekilmiş bir videoyu hem hayret, hem de hayranlıkla izledim.Kocaman bir salon.
Belli ki bir düğün salonu ve 150'ye yakın kadın erkek harmandalı oynuyor. Öyle bir uyum içinde oynuyorlar ki sanki daha önce prova yapmışlar.
"Kapı gıcırtısına oynamak" sözü de sadece bize ait olsa gerek.
...
 Mail kutuma gelen forward mesajda çekik gözlü çok güzel bir genç  kız keman çalıyor.
Evet tahmin ettiniz...
Vanessa Mae..
Şimdiye kadar dinlemediyseniz çok şey kaybetmişsiniz.
Vanessa Mae, 1978 yılında Singapur'da doğmuş.3 Yaşında piyanoya başlamış,daha sonra kemana geçmiş.
7 Yaşında Yılın En Başarılı Genç Sanatçısı seçilmiş.
10 Yaşında Londra Flarmoni Orkestrasında çalmış.
Vanessa Özellikle Beethoven, Mozart, Vivaldi gibi bestecilerin eserlerini modern tarzda yorumluyor.
17 yaşında çıkardığı ilk albümü 3.5 milyonluk satış yapmış.
En büyük hobisi pahalı kemanlar satın almak.150.000 Sterline aldığı kemanı çaldırmış.Sonra polis bulmuş.
Kazandığı paranın hatırı sayılır bir kısmını hayır kurumlarına bağışlıyor.
32 milyon sterlinlik serveti ile İngiltere'de kendi parasını kazanmış ikinci genç olarak biliniyor.
Çok garip bir rastlantı.Klasik keman ustası Niccola Paganini ile aynı gün doğmuş olması.
..
Vanessa Mae'in yorumladığı eserlerden dinlediğim ve sizlere önereceklerim;
Sabre Dance, Beethoven Symphony No.5, Storm( Vivaldi), Four Season(Vivaldi), Classical Gas...
...
Gerçi göbek atılamıyor, harmandalı da oynanmıyor ama müziğin çeşitliliği iyidir..

12 Nisan 2010 Pazartesi

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

Büyük kızım şimdiki nesil hakkında verdiğim nutuk tan sonra şöyle dedi;
" Those who criticize our generation forget who raised it" ( İngilizce yazımdan sonra bunu sıkça yapıyor.Türkçe söylemek yerine özellikle ingilizce söylüyor..Beni sınıyor aklı sıra.Sapanca'da kolej vardı biz gitmedik ya.)
" Yeni nesli eleştirenler, onları kimin yetiştirdiğini unutuyorlar."
- Kim demiş bakalım bunu? ( Kim demişse çocukların eline fırsat vermiş ve hiç iyi etmemiş.)
Kızım hınzırca gülüyor..
..
Bir arkadaşım  blogunda yayınlarsın diye güzel bir dosya yollamış.
Eminim bazılarını biliyorsunuzdur.Zaten dosyanın adı da " Bunları biliyor musunuz?" Dosya bana İngilizce geldi fakat ben Türkçe yazacağım. Anlamadığım kelimeler için de kızımdan yardım alacağım.
...
Kalbimizdeki kasların gücünün kanımızı 10 metre yükseğe fırlatabildiğini,
Filin zıplayamayan tek hayvan olduğunu,( yukarıda resimdeki inat etti zıplarım diye)
İnsanların örümcek korkusunun ölüm korkusundan daha çok olduğunu,
Kutup ayılarının solak olduğunu. ( Kalem tutuşturmuşlar hayvanın eline herhalde.)
Timsahların dillerini çıkaramadıklarını,
Hamam böceklerinin kafası kopmuş olsa da 9 gün yaşayabileceğini,
Kelebeklerin ayaklarıyla tat aldıklarını,
Hapşırırken gözümüzü açık tutmanın imkansız olduğunu,
Sivrisineklerin sadece dişilerinin ısırdıklarını,
Deniz yıldızının beyni olmadığını,
Thomas Edison'un karanlıktan korktuğunu,
Amerika'lıların % 60'ının haritada kendi ülkelerini bulamadığını,
Kendi dirseğimizi yalamamızın mümkün olmadığını,
Paris Versailles Sarayının 1300 odası olup, hiç tuvaleti olmadığını,
Parmak izleri gibi dil izlerimizin de benzersiz olduğunu,
Bu yazıyı okuyanların pek çoğunun dirseğini yalamak için uğraştığını.
Biliyor muydunuz?