29 Kasım 2011 Salı

ZİYARET


Arkadaşım ameliyat oldu, ziyaretine gittik. 
Hastanenin girişi otel lobisi gibi temiz, çiçeklerle süslenmiş. Girişin sağ tarafında danışma masası, iki güzel kız oturuyor, makyajlı, süslü. Sol taraf bir basamakla çıkılan salona açılıyor. Yeşilin tonlarında döşenmiş kafe tarzı kantin. Asansörle 4. kata çıkıyoruz, köşe bir oda. Arkadaşım iki refakatçisi ile muhabbet ediyor. Maşallah rahim ameliyatı olmuş gibi değil. Hatta kendisine telefonda geçmiş olsun diyen erkek akrabasına espri yapıyor. "Ulu orta dillendireceğim bir ameliyat olamadım bir türlü." Daha önceki yıl da hemoroit ameliyatı olduğunu kastederek.

Hastanın pozitif enerjisi bize de geçiyor, güle neşe içeriye giriyoruz. Kaldığı kat normalde doğum katı olduğundan, "Hani bebek?" diye şakalaşıyoruz. Sanki hastaneye değil de evine ziyarete gitmişiz gibi çay, kurabiye ikram ediyor refakatçi olan arkadaşımız.
Hemşire geliyor, elinde ucunda boru olan üfledikçe borunun sonundaki küçük topların yukarıya çıktığı bir alet var. Sanırım nefes testi gibi bir şey bu. Arkadaşım bir kaç kez üflüyor. Toplar yukarıya çıkıyor. "Ooo sen burada işi oyuna vurmuşsun." diye şaka yapıyoruz. Toplarla ilgili "Beyefendi'nin" bir anısını anlatıyorum.

Bir hastasına ameliyat sonrası üflemesi için buna benzer bir alet vermişler. Hanım hastasının refakatçisi kocası. Beyefendi hastaya soruyor; 
"Balonu üflüyormusunuz?".
Kocası cevap veriyor; "Hanım çabuk yoruluyor, onun yerine  ben üflüyorum doktor bey."
Arkadaşımı iyi görmenin verdiği rahatlıkla gülerek ayrılıyoruz hastaneden. 
Yakın bir zamanda annemi bir haftalığına hastanede yatırmıştık. Annem de tıpkı arkadaşım gibi metanetliydi. Aslında akciğerleri kötü durumdaydı, 76 yaşındaki bir kadın için riskli bir durumu vardı ama bizi üzmemek için öyle sorunsuz durdu ki hem biz panik olmadık, hem de kendisi bu süreci çabuk atlattı.
İnsanların hisleri ayna gibi, ne düşünürsek, nasıl hissedersek karşımıza o hissi yayıyoruz.

28 Kasım 2011 Pazartesi

GÜNÜNÜZ GÜZEL GEÇSİN


Bugün hava sisli, demek ki hafif bir Kasım güneşiyle karşı karşıya kalacağız.
Saat 6.55 ve odamın camından karşı binaların sülietleri görünüyor sadece. Camı açıyorum, Hayret bu saatte simsiyah bir karga, kanadının bir tarafı beyaz,
penceremin ucundaki denizlikte gözüme bakıyor.
Kaçmıyor, uçmuyor.
Benim kısmetime sabahın 7'sinde gözümün içine bakan karga çıkıyor.
Dünyaya diğer gelişlerimizde bir hayvan olarak gelme ihtimalimiz varsa bu karga onlardan biri olsa gerek. O kadar çok yakınımı kaybettim ki kime benzetsem o olacak.

Yakın zamanda okuduğum bir kitapta kargaya ithafen şöyle bir yazı vardı; "Karga ile tilki hikayesinde tilkinin uyanıklık yapıp şarkı söyleme bahanesi ile karganın ağzından peyniri alması anlatılıyor. Tilki olup el alemi dolandıracağıma, karga olur peyniri kaptırmak pahasına şarkı söylemeyi tercih ederim."
Kımıldamadan duruyorum karganın karşısında. O ise benim tilki mi yoksa karga mı olmam gerektiğini tartıyor kendince. 
Hafif bir rüzgar perdeyi sallıyor, karga ürküp karşı evlerin kapalı penceresine konuyor.
Güne güzel başlamak ümidi ile içeriye giriyorum.
Gününüz güzel geçsin.

27 Kasım 2011 Pazar

VİZEN OLMADAN ASLA


Ayna programında Malavi isminde bir ülkeye gitmiş programın sunucusu. Fakirlik diz boyu, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri, çamaşırlar derelerde yıkanıyor, caddelerde doğru dürüst araba bile yok, at ve eşek arabası kullanılıyor bir çok yerde, yağ gramla satılıyor, o kadar yoksulluk var yani.
Ama Bu ülke bize vize uyguluyor iyi mi?
Yahu kim niye gitsin bu ülkeye de vize uyguluyorsun?
Türkiye'ye vize uygulayan Avrupa ülkelerini anlıyorum. Aklına esen çıkıp gelmesin diye düşünüyor olabilirler de bazı ülkelerin adını bile duymamışken bizi istememelerine ne demeli?

Türkiyeye vize uygulayan ülkelerden bilinenleri değil de ilginç olanları paylaşmak istiyorum.Çünkü bazılarının adını ilk kez duyduğumu söylemeliyim.
Gabon; Afrika'nın batısında olan ülke 1960 yılında Fransa'dan bağımsızlığını almış. Nüfus az, doğal kaynaklar çok olduğundan Afrikanın en sorunsuz ve refah ülkelerinden biriymiş. Halkın atalarının Pigme olduğu söyleniyor.
Çad; Ülkenin büyük bir kısmı Sahra çölü ile kaplı. Nüfusun %55'i müslüman ve zaman zaman iç savaş devam ediyor. 

Eritre; Doğu Afrika'da küçük bir ülke, uzun yıllar İtalyanların sömürgesinde kaldıktan sonra Etiyopya'nın himayesine girmiş. Arapça en çok kullanılan dil.
Burkina Faso; Kendi dilinde "Mutlu insanların ülkesi" anlamına gelen orta Afrika ülkesi. Buna karşılık en fakir ülkelerden biri. En az okuma yazma oranına sahip, resmi dilleri fransızca. Fakir ama mutlu insanlar bize vize uyguluyor.
Mozambik; 1975 yılında Portekiz'den bağımsızlıklarını almışlar. Hint okyanusuna kıyısı olan ülke turizm potansiyeli açısından yüksek. Med cezirin en iyi izlendiği ülke olarak biliniyor.
Togo;1960 yılında Fransa'dan bağımsızlığını kazanmış ülke batı Afrika'da. Vikipedi'de hakkında iki satır yazı var Google'da ara ki bulasın ama bize vize uyguluyor.

Vanuatu; Büyük okyanusta yer alan bir ada ülkesi. Resmi marşlarının adı "Yumi Yumi" olan adada 4000 yıl önceye ait kalıntılar bulunmuş.
Eritre; Afrikanın batısında küçücük bir ülke. Resmi bir dilleri yok. Arapça ve İngilizce konuşuluyor. Çoğunluğu müslüman.
Komor Adaları; Afrikanın batısında olan adalara İslam 14. yüzyılda girmiş. Halkın tamamı müslüman.
1976 yılında Fransa'dan bağımsızlığını aldı ama başa geçen Ali Süleyh Fransız hayranlığı ile biliniyor.

Kiribati; Büyük okyanusta dünyanın en erken saat diliminin olduğu adalar ülkesi. 1999 yılında Birleşmiş Milletlere kabul edilmiş. Yaklaşık yüz bin nüfusu var.
Burundi; Orta afrika ülkesi olan Burundi 1. Dünya savaşına kadar Almanların sömürgesiyken savaşı kaybeden Almanlar Burundi'yi Belçikalılara kaptırmış. 1960 yılından bu yana Belçika'dan bağımsızlıklarını almış olsalar da iç savaş hala sürüyor.

Somali; Başbakanımızın açlıktan kırıldıkları için Nihat Doğan'ın da içinde bulunduğu kafile ile yardım için gittiği Somali'ye elimizi kolumuzu sallayarak giremiyormuşuz iyi mi?
- Yardım getirdik kardeşim.
-Yok öyle, her geleni ülkemize almıyoruz, önce ne için geldiğinizi ispatlayan vizenizi alın sonra düşünürüz.
 Bu arada; Bize vize uygulayan bu ülkeleri araştırırken pek çoğunun Müslüman olduğu dikkatimi çekti, paylaşmak istedim.


25 Kasım 2011 Cuma

ŞARKILAR NE SÖYLER?


Medine temizlik sırasında seslendi;
"Abla şarkı söylersem rahatsız olur musun?" Yardımcım iş yaparken şarkı söyleyebiliyorsa yaptığı işten hoşnut demektir, nasıl rahatsız olabilirim ki? Bilakis memnun olacağımı söyledim.
"Ama Kürtçe şarkı söyleyeceğim."
Üç yıl önceki yardımcım Karadeniz şarkıları söyleyerek iş yapardı, 6 yıl önceki Rusça şarkılar söylerdi. Hele bir  Trakyalı yardımcım vardı şarkıyı bırakır ıslığa başlardı.
"Şarkının kürdü, türkü, lazı mı olur? Ne istiyorsan söyle" dedim ama bir yandan da üzüldüm. Bu kadar ayrışmaya girecek süreç nasıl başladı, neden bu aşamaya geldik? Medine rahatsız olacağım fikrine nasıl düşmüştü?
15 yıl önce iş yerimizde çalışan muhasebecimizin düğününe davet edilmiştik. Düğün yemeğinde kürtçe şarkılar eşliğinde halay çekilmiş, biz bile o halaya ayak uydurmuştuk. Aynı düğünde harmandalı da oynandı, Ankara miskette.

2003 yılında Londra'ya arkadaşımın yüksek lisans yapan oğlunun evine ziyarete gittik. Arkadaşımın oğlu kız arkadaşı ile birlikte bizi havaalanında karşıladı. Havaalanından eve giderken sohbet esnasında kız nereli olduğumu sordu.  Sapanca'lı olduğumu söyledim. Sakarya'nın bir kasabası olduğunu ilave ederek. Ben de ona nereli olduğunu sorduğumda "Dersim" diye cevap verdi. Yolculuğun verdiği yorgunluk da olabilir, o anda hatırlamadığım için de olabilir bilemeyeceğim;
"Dersim Tunceli değil miydi? "diye sordum.
"Hayır, oranın adı Dersim." diye kızgınlıkla cevap verdi ve orada kaldığımız 10 gün içinde ne zaman yanımıza gelse  benimle doğru dürüst konuşmadı. Dersim'i bilmediğim için gözünden fena halde düşmüştüm. Dersim'le ilgili dersimi vermişti kendince bana.

Bir zamanlar Yeşilköy Yat limanının karşısında Le Chateau isminde bir restoran vardı. Belki hala var bilemeyeceğim. Orada hafta sonları Yunanca şarkılar çalar, insanlar haftalar öncesinden bu eğlence için yer ayırtırdı. Kurtuluş savaşından bu yana düşman olarak bahsettiğimiz yunanlıların müziği eşliğinde sirtaki oynayıp, tabak kırıyoruz da aynı dinden aynı topraktan harmanlandığımız Kürt müziğine neden tepki vereceğimiz düşünülüyor?
Birileri bizim üzerimizden bizim dışımızda planlar yapıp oynamamızı istiyor.
Sahne orada, oyuncular karşılıklı birbirlerine bakıyorlar.
Bu oyunu bozmak elimizde,
Kardeşçe yaşamak, birlikte şarkı söylemek, halay çekmek için oyunu bozmamız gerekiyor.
Yoksa ne şarkıların tadı kalır, ne de halay çekmek için tutulacak el.

ANLAMINI YANLIŞ BİLDİĞİMİZ KELİMELER



Ya hava buz gibi, Ya da ben hasta olacağım. Battaniyenin altından çıkmak istemiyorum. Tanıyan bilir hiç de battaniye ile duygusal bağ kuracak biri değilim. 
Bir yerlerden hatırladım. İkinci Mahmut döneminde anlatılan bir hikaye vardır. Padişah miskinleri tekkede  beslemeye başlamış, bunu duyan ne kadar işsiz güçsüz insan varsa ekmek elden su gölden diyerek onlarda saraya gelip tekkede yaşamaya başlamışlar. Lakin öyle kalabalıklaşmışlar ki Padişah şüphe duymuş ve gerçek miskinlerle sahte miskinleri ayırt etmek için tekkede yangın çıkartmış.  Herkes kaçışırken sadece iki kişi kalmış tekkede. Bu iki kişiden birisinin kıçı, ateşten ısınan taşın üstünde fena halde yanmış ve azcık hareket edip uzaklaşmış. Kıçı yanan miskin  diğer arkadaşına dönerek "İnsan oğlu kuş misali dün neredeydim bu gün neredeyim"

Bu hikayenin doğru olup olmadığını merak ettiğimden Vikipedi'de Miskin kelimesini aradım. 
Şöyle bir tanım çıktı; "Hiç bir mal ve gelire sahip olmayan yoksullara verilen ad." 
Halk arasında uyuşuk tembel insanlara söylenmesine rağmen asıl anlamının bildiğimiz anlamla uzaktan yakından ilgisi yok. Hatta Kuran'da ve Peygamberimizin hadislerinde kendini Allah yoluna adamak, onurluluk ve özveri olarak geçiyormuş. Öyleyse miskin diye küçük gördüğümüz aslında onurlu saygın ama malı mülkü olmayan kişiler oluyor.

Anlamını yanlış bildiğimiz kelimeler aslında o kadar çok ki!
İşte bunlardan bazıları;
Serbest ; Anlamı başı bağlı demekmiş, Ser; Baş, Best ise bağ anlamındaymış. Bizde tam tersi olarak biliniyor.
Kaltak; Üzeri meşin veya halı kaplı olan eğerin tahta bölümüne verilen adı biz almış kadınlara hakaret olarak kullanmışız.
Ukala; Arapçada "Akıllılar" demekmiş. Biz akıllı insanlardan  pek hazzetmediğimiz  için  anlamını değiştirmiş olmalıyız.
Yavuz; Kökeni "Yabız'dan" geliyormuş, acımasız anlamındaymış. İranlı hükümdar Uzun Hasan, Sultan Selim'e yenilince ona acımasız anlamında Yabız ismini takmış. Ama Osmanlı'da bu isim değişerek "Yavuz" olmuş.
Çocuk; Kaşkarlı Mahmut'un hazırladığı Türkçe-Arapça sözlük olan Divan-u Lügati't-Türk'te domuz yavrusu anlamına gelen sözü biz çocuklarımız için kullanmışız.
Yosma; Güzel kadın anlamına geliyormuş fakat şimdiki anlamı pek de iç açıcı değil.
Bu gün "Miskin miskin" oturunca aklıma bunlar geldi.  
Kendime "Miskin" desem iltifat etmiş olurmuyum?







+






22 Kasım 2011 Salı

KASIMPATI


Yine bir Kasım ayının sonları.
Sarı, turuncu, beyaz, kırmızı renkleriyle Kasımpatı sarmış her bir yanı. Bu bloga adını veren kasımpatını doğduğum evde kapımızın önündeki bahçeye ekerdi babaannem. Çeşmenin hemen yanındaki yerini o kadar severdi ki bir yıl önce sakladığımız tohumlar geçen yıla inat daha güzel çiçekler açardı. Sevgili babaannem bu sefer de "Bu çiçekler bütün bahçeyi sardı" diyerek bir kısmını budar annemi çileden çıkartırdı. Küçücük kasabamda bahçeden çiçek kesip vazolara koymak adeti yoktu o zamanlar. Bahçedeki onca güzel çiçeğe rağmen vazoları üstü tozlu plastik çiçekler süslerdi.
Aradan uzun yıllar geçti evimizin bahçesinde yazın yeterince sulanmadıysa küçük kalmış, bazen de kocaman turuncu kasımpatılarımız hep oldu. Kasım ayının soğuğunda içimizi ısıtmak istercesine, inatla açtı, çoğaldı. 
Sonra kendi evimin bahçesinde ektim kasımpatılarını rengarenk. Solmuş yapraklarını ayıkladım, gereksiz dallarından kurtardım, suladım her istediğinde. Kasımpatıları da sevgimi karşılıksız bırakmadı. En güzel renklerini benim bahçemde açtı. Yazın bir kök kalan gövdesi sonbaharla birlikte canlandı, evin dört bir yanında hayat buldu. Bazı yıllar Kasım ayını beklemeden açtı, yazdan kalma bir gülün veya bir karanfilin arasında, bazı yıllar yılbaşında bile bembeyaz karların arasından güneşi aradı.

Arkadaş ziyaretlerimin çiçeği oldu bir demetle, bazen de öğretmenlere hediye oldu kızlarımın elinde.
kasımpatı ektiğim, topladığım yıllar hep mutlu geçti günlerimiz. O yüzden mi bilinmez, nerede görsem bir tebessüm oturur yüzüme.
Şimdi Kasımpatı mevsimi.
Bahçenizde varsa ne mutlu size.
Sayet yoksa vazolarda misafir olsun evinize.

20 Kasım 2011 Pazar

MİNA


"Mina Urgan'ın kitabı sakıncalı bulundu" diye yazıyordu gazetede.
Bu yaşıma kadar okuduğum yüzlerce kitabın içinde ilk beşe girecek "Bir dinozorun anıları" nasıl olur da sakıncalı bulunur diye merakla haberin devamını okudum.
Milli Eğitim Bakanlığı içkiye özendirmesi ve din konusunda kuşku yaratması gerekçesiyle Lise öğrencilerinin okumasına müsaade etmemiş.
Hafızamı yokladım, kitabın içinde dini kötüleyecek neler olduğunu hatırlamaya çalıştım, bulamadım, hatırlamadım.
Benim Mina Urgan hakkında hatırladığım 1915 yılında doğmuş İstanbul Üniversitesi İngiliz edebiyatı Profesörüydü. İçlerinde Shakespeare de dahil olmak üzere bir çok yazarın kitaplarını türkçeye çevirdi, ölmeden önce de anılarının yer aldığı "Bir Dinozorun Anıları" ve "Bir Dinozorun Gezileri" isimli iki anı kitabı yayınlandı. Bir Dinozorun anıları 94 baskı yaptı. 83 yaşında yazdığı iki kitapla en çok okunan yazarlar sıralamasına girdi. Çok satmasına hayret ederek; "Allah Allah neden bu kadar sattı" diyecek kadar dürüsttü. 
Aşkı severdi dizeler yazardı sevdiğini anlatan;
"Sesini duyunca
ötüşmeye başlar
göğüs kafesimdeki
o suskun kuşlar." 

Soyadı için söyle yazmış kitabında; ‘‘Bizim aile bireyciydi. Herkes kendi soyadını kendi seçti. Ben, ‘‘Erdemli’’, ‘‘Çalışkan’’ gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde çok sevdiğim ‘‘U’’ harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. O zaman arkadaş grubumuzda olan Necip Fazıl Kısakürek, Urgan'ı önerdi. Anadolu'da ip anlamına gelen urganın, solculuğumdan dolayı bir gün nasılsa asılacağım için bana ayrıca uygun olduğunu söyledi.’’
Ölmeden yaklaşık bir sene önce bir röportajında ''İnsanlarin genç yasta öldüğü bir dünyada, daha fazla yasamak onlara haksizlik gibi geliyor, zaten yaşayacağımı yaşadım ben.''
Çocukluğunda Mustafa Kemal ile vals yapmış, Büyükada'da sürgünde bulunan ve balık tutmakta olan Troçki'nin (Bolşevik siyasetçi, devrimci)  teknesine kadar yüzmüş.

Dönemin aydınlarıyla birlikte otobüs kiralayıp Rusya'ya giderler. O zamanlarda belli bir miktarın üzerinde nakitin yurt dışına çıkarılması yasak olduğundan, Mina Urgan da yanına devletin ona izin verdiği kadar para alır. Ancak otobüs sınırdan geçince herkes orasına burasına sakladığı paraları çıkartınca anlaşılır ki bir tek kendisi bu kuralı uygulamıştır.
Sınırlı parası da kısa süre içinde biter ve içecekler otel fiyatına dahil olmadığı için akşamları teker teker arkadaşlarının yanına giderek onlardan kendisine içki ısmarlamalarını ister. Bu hikayesini "Bu yaştan sonra konsomatrislik de yaptım" şeklinde, kendine has üslubuyla dile getirir.

"Eğer bana profesör olarak çalışırken ya da emekliyken az çok rahat yaşayabilmem için ayda şu kadar para gerekiyorsa; çöpçü Ahmet efendiye de aynı miktarın gerektiğine inanıyorum. Kafa işi yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum. Çünkü, kendi suçu olmadan, salt ailesinin ekonomik durumundan ötürü, kol işçisi Ahmet efendiden kafasını işletmek olasılıklarının esirgendiği için, onun benim gibi profesör değil de çöpçü kaldığını düşünüyorum ve bu yüzden de ömrü boyunca benden daha az para kazanarak cezalandırılmasına gönlüm razı değil."
diye yazan bir yazar lise öğrencileri için sakıncalı bulunmuş.
Bazı insanlara öldükten sonra paye veririz ama öldükten sonra payesi alınan birine hiç rastlamamıştım.
Bu ilk oldu.



ÇORLULU ALİ PAŞA'DA KAHVE KEYFİ


Sahaflarda olduğumu söyleyince Beyefendi kitap ısmarladı. Feridüttin-i Attar'ın Mantıku't Tayr.
Kitabı alıp biraz dolaşayım dediğimde Çorlulu Ali Paşa Medresesi yazan yerden içeriye girdim. Etrafı tarihi yapılarla çevrili bir avlu burası.
Sonra hatırladığım kadarıyla bir yerde şöyle bir şey okumuştum burası hakkında;
Sultanahmet'ten Beyazıt'a giden yolun üzerinde olmasına rağmen   onca araba, tramvay, insan  gürültüsü içeriye girdiğiniz anda tamamen kesilmiş gibi oluyor diyordu yazıda. Hakikatten avluya girer girmez sesler kesildi. Sadece içerideki  konuşmalar, kahve, çay servisi yapan adamların ayak sesleri vardı.  Orta şekerli kahve içtiğim en güzel kahvelerden biriydi.

Bir yerlerden duyduğum kahve fıkrasını hatırladım.
"Evin biraz ahmakça kızı çok güzel kahve yapmasıyla ünlüymüş. Eve gelen misafirler onun kahvesini öve öve bitiremiyorlarmış. Bir gün nüfuslu bir misafir kahveyi içtikten sonra kıza sormuş.
- Ömrümde bu kadar köpüklü kahve hiç içmemiştim, nasıl bu kadar köpüklü yapabiliyorsun, hem de bu kadar kısa sürede.
Saf kız cevap vermiş; - Kahveyi herkesin yaptığı gibi yapıyorum, sonra fincandan kocaman bir kahveyi ağzıma alıp bir güzel gargara yapıyorum. Sonra da fincana tekrar boşaltıyorum. şahane köpürüyor."
Etrafta ağzında kahve telvesi kalmış bir garson aradım, sanırım yoktu.
Şaka bir yana Kahve gerçekten güzeldi.

Ve fakat bu güzelim yerin yan tavanı yer yer Ondilin denilen çatı kaplaması ile kapanmış, bazı yerleri tente ile örtülmüş, Türk işi desenli minderler pis, rengi solmuş, sigara içilebilmesi için bazı yerler ne kapalı ne de açık garip bir hal almuş. Bu na rağmen turistler hayranlıkla  çay kahve içiyorlar.
Hava soğuk olmasına rağmen avlu oturulur derecede sıcaktı. Aslında üniversite öğrencilerinin nargile içme yeri olarak tercih ettiği mekanın sahibi olan Merhum kimmiş diye merak ettim.
Çorlulu Ali Paşa medresesinde 1600 yılından beri nargile ve kahve içildiği söyleniyor. Adını aldığı Ali Paşa Çorlu'lu bir çiftçinin oğluyken saraya yakınlığı ile bilinen Bayram Ağa tarafından evlatlık olarak alınarak Enderun'da yetişmiş, çeşitli mevkilerde çalıştıktan sonra Baltacı Mehmet Paşa'nın yerine getirilmiş. Osmanlı devletini Ruslarla harbe sürükledi gerekçesiyle Sadrazamlıktan alınıp idam edilmiş. 

Medresenin restorasyonu ilgili ilginç bir hikaye de Japonların Pearl Harbor baskınında üzerinde haç resmi olduğundan  hastane gemisi diye vurmadıkları Solares isimli gemi, savaş sonunda Türkiye'ye satılmış. Bu gemi ilk yolcu gemisi olan Ankara gemisiymiş. Eskiyip bir kenara atıldığında Çorlulu Ahmet Paşa Medresesinin çatısı için lazım olan kurşun plakalar eski geminin röntgen odasından sökülmüş.
İdam edilen bir paşa, savaş geçirmiş bir hastane gemisinin röntgen odasındaki kurşun plakalardan sökülme bir çatı, içeride belki de bunlardan bihaber insanlar kahvelerini zevkle yudumlatıp, nargile içiyorlar.

16 Kasım 2011 Çarşamba

OKURUN İLGİSİ NASIL ÇEKİLİR?


Sabahları gazeteoku.com'u okumadan güne başlamamaya çalışırım. Bu sitede her gazetenin yazarları, haberleri mevcut. Bir de o gün içinde en çok okunan köşe yazarları sıraya konmuş. Ben okumaya başlayalı bir yıl oluyor, İlk üçte her zaman Yılmaz Özdil var. Sonra sırasıyla Ahmet Hakan, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Salih Tuna, Ahmet Kekeç zaman zaman birbirlerinin sırasını alarak devam ederler. Ama bu kadar zamandır Ayşe Arman'a değil ilk üçte ilk 15'de bile görememişken iki gün önce birden ilk sıraya yerleşti.
Herhalde benim gibi başlığı okumadan doğrudan yazarların üzerine tıklayanlar hariç başlığı okuyan herkes Ayşe Arman'ın yazısına tıklamış. Çünkü yazının başlığı Şöyle "12 dakikada orgazm" 

Bu kadar mı belden aşağıya konulara ilgiliyiz anlayabilmiş değilim. Ama Ayşe Arman'ı tebrik etmek gerekir Türk insanını iyi tahlil etmiş. Çünkü yazdığı konu ile başlık arasında doğrudan bir bağlantı da yoktu. İstinye Parkta camdan bir odanın içinde okurları ile 15 dakikalık görüşmeler yaptığından bahsediyordu yazıda.
Buna benzer bir durum geçtiğimiz yaz  Ayşe Özyılmazer'de olmuştu. Gazeteoku.com'da ismi bile yokken ne zaman ki reklamcı Ali Taran'la olaylı bir şekilde evlendi, yazdığı her yazı takip edilir oldu. Hatta 60 yazarlık listede ilk sıralara kadar çıktı. Ayşe Özyılmazer'in özel hayatını merak edenler yazdıklarına balıklama atladı.
Ülkenin ekonomisi, deprem, terör, politik gelişmeler merakımızın yanında ikinci plandaymış. Buradan yola çıkarak yazılarının okunmasını isteyenlerin vurucu bir başlıkla bu işi halledeceğini düşünüyorum.

HAYAT DEVAM EDİYOR

Dün Nesrin dedi; "Ne zamandır aynı yazını görüyorum blogunda, roman yazmaya başladın, yazılarını ihmal ediyorsun. Olmuyor." 
İki gün önce Sevgili arkadaşım dört göz teletabi "Bana bak arkadaşım.." ile başlayan bir tehdit savurdu. Korkuyla karışık hoş bir mutluluk kapladı içimi. Birilerinin sizi düşünmesi, takip etmesi, ilgilenmesi ruhunuzun sığındığı sakin sessiz bir liman gibi.
Van depreminin ardından onca ölüm, yıkım, soğukta debelenen insanlar.. 

Bu blogu yazmaya başladığımda ciddi işleri başkaları yazsın, ben neşeli yazılar yazacağım diye kendi kendime söz vermiştim. Bir kaç hüzünlü yazı dışında hep sözüme sadık kaldım. Ama sıcacık odalarımızda oturup, televizyonda film seyreder gibi çadırın soğuğunda bebeğini ısıtmaya çalışanları izleyip keyif yapmak da duyarsızlık gibi gelmişti. 
Sonra  sürekli üzülüp yas tutsam, kaloriferleri kapatıp soğukta otursam, somurtuk, üzgün etrafta dolaşsam o insanlara ne faydam olacak. Çocukların okullarında yapılan kampanyaya destek olduk. Sivil toplum örgütlerinin yaptığı kampanyaya destek olduk. Devlet bütün olanaklarını seferber etmiş vaziyette. 
Sadece Birleşmiş Milletlerin Van'a yapacağı  yardım 3.4 milyon dolar olarak açıklandı.

Şirketler tarihin en büyük yardımını yaptılar.
Türkiye televizyonlarından yapılan çağrılarla 62 milyon lira para toplanmış.
Arabistan Karalı 50 milyon dolar bağış yapmış. 
Bu kadar maddi desteğe rağmen televizyonda gördüğüm buz gibi çadırlardan, çaresiz insanlardan ben utanmayayım, sorumlular utansın.
Gıda yardımı götüren tırın dönüşte 52 kilo esrarla yakalandığı insanlar utansın.

Ölenlerin durumuna üzüldüm tabi ama her ölüm kendi içinde yıkımdır, deprem, sel, yangın sebep değildir. Ölüm için tutulan yas bir yabancı için o anlıktır, yoksa dünyada her gün 200 bin kişinin öldüğü söyleniyor. Eşimi 53 yaşında kalp krizinden kaybettiğimde dünya başımıza yıkılmıştı ama değil dünyada, oturduğum semtte bile birileri güldü, oynadı, halay çekti, dans etti. 
Hayat devam ediyor, ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. 
Bu yüzden izninizle ben yine neşeli yazılar yazmaya devam edeceğim
Sevgiyle kalın.

12 Kasım 2011 Cumartesi

GÜZEL ŞEYLER DE OLUYOR


Yıllardan sonra ilk kez Kadıköy'den Sirkeci'ye vapurla geldim. Araba vapuru 30 yıl önceki gibi dökülmüyordu. Tam tersine içeride pırıl pırıl mavi kumaş koltukları, dışarıda tertemiz sıraları ile öyle hoştu ki 10 dakikalık yolun uzamasını arzu ettim. Hava soğuk, üzerimde giydiğim trençkot uygun olmadığından  dışarıda oturup martılara simit atma keyfini yaşayamadığım için üzüldüysem de bu temiz ortamı görünce memleketimde güzel şeylerin olduğunu görmek ümit verici oldu.
Kadıköy'de iskeleye gelmeden önce tarihi bir binanın restore edilmek için korunmaya alındığını gördüm.  Aslında bir sürü tarihi bina korunup restore ediliyor ama bu binanın farklı bir amacı olduğunu paylaşmak isterim. Binanın önünde şöyle bir yazı vardı;

"Kadıköy Belediyesi bu binayı restore edip karikatür evi haline getirecektir." 
Ne güzel değil mi? Karikatürleri yüzünden kapanan dergiler, mahkemelik olan onlarca karikatürist varken birilerinin karikatür evi açması ironik olsa da güzel.
 2002 yılında Amerika'ya yaptığım seyahat 4 temmuz tarihine rast gelmişti. Miami, Orlando, NewYork'taki bir çok evin camında, kapısında Amerikan bayraklarının çokluğunu görünce özenmiştim. Şimdi çevremde bayramların haricinde de her vesile ile Türk bayrağını pencerelerine asan insanları görünce mutlu oluyorum.

Dünyanın en eski metrosu olan Londra metrosunun asansöründe; "Keşke bizde de böyle metrolar olsa." dediğimi hatırlıyorum. Şimdi  hiç olmazsa az da olsa Londra metrosu gibi çöp içinde olmayan yepyeni metromuz var.
Ramazan ayında Japon misafirlerimize İstanbul turu yaptırırken iki katlı tur otobüsleri çok işimize yaramıştı. Misafirler kulaklıklarını takmış, çevredeki tarihi yerleri ilk ağızdan öğrenmişlerdi. İki katlı kırmızı otobüslerle Oxford'u gezerken nasıl da özenmiştim oysa. Bir yıl sonra istanbul'da görünce çok sevinmiştim. 
Yalnız bizden farklı olarak onlarda ücret yabancı turistlere farklı, İngilizlere farklı işlemiyordu.Yani orada kazıklandığımız hissini yaşamadım.
Memleketimde  güzel şeyler de  olabiliyormuş aslında.
Sadece gören gözlerimiz, biraz da ümidimiz olsun.

4 Kasım 2011 Cuma

BU YIL KURBAN SİZ OLMAYIN


İstanbul'daki bütün üst geçitlerin korkuluklarında ilan panolarında, yol kenarlarında "Bu yıl kurban siz olmayın" yazıyor. Genel anlamı yollardaki trafik kazalarına dikkat çekse de ben bu yazıyı her yıl olduğu gibi bu yıl da kurban keselim derken kendini yaralayan insanların üzerlerine alınmaları taraftarıyım. Her ne kadar önlem alındığı söylense de hastanelerin acil servisleri fazladan mesai yapacak gibi görünüyor.
Kurban bayramında hep "Beyaz kulak" isimli danamız gelir aklıma.
Geçen yıl bu zamanlarda yazdığım "Danaya girmek" yazısını tekrarlasam nasıl olur acaba?

"Beyaz kulak" isminde bir danamız vardı.
Doğduğu yıl çok kış olmuştu. Ahırda üşümesin diye kocaman mutfağımızın bir köşesine kilimlerin üzerine yatırdı babaannem. Bir süre sıcakta yattıktan sonra kalkmaya çalıştı. Önce iki ön ayaklarında, sonra arka ayaklarının yardımı ile ayağa kalktı. İncecik bacakları titriyordu. Kocaman gözleri, kulağındaki beyazlık hariç  simsiyah tüyleri ile gördüğüm en güzel  yavruydu.
Yeni doğan insanın ayağa kalkması için yaklaşık bir yıl geçmesi gerekirken, buzağımız bir saat içinde titreyerek de olsa yürümeye başlamıştı.
Sonraki aylarda o büyüdükçe  onu ailenin bir ferdi gibi gibi görmeye başladık. Annesini  kurbanda kesmiş, onu öksüz bırakmıştık. Zaten babası da belli değildi.
Evimizden 3 kilometre uzakta olan tarlamıza götürür taze otlarla beslerdik.
Ama bizim beyaz kulak öyle sakin bir hayvan değildi. 
Bir keresinde mahalledeki inşaat alanında kireç çukuruna düşmüş boğulmaktan son anda kurtulmuştu.
Bir keresinde arı kovanına başını sokarak karıştırmış, eşek arılarının gazabına uğramıştı. Beyaz kulağın bütün vücudu arıların sokması sonucu şişmiş, babaannemin yaptığı kocakarı ilaçları ile iyileşmişti.
Babaannemden çekinir, bizi iplemezdi. Babaannemin bize uyguladığı garip bir cezalandırma yöntemi vardı. Kızdığında neremizi yakalarsa oraya ısırırdı.
Bizim beyaz kulak da bu cezalandırma yönteminden nasibini almıştı. Bazen babaannemin elinden kurtulur kaçar mahalle mahalle onu arardık. Sonunda bulduğumuzda babaannem sinirle kulağını ısırırdı.

Bir Kurban Bayramı arifesinde biz üç kardeş kurban mevzuları yapılmadığını fark ettik. Bu işin içinde bir şey vardı. Beyaz kulak artık taze yem de yemiyor, samanla besleniyordu. "Hamile kalamıyor kısır galiba" sözleri dolaşıyordu büyükler arasında.
Hemen duruma uyandık. Bu sene kurban olma sırası beyaz kulağa gelmişti. 
Bayram sabahı sülaleden altı kişi bizim evde. 
Bir de biz yedi. Öyle ya kurban kesenler 5-7-9 gibi tek sayıda danaya girerlerdi.
Eyvah! Gitti beyaz kulak..
Üç kardeş öğle bir yaygara koparttık ki o kocaman adamlar ne yaptılarsa bizi ikna edemediler.
Büyük babam ağlamalarımıza dayanamadı. Ağabeyimi gelecek olan kasaba yolladı. Bir dana alıp getirmesini, evdekini kesmeyeceğimizi söyledi.
O Bayram yaşadığım en güzel Kurban Bayramı oldu. 
Beyaz kulak'ın hayatı kurtulmuştu.
Bir sonraki yıl Kurban Bayramı gelmeden Beyaz Kulağı sattılar. Biz kurban olduğunu görmeyelim diye.
İlanlarda yazıldığı gibi; Bu yıl kurban siz olmayın.
Hem danada, hem de yollarda.
Bayramınız Kutlu olsun.

3 Kasım 2011 Perşembe

AYŞEN


Otobüste arkamdaki koltukta yüzünü göremediğim bir kadın  uzun yıllar sigara içenlerde fark ettiğim kalın ve genizden gelen bir sesle konuşuyor telefonla. 
Konuştuğu erkeğe hal hatır soruyor, "İyi yolculuklar demek için aramıştım. Ayşen müsaitse alabilir miyim?" diyor. Kısa bir duraksamadan sonra Ayşen telefona geliyor ve kadın adama söylediği "nasılsın, iyi misin?" faslını tekrarlıyor. Bol bol resim çektirmesini, iyi eğlenmesini, evet yorgun olduğunu ama artık uçakta dinlenmesini söylüyor. Son olarak "hadi hoşça kal" diyor ve ardından aceleyle ekliyor;

"Bak ne diyeceğim; telefonda çaktırma  ama seninkiler arkandan bir sürü laf ediyorlar. Yok adamı masrafa sokuyormuşsun, sen istemesen adamcağızın tatile falan çıkacağı yokmuş, arkadaşlarına uyup gereksiz masraflar yapıyormuşsun. Gerçi ben Ayşen öyle biri değildir dedim ama.. Neyse döndüğünde konuşuruz detaylı. Sana iyi eğlenceler diliyorum. Güle güle git." 
Madem dönüşte konuşabiliyordunuz neden gider ayak kadının tatilini ağzından burnundan getirdin? Üstelik" çaktırma" diyerek yanında eşinin olduğu bir ortamda zor durumda bıraktın?
Dayanamadım hafifçe arkamı dönüp baktım. Yüzünde garip bir tebessümle arkasını dayanmış camdan dışarıya bakıyordu.
Belli ki kadının Bayramda gidecek bir yeri, karşılayacak kimsesi yok. Kıskançlık duyguları tavan yapmış. 
Zavallı Ayşen.
Seyahati hiç de "Şen" geçmeyecek anlaşılan.