31 Mayıs 2012 Perşembe

BOĞAZDA TEKNE TURU


Hava yağmurlu olacak dediler aldırmadık, iyi ki aldırmamışız.
Önce Sirkeci'ye oradan da boğazı gezdiren tekne turlarından birine katıldık. 

İki çeşit tur var. Biri uzun tur,  Rumeli kavağına kadar gidip oradan karşıya geçerek Kandilli'de mola veriyor. Tekrar bütün boğazı geçerek Sirkeci'ye geliyor. Bu tur 6 saat sürdüğü için biz tercih etmedik.
Bizim tercih ettiğimiz tur 2 saatlikti ve bir yerde mola vermeden boğazı dolaştırıp geri geldi. Büyük turun fiyatı 25 lira. Küçük turun fiyatı 10 lira. 

Filiz'le benden başka teknede neredeyse hiç Türk yoktu diyebilirim. Yaklaşık 70-80 kişi vardı. Pek çoğunun ellerinde fotoğraf makinesi sessizce resim çekip etrafı seyrettiler. Bu arada  Üsküdar belediyesinin öğrenciler için düzenlediği tur yanımızdan geçerken şarkılarla bize el salladılar.

 Bizim turdaki bazı gençler de onlara karşılık verdi. Başka bir turda sadece Arap turistlerin teknesi göründü. Kadınlar üst katta erkekler alt katta etrafı seyrediyorlardı. 

Bizim teknedekiler Dolmabahçe sarayı, Çırağan sarayı, Galatasaray üniversitesi, Kuleli Askeri lisesi gibi tarihi binaların resmini çekerken biz Savarona'yı görünce heyecanlandık. Hemen onun resmini çektik. Savarona'da hummalı bir çalışma vardı. İçeriden eşyalar taşınıyordu. Akıbeti ne olacak diye yorum yaptık.
25 yıldır ilk kez İstanbul'u denizden seyretme fırsatım oldu. Güzel bir deneyimdi.

29 Mayıs 2012 Salı

YAĞMUR BEREKETTİR


Ne çok yağmur yağdı değil mi?
Hafta sonu Sapanca'ya gittik, kasabamın bahar vurmuş bahçelerinde dolaşamadım, dalından erik yiyecek fırsat olmadı. Bulut bir göründü bir kayboldu, yağmur ahmak ıslatan değil enikonu sağanak şeklindeydi;
Ama deydi.
Bir buçuk gün annemin kucağında kıvrıldım çocuk gibi, kuzenlerim, arkadaşlarım, komşular, iyi geldi. 
Bu kadar yağmur yağınca her yer yemyeşil olmuş.
Yıllar önce Londra'ya gittiğimde Haziran ayı olmasına rağmen yeşilin bin bir rengini görünce hayret etmiştim. Sonra gün içinde belli aralıklarla yağmur yağdığını söylediler. Bu yıl aynı Londra gibi yemyeşil bir bahar sonu yaşıyoruz. 
Yağmur berekettir..
Bütün bereketler yağmurla birlikte üzerinizde olsun.

24 Mayıs 2012 Perşembe

İSTANBUL'UN MİNİBÜSLERİ


Dün bir vesile ile minibüse bindim. Beyefendinin çalıştığı hastaneye onun çıkış yaptığı bir saatte gideceğim, biraz dolaşıp birlikte eve döneceğiz. Mesafe taş çatlasa 10 kilometre, taksiye para vermek istemedim. 
Aslında minibüslerin jargonu şimdiki nesilin pek bilmediği "Çiçek Abbas" filmindeki minibüs şoförlerinden biraz daha değişik olsa da hat boyunca yolcu kapma manevraları, minibüs içindeki bozuk para muhabbeti, belediye otobüslerinde artık unuttuğumuz kadınlara ve yaşlılara yer verme alışkanlığı aynı devam ediyor.

Gideceğim yeri söyleyip kaç lira vermem gerektiğini sordum; İki lira dedi çocuk. Ben bindiğimde içeride 4 kişi vardı ama birdenbire içerisi tıklım tıklım doldu. Ayakta bile zor duruyor insanlar. Önden ikinci sıradayım. ( sıra diyorum anlayın artık acemiliğimi.) Arkadan biri omuzuma dürttü burnumun dibine bozuk paraları uzattı. Ben ne olduğunu kavrayana kadar yanımdaki kadın parayı alıp öndeki adama, o da şoföre uzattı. Şoförden dönen 25 kuruş aynı ellerle sahibine ulaştı. Bunun gibi bir sürü aşlışveriş hareketi devam ederken henüz arabaya binişimin 3. dakikasında havasızlıktan bayılacağımı sandım. Cam kenarındayım ama tam bir sazan gibi sürgüyü açmak aklıma gelmiyor. Yanımdaki kadın beni sertçe dürterek camı açmamı emretti. Emretti gerçekten, rica falan yok yani. 
"Camı aç!"
 Zaten biraz önce de para işine girmemişim hafiften gıcık olmuş.

Bu kaba konuşma karşısında kendimce duruş sergileyerek oralı bile olmadım da ben de aynı arabadayım nihayet.
Allahtan önümüzdeki koltukta oturan adam cama uzandı. Yanımdaki kadınla birbirimizi tartıyoruz, sanırım kilolarımız bir olmalıydı ki aynı anda başımızı ters yöne çevirdik." Şimdi bulaşmayayım şuna" diye düşündüm, aynı şeyleri yanımdakinin de düşündüğünü sanıyorum.
Yolun yarısında yerimden kalkıp şoförün yanına yaklaşarak fısıldadım; " ... Hastanesine gideceğim, en yakın nerede ineceğimi söyler misiniz?"
Şoför herkesin duyacağı şekilde; "Oradan seslenseydin be abla ne zahmet ettin. Ben haber veririm sana."

Şoför gençten bir çocuk; büyük kızımın yaşlarında olmalı. Ama nasıl bilmiş, becerikli anlatamam. Hem araba kullanıyor, bu arada diğer minibüslerle kapışıyor ve yolda sürekli inen binenlerin paralarını toplayıp para üstü veriyor. Hele yarı yolda binen bir genç kızın verdiği 100 lirayı bozup içinden 1.5 lirayı alması ve bu işe hiç kızmaması şaşılacak şeydi doğrusu. Taksi şoförlerine bozuk para vermeyince neredeyse dövecek adamlar. Şoför yol boyunca bütün paraları topladı saydı, para üstünü hesaplayıp geri verdi. Hatta bazı yolcularla sohbet etmeyi de ihmal etmedi.
İstanbul'daki minibüslerin kaldırılacağı söyleniyor bir süredir. Onların yerine modern büyük otobüsler veya metrobüsler, tramvaylar yapılsa şahane olur ama benim bir önerim var;

Bence minibüsler kaldırılacaksa şoförlerden yararlanmak lazım. Bir kısmına belediye otobüslerinde iş verilebilir ama bunlar kavga yapmaya eğilimli göründüğü için arabada levye, odun gibi aletleri tutmamak gerekiyor.
Şayet şoför fazla gelirse para hesaplamada iyi olduklarına göre Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığında veya Merkez Bankasında iş verilmeli diye düşünüyorum. 
Çok mu abarttım?
Öyle ise Bankalarda veznedarlık işine ne dersiniz? 

23 Mayıs 2012 Çarşamba

ALDATILAN KADINLARIN ÜÇ EVRESİ


Önümden geçerken  sağına soluna bakınıyordu ama gözünün kimseyi gördüğü yoktu. Tam önünde durmuş olmama rağmen beni görmedi bile, oysa aynı aynı pencereden hayata bakmadığımız halde eş durumundan birbirimizin evine gitmişliğimiz, düğün, davet, organizasyon faliyetlerinde aynı masada oturmuşluğumuz vardı.  Pes etmiş bir hali, bezgin bir duruşu hemen göze çarpıyordu.  Sanırım bir yıl önce beline kadar inen simsiyah saçlarını garip bir sarıya boyadığında karşılaşmıştık. Biraz hırslı, gergin, bir şeyleri ispatlamaya çalışan halleriyle, elindeki araba anahtarını gözüme sokar gibi konuşmaları  beni hayrete düşürmüştü. Bu görüşmeden kısa bir süre sonra eşinin ikinci bir hanımı olduğunu ve kendisinin üç kızının aksine o hanımdan iki oğlu olduğunu öğrendiğini duymuştum. 

Bu yaşıma geldim bir sürü aldatılma hikayeleri dinledim, çevremde farklı farklı aldatılmalara rastladım. Aldatılan erkekler hakkında hiç bir yorum yapamayacağım, bir iki tane hikaye işitttiysem de yakınlarımda hiç böyle bir olaya şahit olmadım ama kadınlarla ilgili bir sürü gözlem sahibiyim.
Aldatmanın sosyal ve ekonomik ayrımı yok gibi görünüyor.
Evime temizliğe gelen yardımcılarımdan bir tanesinin eşi kendileri zor geçinirken başka bir kadın için evini terk etmiş. Kendi eşine çocuklarına zor bakıp sürekli şikayet eden adam başka bir kadına ve onun çocuklarına memnuniyetle bakıyor ve hiç şikayet etmiyormuş.

Ekonomik durumu çok iyi olan bir adam, üstelik kendinden hayli genç eşini evdeki yabancı uyruklu bir kadınla aldattı. Kadın  rahatı bozulacak endişesi ile bu durumu sineye çekti.
Sonra ne mi oldu? Kadın bu davranışıyla adamın gözünden tamamen düştü. Şimdi ayrılma aşamasındalar. 
Peki aldatılan kadında ne gibi bir psikoloji olur?
 Gözlemlerim şöyle;
Aldatılan kadın önce ayrılmak istiyor, adam yalvarıp yakararak af edilmeyi bekliyor. Bu süreçte boşananların büyük bir kısmı tekrar aynı adamla evleniyor. Çevremde gördüğüm bu örnekte aynı adamla tekrar evlenip mutlu olana hiç rastlamadım. İkinci kez boşanıyorlar. Burada kadın bir nevi "bana yalvardın geldin ama bu sefer seni ben boşuyorum" diyerek egosunu tatmin edip intikam alıyor.

Bazı kadınlar yeni kanundan sonuna kadar yararlanmak istiyorlar. "Madem aldattın iç çamaşırlarına kadar her işeyini alacağım senin."
Erkek uyanıksa (ki gördüklerimin pek çoğu uyanık) bu durumu ön gördüğünden bütün gayrimenkulünü güvendiği birinin üzerine geçiriyor. Boşanma süreçleri sancılı, uzun ve çocuklar varsa herkesi yıpratacak şekilde geçiyor.
Durumu sessizce sineye çekip boşanan kadın çok az. Sessizce sineye çeken kadın zaten boşanmıyor, aldatılmayı görmezden geliyor.
Aldatılan kadınlarda üç ayrı evre var; 
Birinci evre çok büyük tepkiler; Kavga gürültü, ağlama nöbetleri, kendini koyverme, neredeyse sokaktan geçene bile durumu anlatma veya tam tersi durumu aile bireylerinden bile saklama.

İkinci evre ben sana gösteririm: Bu evrede kadın 40 yıldır bir gram vermediği kiloları vermeye başlıyor, saçlar mutlaka değiştiriliyor. Ama bu değişim radikal oluyor. Siyah saç sarıya, sarı kızıla, uzun kısaya dönüyor. Erkeğe ne kaybettiğini gör mesajları veriliyor. Bu evre aslında kadın için en tehlikeli evre. Henüz ayrılmadan başka biri ile  evlenme planları yapılıyor. Bu planlar arasında aldatan eşten daha genç ve kariyer sahibi adamlar düşünülüyor. Kimsenin aklına genç ve tazeyken bu adamdan daha iyisini bulamamışsın da şimdi bu yaşında nasıl bulacaksın sorusu gelmiyor. (Simsiyah saçlarını sarıya boyayıp ehliyet ve araba alan kadın örneği)
Üçüncü evre kabullenme; Burada artık boşanma gerçekleşmiş, kadın alacağını almış, eski eşten bir beklentisi kalmamış durulmuştur. En rahat evre bu dönemdir ki kadın artık aldatıldığını daha geniş açıdan görebilir varsa kendi hatalarını sorgular, yoksa adamın karaktersiz olduğuna kannat getirir. Kendine bir hayat kurar.

Aldatılan kadın ayrılmış olsa da eşi başka bir kadınla evlenene kadar bir ümit içinde olabiliyor. (Bana dönsün canına okuyayım.)
Bazı kadınlar ayrıldıkları eşleriyle dost olmayı da becerebiliyorlar.
Gecen yaz eşinden 8 yıl önce buna benzer sebeplerle ayrılan ve Erdek'e yerleşen arkadaşımın evine gittik. Arkadaşım  başkasıyla 7 yıldır evli olan eski eşini telefonla arayıp şöyle diyordu;
"Çamaşır makinamız bozuldu, Bu markanın Erdek'te servisi yok, çamaşırları elde mi yıkayayım, ne yapayım şimdi?"
Eski eş şöyle cevap verdi; "Tamam merak etme sen, ben yeni bir makine alır yollarım sana."

Photo; Tumblr


19 Mayıs 2012 Cumartesi

KINA GECELERİNİN DE MODASI VAR


Kına geceleri kültürümüzün vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Hatta düğün yapmayıp sadece nikah yapanlar kına gecelerine özen gösteriyorlar.
Kına geceleri yörelere göre değişim gösterse de; "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar." türküsü her durumda söyleniyor.
Bir yıl içinde davetli olarak üç kına gecesini, bulunduğum mekanda tesadüfen karşılaştığım iki kına gecesi seremonisini izleme fırsatım oldu.
Arkadaşımın doğum günü dolayısı ile gittiğimiz, Lübnan yemekleri ile tanınan mekanda iki ayrı kına gecesi vardı. Bazı gençler geleneksel kına gecelerinin tersine kendi aralarında eğlenmeyi tercih ediyorlar. Grupta kına gecesini kutladıklarını kafalarına taktıkları kırmızı tüllerden oluşan taçlardan anlıyorsunuz. Bu kına geceleri daha ziyade Amerikan filmlerinde izlediğimiz bekarlığa veda partisi tarzında olsa da yukarıda bahsettiğim gibi "Yüksek yüksek tepeler.." başladığında herkes aslına rücu ediyor.

Arkadaşlarım çocuklarını evlendirmeye başladı. Akşam yüne böyle bir kına gecesine davetliydim. Genç yaşta kayınvalide olan arkadaşım cıvıl cıvıl halleri ile kayınvalideden ziyade gelinin arkadaşı gibiydi.
Kına geceleri organizasyonu bir sektör olmuş haberim yok.
25 yıl önce kendi kına gecemde Sapanca'daki evimizin bahçesinde davullu zurnalı eğlence düzenlemiş  Kasap havası, Çerkez oyunları, Abaza dansları eşliğinde geç vakitlere kadar eğlenmiştik. Eskiden kına gecesi düğünden bir gün önce olur, ertesi gün o yorgunlukla düğün telaşına girilirdi.
Şimdi durum değişmiş. Kına geceleri artık düğünden en az iki gün önce yapılıyor. Böylece arka arkaya iki yorgunluk olmuyor.

Yeni nesil kına gecelerinin ritüeli şöyle; Renkler kırmızı üzerinde yoğunlaşıyor. Gelinin kıyafeti, masa düzenlemeleri, süsleri genellikle kırmızı. Gelin önce tuvalet tarzı bir giysi ile karşılıyor misafirleri. Gecenin ortalarında kına yakma merasimi sırasında kaftan tarzı kıyafet giyiyor, başında yüzünü örtecek kırmızı süslü bir eşarpla arkadaşlarının eşliğinde mumlarla piste geliyor. Kınayı taşıyan mutlaka genç bir kız olmalı ve anne babası sağ ve mutlu geçinen insanlar olmalı ki yeni evlenecek çiftler de mutlu olsunlar.
 Eskiden Yüksek Yüksek tepeler" türküsü kızlar tarafından söylenirken şimdi müzik setinden yüksek perdeden söyleniyor. Gelin sahnenin ortasında süslü bir koltukta oturuyor, arkadaşları da ellerinde mumlarla etrafında dolanıp şarkıyı bitiriyorlar. Bu esnada gelinin ağlaması makbul kabul ediliyor. Hem ağlarım hem giderim misali. Ama ağlama işi sadece geline mahsus değil, misafirler anne ve kayınvalidenin de ağlamasını bekliyor. Hatta annesi vefat edenler bu türkü eşliğinde ağlıyor.

Allahtan bu durum kısa sürüyor ve müzik değişiyor, herkesin neşesi yerine geliyor.
Sonra gelinin avucuna kına konuluyor ama gelin avucunu kapamıyor. Burada kayınvalidenin gelininin avucuna altın koyması gerekiyor. Böylece alkışlar arasında gelin kına yakıyor. Bu arada daha önceden hazırlanmış kınalar ve çerezler  şık paketler içinde konuklara dağıtılıyor. Ardından yöresel oyunlar oynanıyor. Bazı kına gecelerinde gecenin tek erkeği olan damat görünüp gelinle oyun oynuyor ve salondan ayrılıyor. Bu gecelerde damatlar siyah pantolon ve beyaz gömlek giyiyorlar.
Gecenin en güzel kızı mutlaka gelin oluyor, yeni nesi gelinler dal gibiler ve düğün öncesi ciddi bir diyet yaparak gelinliğin ve tuvaletlerinin içinde çok güzel görünüyorlar.
Kına geceleri erkek anneleri için bir nevi kız beğenme fırsatı da doğuruyor. Bazen komik durumlar da söz konusu olabiliyor;
"Gelinin yanındaki şu uzun boylu, yeşil elbiseli kız kim? Bizim oğlana kız arıyoruz da."
"O genç kız gelinin abisinin hanımı."
?
..

15 Mayıs 2012 Salı

BASRİ'NİN YERİ


Sapanca'da Belediye yol kenarlarındaki kaldırımları yapıyordu 6 ay önce, hala yapılmamış yerler var. Küçücük kasabada altı ayda neden bitmemiş bu çalışmalar anlayamadım. 
Sabah çok erken saatte yürüyüş yapmak için göl kenarına indik,  akşamdan yenen ve yerlere atılan ayçiçeği kabukları doluydu her taraf. Gerçi biz oradayken temizlemeye başlamışlardı ama bir önlem alınsa da insanların bu çöpleri yere atılması engellense daha iyi olur diye düşünüyorum.

Pazar yeri çok uzakta olduğu için halk tepkiliydi, duyduğuma göre eski yerine taşınacakmış. Kestanelik mahallesinde çingenelerin bulunduğu evler komple yıkılıp TOKİ tarafından evler yapılacakmış. Yıllardır asimile olmuş gibi görünen çingeneleri bu sefer gidecek olmalarının verdiği rahatlıkla asabi ve özellikle çocukları saldırgan gördüm. Evlerin önündeki erik ağaçlarına saldıran çocuklar ev sahibinin uyarılarına aldırış etmenden ağaçtaki bütün erikleri topluyorlardı. Bu manzaraya kendi bahçemizde de olmak üzere bir sürü yerde şahit oldum.

Yukarıda yazdığım kötümser tablodan sonra iyi bir şey yazmalıyım. Sapanca'nın köylerinde kahvaltı ve yemek mekanlarına bir yenisi daha eklendi. Bayan muhtarının çabaları ile Kırkpınar'a rakip olacak Yanık köyü güzel bir restorana kavuştu. 

Basri'nin yeri; iki dönüm bahçe içinde, Yöresel kahvaltısı, ızgara ve pide çeşitleri ile bu yaz yörenin en güzel yeri olmaya aday bir restoran olmuş. İşletmeciliğini yapan gençler konuklarıyla bizzat ilgileniyorlar. Sapanca'ya yolunuz düşerse Basri'nin yerine gitmenizi öneririm.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

FOOTJOY


Başlığı özellikle yazdım. Bu markayı bilen varsa onu tebrik ediyor ve ayakkabı gurusu olarak ilan ediyorum. Ben ilk ez duydum ama ismi hoşuma gittiği için yazıma konu oldu.
Yolda yazı yazmakta zorlanıyorum. Aslında otobüsler iyi, yollar da öyle fakat yazı yazarken yanımdakiler göz ucuyla bu kadın ne yazıyor diye bakıyorlar benim de dikkatim dağılıyor. Ama keşke trenle bir yerlere gitsem de yemek vagonlarında cam kenarında önümde kayan manzaraya bakarak yazılar yazsam.
Sapanca yolunda sıkılmayayım diye otogarda magazin dergisi aldım. Hangi iş adamının karısı ne giymiş, hangisi doğumdan hemen sonra eskisinden de zayıf olmuş, hangi davette iki sosyetik güzel kıyafetlerinden dolayı pişti olmuş, kimin eski eşi, kimin eski sevgilisi ile birlikte görülmüş öğrendim, başım göğe erdi. 

Derginin sayfaları arasın da gezinirken gördüğüm yüzlerden dolayı bir süre sonra gözümün önünde tek bir yüz belirdi ki bir şeye benzemiyor. Yukarı kalkmaktan neredeyse bademciklerin görüneceği bir burun, arı sokmuş dudaklar, çok garip bir haber almış da hayret etmiş gibi bakan kaşlar, yakınlarında bir yerde tüp patlamış da 2. dereceden yanık olmuş bir yüz. Göğüsler yer çekimini tuşa getirmiş, yaş ne olursa olsun toprağa paralel bakıyor. 
Bilim adamları bu saydığım özelliklerde bir kadın yaratıp kopyalamış Nişantaşı ve Bebek civarına salmışlar, öyle  ki kıyafetler bile üç aşağı beş yukarı aynı. Dergiye verdiğim 5 liraya acımaya başladım diye düşünürken arka sayfalarda golf oynayan sosyetiklerin resimlerine rastladım. 

Golf denince aklıma dünyanın en çok kazanan golf oyuncusu Tiger Woods geliyor ama onu kazandığı paralarından veya oynadığı oyundan ziyade aldatılmayı hazmedemeyen eşinin kendisini beyzbol sopasıyla hastanelik ettiğini hatırlıyorum.
Bizde golf denince aklıma Kaya Çilingiroğlu geliyor ki o da golf sırasında tanıştığı Feraye hanım yüzünden Hülya Avşar'dan ayrılmıştı. 
Bu yüzden golf sporunun pek hayra alamet spor olmadığına karar verdim. Üstelik Google'da golf yazıp resimlere baktığınızda çıkan resimlerin pek çoğunda faullu bir duruş var ve ayağın kırılmış da sakat kalmışsın gibi görünüyor. Ayakkabıları da sicilya'lı mafya babası Corleone'ler gibi iki renkli ve hiç bir estetik özelliği yok.
Yukarıda başlık attığım marka bu ayakkabıların en popüler olanı. Fiyatı da asgari ücret alan bir işçinin bir aylık maaşına yakın.
 Magazin dergisinde 4 sayfa ayrılan golf haberlerinden sonra golf kültürüm gelişti.
Ne işine yarayacak diyeniniz varsa cevabım hazır;
Hiç belli olmaz, yılbaşına şunu şurasında 6 ay kaldı, şayet bilet alırsam belki büyük ikramiye bile çıkabilir.
Ama şimdiden söylüyorum o garip ayakkabıları hayatta giymem.



13 Mayıs 2012 Pazar

DÜNYANIN EN GÜZEL KOKUSU 2


Geçen yıl da aynı yazıyı yazmıştım. Annemin bahçesindeki çiçekler eşliğinde

sanırım her yıl aynı yazıyı yazacağım izninizle.
...
1950 yıllarının başı.
17 yaşlarındaki bir genç kız bulunduğu köyden Sapanca'ya bir yakınının düğününe gidiyor. Baba küçük yaşta ölmüş, abi de askerde olduğu için annesi yollamak istemiyor ama kız çok ısrar ediyor ve arkadaşları  ile düğüne gidiyor.
Düğün dönüşü bindikleri araba bir gurup genç tarafından durduruluyor. Gençler arkadaşını arabadan indiriyorlar. Ama bir kaç dakika sonra yanlış anlaşılıyor. Aslında arabadan indirmek istedikleri kendisi, fakat arkadaşıyla aynı renk elbise giymiş. Arkadaşını o sanıyorlar.
Zorla arabadan indiriliyor, İnmek istemiyor, bağırıp yardım istiyor fakat arabadaki kimse ona yardım etmiyor. Çünkü kızı kaçıran kişiler kalabalık bir sülale..
" Beni kime kaçırıyorsunuz" diye soruyor.
Bir süredir kendisine haber yollayıp evlenmek istediğini söyleyen gencin adını veriyorlar. Kız onunla evlenmek istemediğini söylüyor, fayda etmiyor.
Yaşı küçük olduğu için günlerce o ev senin bu ev benim gezdiriyorlar. Jandarma sürekli peşlerinde fakat yakalayamıyor. Sülale kalabalık, sürekli başka başka akrabaların evinde kalıyorlar. 
Askerdeki abisi olayı gazetelerden öğrenip kardeşini ailenin elinden almak için komutanından izin istiyor. Komutan yanına iki asker katarak abiye izin veriyor. Abi kardeşini almak istese de kız abisiyle gittiği taktirde ikisinin de bulundukları evden  sağ çıkmayacağını bildiği için evlenmek istediğini söylüyor.
İki aileyi barıştırmak için aracılar konuluyor.
Sonunda genç kız istemediği halde kendisini kaçıracak kadar seven gençle evlenmek zorunda kalıyor.
Sülale bu genç kızı inat etmediği ve onları zor durumda bırakmadığı için çok seviyor. Görkemli bir düğün yapıyorlar.
Eskilerin kabadayı, şimdikilerin mafya dediği bir adamla yıllarını geçiriyor. Eşi hapis'e düşüyor, bekliyor.Tekrar hapse giriyor..
Bekliyor..
Üç çocuğu oluyor. Eşi 55 yaşında eski kabadayılığını geride bırakmış sakin bir hayat yaşarken kalp krizinden ölüyor.
50 yaşında dul kalıyor.
Yıllarca kayınpeder kayınvalideye gelinlik yaparak geçiyor ömrü.
76 yaşındayken bile "Keşke ehliyetim olsaydı da araba kullanabilseydim" diyecek kadar hayata bağlı.
Torunlarıyla oturup komedi filmleri izliyor, MC Donald's da hamburger yiyor.
Koluna girebileceği kızı, torunu varsa alışveriş merkezlerinde, çarşıda pazarda dolaşmaya bayılıyor.
Gazete okuyor, torunlarına okuma yazma öğretiyor. Araba yolculuklarında torunlarının dinlediği saçma sapan müzikleri bile dinliyor. Survivor yarışmasına bayılıyor.
Oy verdiği partiyi de vermediklerini de takip ediyor, Siyaset konuşmaya bayılıyor.
Son zamanlarda kadın programlarını fazlaca seyretse de gündemdeki hiçbir şeyi kaçırmıyor.
Torunları ona " Bahriş" diyor.
O da torunlarına harika dolmalar ve halüjler yapıyor..
...
Canım annem..
Kızın olmaktan gurur duyuyorum.
Bu yaşımda kucağına başımı koyup, kokunu içime çektiğimde kendi anneliğimi bile unutup çocuk oluyorum.
Ne olur başımızda uzun yıllar sağlıkla kal emi?
Anneler günün kutlu olsun..

9 Mayıs 2012 Çarşamba

DOKUZ AYIN ÇARŞAMBASI


Hani bazı günler evden apar topar çıkarsınız, üzeriniz başınız düzgün değildir, kimseye bu şekilde yakalanmak istemezsiniz. İşte o gün "Dokuz ayın çarşambası bir araya gelir." Ne kadar görmediğiniz, karşılaşmak istemediğiniz varsa karşınızda belirir.
Kızımın erken saatte duruşması var, normal saatinden daha önce çıkması gerekiyor. Sabah hava soğuk olduğu için otobüs durağına götüreyim dedim. Üzerime ne bulduysam geçirdim, yüzümü yıkayıp dışarıya çıktım. Durağın önüne geldik ama otobüs henüz ortada görünmediği için, dışarısı da soğuk olduğundan arabadan inmedik.
Tam o sırada yanımızdaki yaya kaldırımından 5 yıldır görmediğim zaman zaman telefonla konuştuğum bir çift yürüyüş yapıyor. Bu halde karşılaşmamak için görmemiş gibi yaptım ama onlar hemen beni fark ettiler. Arabadan dışarıya çıksam bir 5 yıl daha beni bu kıyafetle hatırlayacaklar. Çıkmasam ayıp olacak, mecburen çıktım. Adam fark etmemişti aslında ama kadın cin gibi, hemen fark etmişti beni; bir de "Aaa hiç değişmemişsin." diyerek yalan söylüyor. Oysa ben de onlar da değişmişti ama fikrimi söylemedim.

Adam eski mali müşavirimiz olduğu için eski şirketimizle ilgili bir iki şey konuştuk, kadın anında lafa girerek kızının Kabataş Erkek Lisesi'inde okuduğunu söyledi. Aklıma "Şecaat arzederken Merd-i kıpti sirkatin söyler" sözü geldi. Hani kahramanlık anlatılırken çingene delikanlısı da kendisi için kahramanlık sayılan hırsızlığını anlatırmış. Ne alakası var şimdi diyemedim. Zaten içimden geçen şeyleri karşımdakine söyleyemediğim için yazılara dökmüyor muyum senelerdir.
Konuşma esnasında kazağımın yakası omuzumdan düştü. Düzeltiyorum anında düşüyor. Normal şartlarda tek omuzu düşen açık yakalı şık bir kazak ama bu gün durum komik. Çünkü sabah giydiğim mor tsihirt'in üzerine bunu geçirdiğim için düşen yakanın içinden garip mor bir  t-sihirt görünüyor. Ayağımda kısa bir kot var. Ayakkabılarım evlere şenlik.
Neyse sonunda vedalaştık. Onlar giderken bu halde birine yakalandım diye söyleniyorum. Kızım da dürüst ya, çok kötüsün de diyemiyor, "Yok ya pamuk pamuksun" diyerek beni iyice anlam kargaşası içinde bırakıyor.
Otobüs geldi kızımı yolcu edip eve döndüm ki apartmanın önünde alt kat komşuma rastlamaz mıyım.
Ama o da ne! komşum benden beter. Üzerinde kocasının eski bir hırkası, rengi solmuş bir eşofman altı, saçlar darmadağınık, eski bir terliklerle dışarıda.
"Havluyu silkelerken arasından tokam düştü dışarıya da onu almaya inmiştim." diyerek izah ediyor. "Bu halde bizim oğlanın yan binadaki öğretmenine rsatladım" diye yakınıyor. 
Yanında düzgün görünüyor olmalıyım.
Seviniyorum.
Komşum hem bana hem de öğretmene bu halde rastladığı için, dokuz ayın çarşambasını yaşıyor.

8 Mayıs 2012 Salı

TALİHSİZLİK

Güzel bir yazı yazmıştım.
Sonra ne olduğunu anlayamadan "Sil" butonuna basmışım, hepsi silindi.
Tekrar yazmak içimden gelmedi ):

6 Mayıs 2012 Pazar

KULAK MİSAFİRİ


Pazar sabahı erkenden ortanca kızımı dershaneye bıraktım, dönüş yolunda  simit ve poğaça almak için Komşu Fırına uğradım. Beyefendi İstanbul dışında, kızlar da henüz uyanmadılar sıradaki kadının tepsisinde mis gibi çay duruyor, evde kızları bekleyeceğime poğaçamı çayla birlikte burada yiyeyim diye bir çay da ben aldım. Fırının önündeki Masalardan birine geçtim. Pazar günü için çok erken olmasına rağmen masaların çoğu dolu. Arkamdaki masada iki erkek var. Karşımda genç bir çift. Evde yemek hazırlamak yerine burada yemeği tercih etmişler. Eşofmanlı olduklarına bakılırsa yürüyüşten geliyor olmalılar. Arkamdaki gençten iki erkeğin konuşmasına kulakmisafiri oluyorum.

"Abicim görmen gerekiyor, Hindistan'da öyle yollar var ki motosikletle zor geçersin. Pislik, fakirlik, inekler.. Bizim ekiptekiler Moğolistan'a doğru yola çıktılar, şayet sponsor bulunursa bütün dünyayı dolaşacaklar. Gerçi yolun bir kısmı için ... FM sponsor oldu ama yetmez tabi."
Arkam konuşanlara dönük olduğu için yüzlerini göremiyorum ama genç adam o kadar güzel anlatıyor ki keyifle dinledim.
Kulak misafiri olmak hemen hemen  hepimizin başından geçmiş bir durumdur. "Hemen" diyorum aranızda bir iki kişi çıkıp; "Ben hiç kulak kabartmam" diye aykırılık yaparsa onları ayıralım.

Dedemin kulakları yazılarımdan birinde hikayesini anlattığım üzere duymazdı, annem yaşlılıktan mıdır nedir ağır işittiğini söylüyor. (İşine geleni çok iyi duyuyor ama bu konuya girmeyeceğim.) Yani ailede az işiten olduğu için ben de bazen az işittiğimi düşünüyorum, Özellikle büyük kızımla telefonda konuşurken uyarırım; "Bir de avukat olacaksın, şöyle bağırarak konuş da duyayım seni." O da inadına mı yapıyor bilmiyorum ama sanki Tibet'te Budist rahiplerin yanından konuşuyormuş gibi yavaşça konuşuyor.  Evde arka odadan bir şey söyleseler, "Buraya gelin de öğle tekrarlayın, bir şey duymadım." diyen ben bir başkasının konuşmalarını yanımdaymış gibi duyuyorum iyi mi.

Geçen hafta Büyükada'ya giden vapurda arkamızdaki koltukta oturanların komik bir diyaloğunu Beyefendiye anlattım ama sonra da  "Yuh" dedim kendi kendime. 
Kulak misafiri olmakla ilgili konuştuğum arkadaşlarımdan biri şöyle dedi. "Bazen o kadar dalmış vaziyette dinliyorum ki, fark edip 'Gel aramıza katıl' deseler gaza gelip  yanlarına gideceğimden korkuyorum."
Sonra araştırdım ki; Kulak misafiri olmak yanlızca bizde değil her millette sıkça kullanılan bir terimmiş. 
italyanca ; Origliare
İngilizce; to eavesdrop
Fransızca; qui ecoute une conversation sans en avoir l'air
Almanca; Abhören
 ( Rusçasını da yazmak istedim ama klavyemde harflerini bulamadım.)
Kulağınıza güzel konuşmaların çalınması dileği ile,
 İyi Pazarlar.






4 Mayıs 2012 Cuma

TERSİNE DÜNYA


Altı yıl önce Bauhouse'da mağaza görevlisinin şaşkın bakışları altında rahmetli eşimle şöyle bir konuşma geçti aramızda;
"Bak burada çok güzel bir vida sıkma makinesi var, hem de markası Black&Dacker. Alalım mı ne dersin?"
"Evde matkabımız var ya, ne gerek var şimdi onu almaya. Matkabı elinden düşürmüyorsun, bir de bunu alırsan yandık."
"Bu çok güzel bir şey, kesin  almamız lazım."
"Peki peki al bakalım evde delmediğin yer kalmadı."
Evin erkeği matkap takımı almak ister, kadının da işine gelmez. Klasik bir durumdur ama bu sefer tam tersi söz konusudur. Evde çok güzel bir matkap takımım varken vida sıkma makinesine aşık olan bendim. Görevli adamın hayretli bakışları altında makineyi, çeşitli boylarda dübel ve vidalardan oluşan takım kutusunu almıştım. Evdeki bütün delme işlerini yaptığım gibi arkadaşların evlerine de yardıma gider olmuştum.

Bunları  niçin hatırladığıma gelince; Önümde orta yaşlı bir karı koca yürüyordu. Adam kaldırımı fark etmedi, ayağı takıldı.
"Görmedin mi koca kaldırımı" diye tersledi kadın.
Adambaşını eğdi,  ses etmedi. Adamın sessiz haline kadın daha çok kızdı;
"Allah allah ya şu haline bak." diyerek söylendi.
Evimizin önündeki çocuk parkında 6 yaşındaki oğlan çocuğu annesine kendi yaşında bir kızı gösterip ağlıyordu.
"Anne Büşra bizi dövüyor."
"Bizi" dediğine göre kız oradaki diğer erkek çocukları hacamat etmiş olmalıydı. 
Sabah yürüyüş yaptığım yolda bir çift eşofmanlarını giymiş yürüyorlar. Karşılarından tasması sahibinin elinde olan sevimli bir köpek geliyor. Köpeği gören adam anında karısının arkasına saklanıyor, kadın kocasını sakinleştiriyor.
"Korkma ısırmaz."
Bazen dünya tersine dönüyor.



1 Mayıs 2012 Salı

HAVA GÜZELDİ, İSTANBUL BİZİ ÇAĞIRIYORDU


1 Mayıs İşçi Bayramı dolayısı ile resmi tatil ilan edilince Beyefendi'de işe gitmedi. Her zaman olduğu gibi bayram, seyran, hafta sonu bizim için fark etmiyor en geç 8 gibi kalkıyoruz. Bu sefer de 7.30'da kahvaltımızı yapıp, kızlar uyurken evden çıktık.
Mart ayının ilk günü Ayın Biri Kilisesine gitmiş, burada da paylaşmıştım sizlerle. Üç kez gitmek lazım diye bir inanış var, bu yüzden ilk rotamız orası. Taksim'e giden bazı yollar kapalı diye bir duyum almamıza rağmen Unkapanı'na kadar kalabalık bir trafikle karşılaşmadık. İMÇ bloklarının arkasında bir sokağa arabamızı park edip kiliseye gittik. Saat çok erken olduğu için ilk gittiğim gibi kalabalık değildi. Yine rahip'in önünde sıra olmuştu insanlar, mum yakıp dilek diliyorlardı. Ben de iki mum aldım ama Beyefendi pek itibar etmedi. İş yeri denetlemeye gelmiş vergi müfettişleri gibi sağa sola bakıyor. Bir de tatil günü takım elbise giymiş ki müfettişten farkı yok. Ben mumları dikerken kafamı bir çevirdim ortada yok. Alt kata inen iki merdiven var, ben birinden indim içeriye baktım, hatta kutsal kabul edilen su ile ellerimi yıkadım yukarıya çıkarken; Allah allah nereye gitti demeye kalmadan aşağıyı iki dakikada gezmiş diğer merdivenlerden  yukarıya çıkıyor. Neyse kiliseden çıktık arabamızın bulunduğu istikamete değil de Eminönü'ne doğru yürümeye başladık.

Tahtakale civarında önümüze Rüstem Paşa camii çıktı. Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve kızı Mihrimah Sultan'ın kocası Damat Rüstem Paşa için Mimar Sinan'a yaptırılan çinileriyle ünlü caminin bir özelliği var, caminin bahçesi üst katta. Altta dükkanlar var. Bu arada Mimar Sinan'ın Mihrimah Sultan'a aşıkken onun kocası için Cami yapması da hüzünlü bir hikaye konusu olsa gerek.
Sonra Kapalıçarşı'ya gittik, oradan çıkıp Süleymaniye Camiinin bulunduğu meydandaki meşhur Alibaba kanaat lokantasında  fasulye ve pilav yedik. Uzun zamandır yediğim en güzel kuru fasulyeydi diyebilirim. Her zamanki gibi restoran turist kaynıyordu. Burayı İstanbul'da oturan kaç kişi biliyor acaba diye merak etmedim değil.
Tam o sırada öğlen ezanı okunduğu için Beyefendi hazır Süleymaniye Camiine gelmişken namaz kılmak istedi. Abdest alıp camiye girdi. Ben de caminin avlusunda bir bankta oturup etrafı seyretmeye başladım. Camiinin iki kapısı var kapının girişinde bir görevli yabancı turistlere içeride ibadet yapılıyor o yüzden bir saat kapalı dedi. Bizim türklerden bir adam görevlinin başka dinden insanların ibadet sırasında içeriye girmelerini engellemek için söylediği sözleri anlamayıp görevliye yaklaştı saf saf sordu;
"Cami kapalı mı abi?"
Görevli sinirlendi: "Kapalı mı derken?"
Etraftaki Türkler gülmeye başladı.
Bu sırada namaz bitti, cemaat çıkmaya başladı, Beyefendi ortada yok. "Herhalde gaza geldi camiyi güzel buldu kazaları da kılıyor." diye düşünüyorum, biraz daha bekliyorum ki hala ortada yok. Ayakkabılarımı çıkarttım, bir poşete koyarak boynumdaki şalı başıma geçirdim camiye girdim. Allah allah adam yok. Diğer kapıdan dışarıya çıktım. Baktım ki bahçenin bir ucunda çekik gözlü bir çiftle muhabbet ediyor. Bana el salladı beni Japonlarla tanıştırdı. "Merhaba, tanıştığımıza memnun oldum" gibi bildiğim bir iki japonca da aklımdan uçup gitti. İngilizce bir iki kelime söyledim. Bir yerden okuduğuma göre japonların %90'ı ingilizce bilir, konuşurmuş ama konuştuklarını pek kimse anlamazmış.
Beyefendi Japon çiftle biraz konuştuktan sonra onlar da bizi sevmiş olmalılar ki resimlerimizi çektiler. Biz de altta mı kalacağız çantadan kocaman bir Canon çıkartıp onları resimlerini çektik. Kendi markalarıyla onlara misilleme yaptık. Yakınlarda eskiden medrese olan şimdi çay bahçesi haline getirilmiş şirin bir yerde çay ve türk kahvesi ikram ettik. Beyefendi de bol bol Japonca pratik yaptı. Ben de son derece Fransız bir halde gülerek kafa salladım. Japonları orada bırakıp arabamızın bulunduğu yere geldik. Bu arada gittiğimiz yerler dolayısı ile kocaman bir daire çizmiş olduk. Ayaklarımız ağırmıştı ama neşemiz yerindeydi.
Evimize dönerken arabanın MP3 çalarında karadeniz türküleri çalıyordu.
Oy benim sevdiceğim de olur mu böyle keder,
O sürmene yaylası 15 doktora bedel
...