31 Ekim 2010 Pazar

İLK GİREN SONRA ÇIKAR


Küçük kızımla evden çıkıp asansöre bindik. İçeride bizden başka bir çift daha var.
Bizi "davetsiz misafir" bakışlarıyla süzdüklerine göre konuşmalarını bölmüş olduğumuzu anlıyorum. Asansör açılmadan sesleri gelmişti kulağıma.
Üzerimize alınmadan biniyoruz. Arabalarına binmedik nihayet. Apartmanın ortak kullanım aracı ne de olsa.
Bizden önce alt kat düğmesine basan çifte içimden oh olsun diyorum. Asansörlerdeki düğmelerde olan mikrop umumi tuvaletlerin klozet kapağındaki mikrop kadarmış. 
"İyi günler" tarzında yapılan bir baş hareketi ile yan yana dizildik. Karşı duvar boydan boya ayna kaplı. Asansörde yalnız değilsek kimsenin aklına aynaya bakmak gelmez. Aslında asansördeki aynalar kurtarıcı nesnelerdir. Evden apar topar çıktığınızda saçınızı, dişinizi, burnunuzu, yüzünüzü inceler nasıl olduğunuzu kontrol edebilirsiniz.

İnsanlar genelde asansöre yalnız binmeyi severler. Özellikle kadınlar tabuttan biraz daha hallice bir ortamda tanımadıkları bir erkekle olmaktan hoşlanmaz. İçeride erkek varsa "Siz gidin ben sonra geleceğim gibisinden" bir mazeretle asansörün tekrar gelmesini bekler. Gerçi erkekler için de aynı düşünce söz konusudur. Kendisine potansiyel "tecavüzcü coşkun" gözüyle bakan bir kadının varlığı rahatsız edicidir. Yanlış anlaşılacağı korkusuyla gözlerini  tavana veya yere doğru uzatır, asansör durana kadar kaldırmaz. 

Asansörlerde garip  talimatlara rastlayabiliyoruz.
- Asansöre geri geri binmeyiniz.
- Asansöre işemeyiniz.
- Asansörde halat kopuktur, iki kişiden fazla binmeyiniz.
- Aidatını yatırmayan asansöre binmesin.
- Asansörde telefonla konuşmayı denemeyin, çekmiyor.
Türkiye'de ilk asansör Pera Palas Otelindeymiş ve hala kullanılır durumdaymış.
Biz kadınların erkekler ile birlikte binmekten hoşlanmadıkları asansörün 1743 yılında Fransa Versailles sarayında Kral XV. Luis'in dairesine monte edildiğini ve İkinci katta oturan metresi madam Chateaurous'a rahat ziyaret etmesi için tasarlandığını biliyor muydunuz?


29 Ekim 2010 Cuma

29 EKİM


Bugün Cumhuriyet'imizin 87'ci yılı.
Günlerdir televizyonda, gazetelerde günün anlam ve önemi hakkında yazılara programlara rastlıyoruz.
Bu gün Atatürk'le ilgili yazılmış anılardan sevdiğim birkaçını yazmak istiyorum.
....
 İtalyan Büyükelçisi, Atatürk ile görüşmek ister.  O zamanın muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra, Büyükelçi :
-Ekselans, dün Roma ile yapmış olduğum bir görüşmede hükümetimizin Hatay'i almak istediği kararını size iletmem söylendi" der.  
Odada buz gibi bir hava eser. Ata, büyükelçiye bir şeyler daha ikram eder ve iki dakikalığına  odadan ayrılır.  Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası vardır. Doğruca masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak'ın bağlanmasını ister ve Çakmak'a;
- Paşa, İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlarmış. Hazır miyiz?
Fevzi Çakmak durumu anlar ve "Biz hazırız Paşam" diye yanıtlar...
Ata, Büyükelçiye döner ve: "Biz hazırmışız. Hükümetinize söyleyin, ne zaman  isterlerse gelip Hatay'i alabilirler" 

Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
- Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
Ata'nın gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir. Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ateşeleri de davet edilir. Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ateşesi olan binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz. Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmaktadır.  Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir. Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:
"Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi."
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
"Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış?"

27 Ekim 2010 Çarşamba

AYA BENZER YÜREĞİN


Gündüzleri televizyon açıyorsam kanalları şöyle bir dolaşıp çok ilgimi çeken bir konu yoksa CNN de kalırım.
Mükemmel ! ingilizcemle her şeyi şıp diye anların demeyi çok isterdim ama yok öğle bir şey. Yine de en azından çok teknik terimler kullanılmıyorsa konuyu anlarım. Zaten ortalama bir insan görüntülerden konuya vakıf oluyor.
Amerikan Havacılık Uzay Dairesi (NASA) Ay'da önemli miktarda donmuş halde su kitlesine rastladığını açıkladı.
Bu haberin görsellerinde bir roket ayın kuytu bir yerine dalıyor ve etrafa havai fişek gösterilerini andıran bir görüntü çıkıyor.
Konuşan kadın o kadar hızlı anlatıyor ki bir şey anlamak mümkün değil. Konuyu alt yazıdan anlıyorum. Sanırım Amerikan halkı da bu kadar hızlı konuşmadan bir şey anlayamaz diye aynı görüntü ve konuşmalar yaklaşık 10 dakika devam ediyor.
Yapılan anketlerde sınır komşuları Kanada'nın yerini bilemeyen, Zenci Aktör Morgan Freeman'ı Dışişleri bakanı zanneden bir toplumun neden bu kadar ileride olması ayrı bir yazı konusu olsun, biz Ay'a dönelim.
Ayın karanlıkta kalan çukur bölgelerine yapılan roket atışında yüzlerce kilo donmuş su, cıva, gümüş ve farklı kimyasallar açığa çıkmış.
Suyun olduğu bir yerde hayat olduğunu bilirdik hep.
Ee şimdi ne olacak.
2002 yılında Nasa'ya yaptığımız ziyaret sırasında eğri büğrü bir taşı fanus içinde muhafaza ederek "Ay taşı" diye ziyarete açmışlar, biz de merakla taşı görmek için sıraya girmiş görünce sükutu hayale uğramıştık. Kendi adıma ay taşını parlak ışıl ışıl bir şey diye düşünüyordum. 
Şimdi  Amerikalılar aydan gelen suyu şişelere koyarak ziyarete açarlar.
Benim naçizane tavsiyem bu projenin başına bir Türkü getirsinler. Uyanık Türkler "Şifalı Ay Suyu" diye öyle bir pazarlama ile satış yapar ki  yerlerde sürünen Dolar tarihin en yüksek seviyesine ulaşır.
Benden söylemesi.

26 Ekim 2010 Salı

KEDİ


Tanıdıklarımdan biri işlerinin iyi gitmediğinden şikayet ediyor. Zor bir dönem geçirdiğini ve atlatmak için bir sürü yol denediğini anlatıyor. İşlerini düzeltmek için anlattığı yollardan birini paylaşmam lazım. Sizde en az benim kadar şaşıracak ve gülümseyeceksiniz.
Arkadaşımın insanlardaki negatif enerjiyi aldığını söyleyen bir tanıdığı var. Bir ortamda tanıştığım bu kadıncağız bende negatif enerji olduğunu, ellerini üzerime değdirmeden çok yakın bir mesafeden parmaklarıyla  sözde üzerimdeki ağırlığı ve sıkıntıyı alacağını söyledi.
Kabul ettim.
Onun bu hareketlerinden sonra hakikatten üzerimde ne sıkıntı ne de negatif enerji  kalmıştı. O kadar çok güldüm ki kızacak, sıkılacak halim kalmamıştı. Yani bir bakıma dolaylı da olsa kadının dediği olmuştu.
Bulunduğumuz ortamda benim haricimde gülen kimse olmadığı için bana özel bir ilgi göstererek üzerimde başka bir deneme daha yaptı.
İki ayrı  kağıda istediğim ve istemediğim her şeyi yazmamı istedi. Ben de yazdım ama kadın "Böyle gülerseniz olmaz ama.." diyerek beni uyarmayı da ihmal etmedi. Sonra istemediğim şeylerin listesinin bulunduğu kağıdı yakarak köz haline getirdi. İstediğim şeylerin listesinin bulunduğu kağıdı da çantamda taşımamı söyledi. Daha fazla dayanamadım.
- Bunu kimden istiyoruz şimdi, dedim.
- Tabi ki allahtan,
Soruyu yapıştırdım.
- Allah benim cüzdanımdaki kağıdı neden okusun, zaten içimden neler geçtiğini bilmiyormu?
Sonunda kadın benden umudu kesti. Söylenerek yanımdan uzaklaşmıştı.

Arkadaşımın anlattığına göre bu kadıncağız iş yerinin bereketi gelsin diye siyah bir kediden birkaç kıl koparıp bunu yakmalarını istemiş.( Birşeyleri yakmaya meraklı anlaşılan.)
Üniversite mezunu, İş yeri sahibi, aklı başında olarak gördüğüm  arkadaş da bu öneriyi ciddiye alıp o kasap senin, bu mahalle benim ellerinde makasla kara kedi aramışlar. Sonunda bir pet shop'ta bulmuşlar. Dükkan sahibi ısrarla kara kedi isteyen bu iki kadından huylanmış. 
- Kara olan satılık değil başka bir renk vereyim. demiş.
Bizimkiler ısrarla kara kediyi isteyince almasınlar diye 5000 lira olduğunu söylemiş.

Arkadaşım bu durumu gülerek anlatırken ofis telefonu çaldı.
Bizim enerji uzmanı kadın Yeşilköy sahilinde kara kedi gördüğünü ama elinde makas olmadığı için tüyünden koparamadığını söylüyormuş.
...
Çevrenizde kedilere gereğinden fazla ilgi gösteren birileri varsa nedenini bir daha düşünün?

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN ?


Büyük ve çılgın kızım anaokuluna giderken "Büyüyünce ne olacaksın?" dediklerinde bir çok çocuk gibi "Doktor." derdi. Bizim doktor olmasını istediğimizi bildiğinden uyanıklık yapar bizi mutlu ederdi. 
Öğretmen olan aile dostumuz gıcıklığına "Sen doktor falan olma dansöz ol. Hem doktorlar beyaz önlük giyiyor, dansözler süslü püslü giyiniyor." diyerek kızımı etkilerdi.
Kızım da o sorduğunda "Dansöz" , biz sorduğumuzda da "Doktor" olacağını söylemeye başladı. 

Bir gün aile büyüklerinin ve öğretmen arkadaşımızın olduğu  olduğu bir ortamda biraz çekindiğimiz bir büyüyümüz kızımı kucağına oturtup sevdikten sonra; "Söyle bakalım büyüyünce ne olacaksın?" diye soruverdi.
Bütün gözler ona çevrilmiş ne cevap vereceğini bekliyorduk. Doktor dese arkadaşımız üzülecek, dansöz dese biz üzüleceğiz. 
Kızım hiç duraksamadan "Dansöz doktor olacağım" diyerek hepimizi hayrete düşürmüştü. Durumdan habersiz olan aile büyüğümüz kızıma bir süre inanmaz gözlerle  baktıktan sonra "Sen yine de dansöz olma" diyerek konuyu değiştirdi.
Beş veya altı  yaşında kocaman insanlara verdiği cevapla ne  olacağının sinyallerini vermiş olan büyük kızım ne bizim ne de arkadaşımızın dediği mesleği seçti. Avukat oldu.

 "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna çocuklar ne cevap veriyor bakalım.
- Büyüyünce ne olacaksın?
- Ne olursam olayım yeterli olmayacağım. Bir sürü şey olmam istenecek. Ben de debelenip duracağım.
-Ben kendimi hiç bir zaman büyük görmeyeceğim.
- Bu soruyu çalışmadım efendim.
 - Büyüyünce kamyon olacağım.
- Voltran olacağım.
- Süpermen olacağım. Baran'ı bir güzel döveceğim.
- Baba olmayacağım. Babam hep kızıyor.
- Traş olacağım.
- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Doktor olacağım babanne.
- Bana da bakarsın herhalde.
- Sen o zamana kadar ölmüş olursun.
-???
- Büyüyünce ne olacaksın?
- Mehter takımında davulcu olacağım.
- Kaplumbağa olacağım. Çok yaşıyorlarmış.
- Büyüyünce ne olacaksın?
- Büyüdüğüme pişman olacağım.

23 Ekim 2010 Cumartesi

KEMAN


Kızlara kışlık palto alacağız. 
- Stradivarius'a gidelim dedi biri.
- Yahu o ölmemiş miydi? Biz keman değil palto alacağız.
Lise yıllarımda çok güzel gitar çalan bir müzik hocamız vardı. O yıllarda bizlere işkence gibi gelen, şimdiki yaşımda klasik müziği zevkle dinlememe sebep olan ne kadar klasik müzik varsa dinletir ayarımızı bozardı. 12 Eylül darbesinin adım adım geldiği o yıllarda gençleri zapt etmenin çok zor olduğunu anlayan müzik hocamız 40 dakika süren dersinin 20 dakikasında teypten Mozart, Beethoven, johann Sebastian Bach, Chopin dinletir uyumamıza neden olurdu.

İlk günler bu müzik asabımızı bozsa da sanatçıların bir filme konu olacak kadar renkli hayatını  ve yazdığı müziklerin hikayesini dinledikçe ilgimizi çekmiş, hatta hoca sormadan bazı müziklerin kime ait olduğunu bilmeye başlamıştık.
Son sınıfta Üsküdar Musiki cemiyetinde keman çalan, o dönemde şehirde okulu bitiremeyeceği anlaşılınca kasabaya yollanan bizden yaşça büyük bir arkadaşımız sınıfımıza geldi. Zaten Edebiyat sınıfı olarak pek öyle çalışkan değildik. Keman çalan arkadaşımız da bize uydu. Ders aralarında boş derslerde sınıfımızdan klasik türk müziği sesleri yükselmeye başladı.
Sakarya'nın bir kasabasında sıradan öğrencilerin olduğu bir sınıfta bulunan bir avuç öğrenci konservatuvar öğrencileri seviyesinde müzik bilgisine sahip olmuştuk.
Fakat  hiçbirimiz konservatuvarı bilmediğimiz için gitme eğiliminde olmadık. Zaten yollayan da olmazdı.
O dönemde kim çocuğunu şarkıcı yapacaktı ki?

Ben bir alet çalamadım.Yıllar geçti.
Büyük kızım 6 yıl , ortanca kızım 2 yıl piyano dersi aldı. Onları dinlemekten büyük keyif aldım.
Evimizde uzun yıllar piyano olmasına rağmen keman sesi hep hoşuma gitmiştir.
..
Satradivarius Ünlü İtalyan keman ustası Antonio Stradivari'nin soyadını verdiği kemanların ismidir. Kemanlarını yaptığı dükkanının olduğu sokakta başka keman ustaları da varmış. Hepsinin kapılarına  "Avrupanın en iyi keman yapımcısı, Dünyanın en iyi keman yapımcısı, İtalya'nın en iyi keman yapımcısı" yazarken, onun kapısında "Bu sokağın en iyi keman yapımcısı" yazıyormuş. 18.yüzyılda sadece 512 adet keman yapmış ve bunların değeri o kadar yüksekmiş ki 2006 yılında bir açık arttırmada 3.54 milyon dolara satılmış. Kemanların pek çoğu müzelerde sergileniyormuş. Kullanılan az bir kısmı da özel günlerde senfoni orkestralarında çalınıyormuş.
512 adet kemanın bir tanesi de İzmir'li bir kolleksiyonerin elindeymiş.
..
Kızlarla mağazaya girdik.
O da ne?
İtalyan stradivarius  İspanyolların giyim markası olmuş.

22 Ekim 2010 Cuma

BAŞ AĞRISI


Dörtgöz teletabi "Başım ağrıyor" dedi. Yüzü hafifçe solgun, Cin gibi bakan gözleri yorgun bakıyor.
Her insan ömründe mutlaka bir başağrısı şikayeti yaşamıştır.  Vücudumuzun 1/8 'ini kaplayan başımızın 300 ayrı şekilde ağrısı varmış. Bunlardan en bilineni kadınların eşlerine söylediği; "Başım ağrıyor"  bahanesi olsa gerek. 
Benim de kategorisinde olduğum migren türü baş ağrısı vardır ki evlere şenlik.
Bir başlar 3-4 gün sürer. Başının bir yarısı gizli bir el tarafından yumruklanıp hırpalanırken, diğer yarının bundan zerre kadar haberi olmaz. Sanki biri yüzünüzü boylamasına ortadan ikiye ayırmış bir tarafa işkence ediyor. Bir gözünüz ağırır, bir kulağınız ağırır, bir yanağınızda uyuşma hissedersiniz. Kısacası berbat bir durumdur.
Migren türü baş ağrısı havalı bir hastalık gibi görünür. Migreni olan kendini entelektüel, hassas, her şeyi dert ettiği için bu ağrıyı çekiyor zanneder. " Bakın sizin yüzünüzden migren ataklarım başladı." konuşmaları yapar.
Migren hastası sinüzit yüzünden başı ağrıyanı küçük görür. Çünkü kendi baş ağrısının tedavisi yoktur. Özeldir yani!
Migren ataklarının olmaması için sinirlenmemesi, şarap, rakı gibi mayalı içkiler içmemesi, çikolata peynir gibi yiyeceklerden uzak durması gerekir.
Yukarıda yazdıklarımı yapmayınca başın ağrımasa ne olur. Güzel bir ortamda iki kadeh şarap içmeyeceksem. Üzüldüğümde, sevindiğimde Bitter çikolatayı mideye indirmeyeceksem, kahvaltıda ezine peyniri yiyemeyeceksem bunların siniri ile zaten migren ataklarım başlayabilir.
300 çeşit başağrısının biri de migrendir dedik ya migrenin de üç çeşidi varmış. İsimlerine bakın, en azından afilli bir isimde acı çekiyorsunuz. Aura ile görünen migren, aurasız görünen migren, menstuel migren.
"Benim migrenim auralı" demek hoş değil mi?
Beyler yanılıp da üçüncü çeşidi söylemeyin. İlk ikisi size uyabilir üçüncüyü boş verin.
Bu arada Reiki felsefesine göre bu hastalığın kaynağı kızgınlık ve mükemmeliyetçiliğe karşı düş kırıklığıymış.
Gelmeden önce kendini hissettirerek haber veren bir ağrı çeşidi olduğu için nazik bir hastalık da diyebiliriz kendisine.
Kısacası başağrısı deyip geçmeyin. Başı ağrıyan kişilere kulak verin, ama "Başağrısı" yapan tiplerden de uzak durun.

21 Ekim 2010 Perşembe

HAYAT BİR SINAVSA KAĞIDIMI VERİP ÇIKMAK İSTİYORUM


Sosyal paylaşım sitelerinde özlü sözler yazmak moda oldu.
Özlü sözler dediğime bakmayın. Edebiyat derslerinde kullandığımız özlü sözlere benzemiyor bunlar. İnsanlar söylemek istedikleri sözlere bir kalıp bulup; "Bir yerden duydum" diyerek yazıyor.
"Aşk abdest gibidir şüpheye düşersen bozulur" diyor iyi bir evliliği olan arkadaşım.
Yeni boşanmış biri şöyle demiş; "Erkekler en çok sevgilisini, en az karısını, en uzun da annesini severmiş." Eski eşe bir gönderme mi var acaba?
Kime kızmışsa şöyle yazmış biri; "Pinokyo'yu Yapan Gepetto usta kadar marifetli değilim o yüzden her Odunu Adam edemiyorum." Kavgada söylenmez....

Biri içkiye ithafen şöyle demiş; "Kendisi ile uzun yıllar süren seviyeli bir ilişkim var. Ben ona para harcıyorum, o da benim başımı döndürüyor." 
Dergiden arkadaşım çok ilginç sözler yazmaya başladı son günlerde. Durdurmak mümkün değil. Baksanıza şuna; "Her başarılı erkeğin ardında bir kadın, her 'başağrılı' bir kadının arkasında kesinlikle bir erkek vardır." 
Şair Cemal Safi yazmış, yüzlerce kişi de paylaşmış."Allah diyen hayvanlara rastlıyoruz. Şaşırmayın! Ben 'Seni seviyorum' diyenine bile rastladım."
"Bir erkeğin yumruğundan daha serttir bir kadının sözü. Biri dişlerini söker, diğeri düşlerini." demiş şair William Butler

"İnsanlara kendilerini nankörlüğe mecbur edecek kadar büyük hizmette bulunmayınız."  Balzac
Ben bir şeyler yazacak olsam ne yazardım diye düşündüm. Sanırım sevdiğim bir şairden kopya çekerdim.
Özellikle İsmet Özel'in bu iki satırı upuzun bir yoruma bedel değil mi?
"Bir hayatı, ısmarlanmış bir hayatı bırakıyorum. Görenler üstünde iyi duruyor derlerdi."


20 Ekim 2010 Çarşamba

SİGARAMIN DUMANINA SARSAM SAKLASAM SENİ


Sabah saat 8.30 karşı apartmanda bir kadın. Balkona çıkmış. Üşüyor besbelli balkonun duvarına dayanmış, büzülmüş. Elindeki sigaradan derin nefesler çekiyor. Balkonda sigara içmeye çalıştığına göre içeride birileri sigaradan rahatsız olmalı. Bir çocuk, eş veya büyükler. Seksenli yılların başında modern olmanın görüntülü hali elinde sigara olan, kısık gözlerle etrafı seyreden kadın ve erkeklerdi. Sonra bazı guruplarda bir kaç kez sigara deneyimimde anladım ki kısık gözle etrafa bakmak trend için değil, sigara dumanından gözleri korumak içinmiş.

Gençlik yıllarımda sigara özentim hiç olmadı.  Ablamın annem ile yaşadığı sigara savaşlarını gülerek izlemekle yetindim. Annem bir dedektif misali ablamın sakladığı sigaraları bulur, imha eder, babam da " Madem içiyorsun bu meredi bari iyisini iç." diyerek ablama  o zamanlar pek bulunmayan Marlboro sigaraları getirirdi. 
1990 yılında ilk kez kıbrıs'a gidiyoruz. Havaalanında kadınların ilgi gösterdiği, parfüm ve saatleri ile ünlü bir sigara markasının reklamı çok hoşuma gitmiş, rahmetli eşim de Free shop'tan iki karton sigara almıştı içmem için. O iki kartonu misafirlere ikram ettim, sigara içen arkadaşlarıma hediye ettim son bir kaç kutu da kurtlandı. Sigaraların uzun süre beklediği zaman kurtlandığına şahit oldum. Gelincik, Samsun, Bafra, Birinci, İkinci, Meltem, Harman, Hanımeli, Barış, Bahar gibi isimlerle satıldığına şahit oldum. Büyük babamın kocaman elleri ile incecik gelincik sigarasını tüttürürken, sigara ile eli arasındaki zıtlığı fark ettim.

Bazı insanların bir sigara için dilenci durumuna düştüklerine şahit oldum. Eliaçık pek çok kişinin sigara konusunda çok cimri olduğuna, kendisi almayıp etraftan isteyerek günde on tane sigara içene şahit oldum. Sigara içtiği için kendini diğer insanlardan daha üstün zanneden insanların varlığına şahit oldum.
Yıllar geçti, zaman değişti. Statü sembolü olan sigara itibardan düştü. İş görüşmelerinde sigara içenler tercih edilmez oldu, Sigara içen insanlar iradesi zayıf olarak algılandı. Kapalı mekanlarda, otobüslerde içmesi yasaklandı.
Evlerimizdeki tüller, örtüler sigara dumanından sararıp kokuyor diye değil, kirlendiği için yıkanır oldu.
Sigara içiyorum demek out,
Sigara içmiyorum demek in oldu.

Milattan önce 1000 yılında Maya'ların ağrılara iyi geldiği düşüncesiyle tütün çiğnemesi ve  tütün yapraklarını yakıp çıkan dumanı solumaları ile başlayan ve karşı apartmadaki kadının soğukta sigara içmesine kadar geçen süreçte sigara ile ilgili herkes kendi bildiğini okudu.
 Amerika kendi ülkesine sigara konusunda ciddi yaptırımlar uyguladı ama ellerindeki tütünleri satmak için atın üzerine sigara içen yakışıklı bir kovboyu oturttu. Öyle bir reklam yaptı ki; Az gelişmiş ülkelerin kısa boylu, pos bıyıklı erkekleri, ellerinde sigaralarla atının üzerinde batıya giden kovboy edası ile gözlerini kısarak sigarasından derin bir nefes çekerek Amerika'yı ne kadar düşündüğünü kanıtladı.
Sabah saat 9.00
Benim yazım bitti. Uzanıp bakıyorum. Balkondaki kadın ikinci sigarasını da bitirmek üzere.

16 Ekim 2010 Cumartesi

SEN KAPAT BEN ARARIM


Otobüsteyim Yol yaklaşık 3 saat.  Dışarıda yağan yağmuru seyrediyorum. Otobüsün kalktığı dakikalarda "Telefonlarınızın sesini kısın" uyarılarına  aldırmadan telefonlar yüksek perdeden çalmaya başlıyor. Arkamda oturan kadın gelini ile konuşuyor. Yola yeni çıktığını, çok yağmur yağdığını söylüyor. "Çolak Nizamettin'in karısı selam söyledi" diyor. Gelini bu isimden hoşlanmamış olacak ki; "Yok canım evlerine falan gitmedim yolda karşılaştım." diyerek karşı tarafı rahatlatıyor. "Belki eve değil önce size gelirim çocukları özledim" dediği anda gelin kalp krizi geçirmiş olmalı. Kadın daha yüksek perdeden bir kaç kez "Alo" demek zorunda kalıyor.

Gelin bayıldı kadın sustu derken koridorun karşısında oturan adam telefonu açıp bir arkadaşı ile konuşuyor. "Haydar ben şu anda istanbul'dayım. Arkadaşlarla oturuyoruz ( Yalana bak.) On gün kalacağım. Ağabeyimler de olurum herhalde. Ara beni mutlaka, ya da adresi ver sana geleyim doğruca. ( Haydar adresi verecek gibi değil, konuşan bir türlü adres alamıyor.)
Arkalarda başka bir adamın telefonda yüksek sesle röntgen sonuçlarını doktora götürdüğünü, "Ben baktım sonuçlar temiz" diyerek doktorculuk oynadığını duyuyorum. 

Önümde oturan Üniversiteli olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız otobüse bindiği anda telefonu kulağına götürüyor hiç abartısız  bir saat konuşuyor. Bu arada yapılan servis sırasında telefonu bırakmıyor. Konuşmalarını tam anlayamadım ama " Yanıı.. Hıııı.. gelceemm.." gibi Türkçeyi katil ederek konuştuğuna bakılırsa bir arkadaşı ile onların tabiri ile "Geyik" yapıyor.
Otobüsten iniyorum. Bir adam kulağında telefon eşine bağırıyor;" Evde temizlik var git demedin mi? Bekleme beni bir iki gün."
Telefonla konuştuğumuz zaman yanımızda, çevremizde kim var kim yok unutuyoruz. Bütün özel hayatımız bu konuşmalarla deşifre oluyor. bağırıyor, çağırıyor, kahkaha ile gülüyor, iltifat ediyoruz..
Telefonsuz bir hayatı düşünemiyoruz.
Sir Graham Bell  sağırların duyması için icat ettiği telefonun insanları sağır edecek kadar tehlike arz ettiğini görseydi ne derdi acaba?

11 Ekim 2010 Pazartesi

ÇAN ÇİN ÇON


Çin başbakanı ülkemize gelmiş.
Çeşitli temaslarda bulunmuş. Ortak yapılması gereken projelerden biri de İstanbul- Ankara arasında hızlı tren seferleriymiş. Bu hızlı tren sayesinde İstanbul - Ankara arası 1.5 saate inecekmiş. Taklit ve sağlam olmayan Çin malını almayın diye bu kadar yorum yapıldığı düşünülürse Çin malı demir yolları veya trenlere kim biner bilemeyeceğim. Bu haberin altında okuyucu yorumları var. Biri çok hoşuma giden bir yorum yapmış.
"Her yere çok çabuk yetişeceğiz. Peki ama boş zamanlarımızda ne yapacağız."
Türk halkı boş zamanlarında ne yapar?
Kitap okurum, müzik dinlerim, maket uçak  yaparım, yoga kursuna giderim,  sosyal sorumluluk projelerine katılırım..... Yok ya!
Boş zamanlarımızda toplu halde televizyon seyrediyoruz. Hepsi bu.
Televizyonun karşısında popomuzla değil belimizle yayılıyoruz elimizde kumanda. Önem sırasına göre dizi filmler, sonra kısacık haberler, sonra  evlilik veya yemek programları, belki kavgalı dövüşlü bir tartışma programı ( Kavga yoksa ilgi çekmiyor.)

Kitap okuyan kesim çok az. Kitap fiyatları 4 kişilik bir ailenin bir haftalık ekmek parası. Asgari ücretle geçinen bir aile kitap mı alsın ekmek mi?
Maket uçak yapanlar belki emekli pilotlar olabilir ondan da şüpheliyim.
Yoga kursları hakkında Cem yılmaz ve Recep İvedik yeteri kadar yorum yaptı zaten. Bundan sonra kim gittiğini söyleyip alay konusu olacak.
" Bugün yoga kursuna gittim"
"He iyi yaptın.. İçimizde içimizde"
Rahmetli Türkan Saylan'ın başına gelenlerden sonra bırakın sosyal sorumluluk projelerini, korkudan kimse çocuğuna   Sosyal Bilgisi dersi bile çalıştırmıyordur.
Ama evet.. Müzik dinliyoruz.
İsmail YK "Allah belanı versin"
Demet Akalın "Allahından bul "
İbrahim sadri "Adın batsın."
Yıldız Tilbe "Çok özle ama kavuşma."
Katy Perry "You are so gay" diyor
 Biz de bu beddualarla boş zamanlarımızı geçiriyoruz.

10 Ekim 2010 Pazar

ISMARLAMA YAZI- ISMARLAMA TERZİ


Blogumun, kayıtları biriktirdiğim, taslaklar hazırladığım bir bölümü var. Onları inceliyorum. Bazılarına sadece başlık koymuşum. İçi doldurulmayı bekliyor. Bazılarında yazılar var yarım kalmış, başlık yok.
Başlığını attığım ve devamını getirmediğim bir yazıda şöyle demişim; "Ismarlama yazıya bahane aranmaz." Bazı takipçilerimin yazmamı istediği konular oluyor. En tıkandığım yazılar da onlar maalesef. Hakikatten ısmarlama yazı olmuyor. Olsa olsa  ısmarlama ceket, pantolon, elbise , ayakkabı oluyor.
Amcam erkek terzisiydi. Çok güzel ısmarlama ceketler pantolonlar dikerdi. Yengem ise bayan giysileri dikerdi. 

İzmit çınarlı kahvenin sokağında caddeye bakan önü boydan boya camlı bir dükkanı vardı. Duvara dayanmış rafta top top kumaşlar, büyük bir kesim masası, kocaman bir makas ilk dikkati çekenlerdi. Amcamı parmağında yüksük denilen iğne batmasını önleyen demirden yapılmış aparatla hatırlıyorum.
Amcam ve yengemin hiç çocukları olmadı. O yüzden bizi hoş tutarlar onlara gitmemizden zevk alırlardı. Biz iki kız kardeş İzmit'te amcamlar'a gitmeye bayılırdık. Öncelikler izmit güzel bir şehirdi, Sapanca'da olmayan parkları çarşıları çoktu  ve yengem bize güzel elbiseler dikerdi.
Amcam'ın diktiği takım elbiselerin arta kalan kumaşlarından  etek, pantolon  hatta paltolarımız vardı. Özellikle  ablama torpil geçilirdi. Öyle ya, ablam hem benden büyüktü, hem de "Beyaz evin güzel kızıydı"  
Amcamlar'ın evi şehrin içinde üç katlı bir evin ikinci katındaydı. İlk kez deri sandalyeyi onlarda görmüş acaba içinde ne var diye jiletle kesmiştik. Ne bekliyorduysak, içinden çıkan pamukları görünce hayal kırıklığı yaşamıştık. Amcam ve yengem bu olaya kızmadılar ama annem uzun yıllar bu hatamızı yüzümüze vurdu. 

Amcamlar'ın evinde kışsa gaz sobası yanar, henüz pek çok kişide olmayan televizyon izlenir, yaz ise akşam yemeğinden sonra İzmit fuarına gidilir, orada mısır, dondurma, macun mutlaka yenirdi. Yol boyunca yengem ve amcamın elinden tutarak yürümek çok farklı bir duyguydu. Çünkü biz üç kardeş de anne - babamızın elinden tutup bir yere gitmemiştik. Hatta bırakın ikisinin birden elinden tutmayı kendi adıma annem ve babamı birlikte bir yere giderlerken hiç hatırlamıyordum.
O yüzden biz kardeşler için İzmit'e gitmek  bir aile olmak demekti. Anne, baba,  çocuk..
Gerçek olmasa bile bize iyi gelirdi.
Kendilerinin olmasa bile bir kaç haftalığına bir çocuğun evlerinde olması amcam ve yengeme de iyi gelirdi.
Onlar da bir süreliğine bir aile oluyorlardı. anne, baba, çocuk...

9 Ekim 2010 Cumartesi

ÇOK BİLMİŞ


Bilgisayarı açtım. Sağ alt köşeden bir pencere açıldı. "Bilgisayarınızın sorununu görmek istiyormusunuz?" yazıyor. 
Eh madem bilgisayarımın sorunu var görelim bakalım. Üç kızın sorunu bitmiyor bir de bilgisayarın sorunuyla ilgilenelim diyerek pencereyi açtım.
Şaka gibi.
Açılan pencerede şöyle yazıyor. "Sorun sizin dilinizde değil."  Bir sorun olduğunu benim dilimde söylüyorsun da sorunun ne olduğunu neden ingilizce söylemek zorundasın?
- Ayşe  neyin var?
- Önemli bir sorunum var.
- Hayrola?
- Söylemek istemiyorum.
-Haydaa
Bilgisayarım aynen Ayşe gibi naz yapıyor. Kendi bilir.
Zaten bu bilgisayarlar kullanıcıyı bozmak için birebir. Hatanı bulmaya görsün anında yüzüne vuruyor. "Onu mu demek istediniz, bunu mu demek istediniz?" diyerek acımasızca eleştiriyor. 
Bir sayfada önemli bir yere bakıyorsunuz tam o sırada ortaya kocaman bir pencere açılıyor. Yeni güncellemeler var tıklatın. O sinirle hayır yerine evete bastıysanız yandınız. En az 15 dakika sürecek bir yüklemeyi beklemek zorundasınız. Bu seçenekler arasında "Sonra hatırlat" butonuna bastıysanız yandınız. Bilgisayar asla unutmuyor. En olmayacak zamanda "Hani yükleme yapacaktın" diyerek kendi ayarını düzeltmeye çalışırken sizinkileri bozuyor.
Okuduğun mailleri silmek istiyorsun, " Çok geniş bir hafıza kutunuz var neden siliyorsunuz?" diyor. La havle diyerek Spamları silmek istiyorsunuz; "Otuz günden fazla duran Spamlar kendiliğinden siliniyor zaten" diyerek cahil muamelesi yapıyor.
Kısacası hayatımızda görmediğimiz işkenceyi, aşağılamayı, nazı, bilgisayarımızda görüyoruz. Üstelik bunları bize yapsın diye bir klasör büyüklüğünde nesneye eşek yükü kadar da para ödüyoruz.
Ben bunları yazarken bilgisayarım alınmış anlaşılan "Yeni güncelleşmeleri yüklemek zorundayız. yaptığınız işlem silinebilir." diyerek şantaj yapıyor.

8 Ekim 2010 Cuma

KADIN


Televizyon kanallarından birinde Türk Sineması Kuşağında Mine Mutlu'nun filmi var.  Siyah uzun saçları iri gözleri ile gülümseyerek Zeki Müren'in ellerinden tutuyor.
Sapanca'da köprübaşından göl yoluna giderken Kaymakam'ın evinin hemen yanında "Ersin" sineması vardı. Kışın kapalı salonu kırmızı deri kaplı, yazlık kısmı ise tahta sandalyeli kocaman bir sinema salonu. Çarşamba günleri yeni bir filmin geldiğini bilen halk, çoluk çocuk sinemaya doluşurdu.
Anneler bir tane biletle 3-4 çocuğunu sinemaya sokar, biletçiler de müdahale etmezdi. Bir dönem amcalarımdan biri işletti Ersin sinemasını. Sülalenin bütün kadınları, çocukları akraba durumundan bedavaya sinemaya giderdik.

Anlatılanlar tam o döneme rastlıyor.
Akrabalardan biri her gün sinemaya gidiyor. Karısı onun her akşam sinemaya gitmesinden şikayetçi. Kocasından kendisini de götürmesini istiyor. Bundan sonrasını olayın kahramanı yengenin ağzından dinleyelim.
" Akşama kadar tarlada çapa yapmış yorgun argın eve gelmiştim. Ahmet kahveden gelmiş; -Hadi sinemaya gidiyoruz dedi. Ellerim kazma tutmaktan şişmiş, nasırlaşmış. Güneşten iyice yanmışım. Ohlaya inleye sinemaya gittik. Film başladı, Mine Mutlu ve Ayhan Işık  oynuyorlar. Mine Mutlu Pembe yanakları bembeyaz yüzüyle süslü püslü duruyor. Filmin yarısına gelmeden oturduğum yerde yorgunluktan uyumuşum. Uyandığımda Ahmet bir bana bir Mine Mutlu'ya bakarak; "Kadına bak kadına, sen de kadın mısın?" dedi"

Bunları anlatırken kırgınmış. Dövseydi bu kadar üzülmezdim demiş. Bir daha hiç sinemaya gitmemiş.
Bunu anlatan yenge uzun yıllar tarlaya gitmeye devam etti. Ellerindeki nasırlara yenileri eklendi. Ama kocasının; " Sen de kadın mısın " sözünü hiç unutmadı. Bu kırgınlığının kendisine saklamadı. Herkese anlattı.
 Güzellik kraliçesi seçilerek sinemaya adım atan ve yetmişten fazla filmde oynayan Mine Mutlu ise 41 yaşında Göğüs kanserinden vefat etti.

7 Ekim 2010 Perşembe

HAZAN


Bazı filmlerde baş roldeki kadın veya erkek bunalmıştır, sıkılmıştır, çıkar dışarıya ya bir deniz kenarında, ya da bir dağın eteklerinde yeşillikler arasında uzun yürüyüşler yapar. Denizin sesini, ağaçların hışırtısını veya bir kuşun cıvıltısını dinleyip öyle uzaklara bakar.
Dün evden çıktım. Maksadım biraz ağaçlar, yeşillikler arasında yürümek, hiç bir şey düşünmeden öylece aylak aylak dolaşmaktı. 
Önce belediye otobüslerinin üzerlerine giydirilmiş reklamları okudum. Sonra binalardaki "Satılık- Kiralık" ilanlarını. 

Yoldan ayrılıp parka girdim. Sonbaharın habercisi "Kasımpatı" çiçekleri sarı, turuncu açmış. Hafifçe dokundum yapraklarına incitmeden. Soğuktu.. 
Güneş bulutların arasından bir çıkıp bir kayboluyordu. Parkta küçük derecikteki kurbağalar kaçıştı beni görünce.
Nasıl bir düşünceyle masallaştırılmış, öpüldüğünde prense dönüşen kurbağa.
Belediye çalışanları çim biçiyor. Üç kişiler, ikisinin ağızlarında sigara. Hiç düşürmeden, ellerine almadan derin nefesler çekerek içiyorlar. Yüzlerindeki ifadenin sözlere vurumu; "Bırakamadım bu meredi." olmalı.
Üzerlerinde belediyenin adının yazıldığı sarı tulumlar sonbaharı hatırlatıyor.

Ne demişti Ahmet Haşim;
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinden bir yığın güneş rengi yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.

Hafif bir rüzgarla kenardan bir gazete parçası dolanıyor ayaklarıma. Ayaklarımla düzeltip yazıları okumaya çalışıyorum. Kalp pili ile ilgili bir yazı, yarısı yırtılmış. Kalbe pil mi takılırmış?
Çocukluğumda gazete kağıtlarında alırdık pirinç, şeker, mercimek gibi kuru gıdaları. Uhu da yoktu besbelli ki kirecimsi bir bir madde ile yapıştırılır, altından tutmadıysanız dibi açılıp aldıklarımız yere saçılırdı. 
Kese kağıdı dediğimiz düz sarı renkte kağıtlar daha sağlam olur ama mahalle bakkalları muhtemelen evde hamurla yapıştırdığı gazeteyi tercih ederdi. Bu gazete kağıtlarını yırtılmasın diye özenle açar okurdum son satırına kadar. 
Sonra çok uzun yıllar ölüm ilanlarına kadar her şeyini okur oldum gazetelerin. Hakkını vermek isterdim. Düzeltme yazısını yazan da, hava durumunu yazan da köşede yazı yazanda birdi benim için.
Belki ilgim azaldı, belki eski sabrım kalmadı. Artık her yerini okumuyorum gazetelerin. 
Ayağımdaki gazete kağıdına baktım uzun uzun. 


Öyle uzaklara bakıp kuşların sesini dinlemek, doğayı hissetmek sadece filmlerde oluyordu herhalde. Ben beceremedim.
Eve dönerken çim biçme makinelerinin sesi uzaklaştı ama kuş seslerini de yaprakların hışırtısını da duyamadım.

6 Ekim 2010 Çarşamba

STOCKHOLM SENDROMU


Bundan bir kaç yıl önce bir arkadaşıma, şikayet ettiği şeylerle yaşadığı için "Sende Stockholm Sendronu olmuş." demiştim. Arkadaşım kültürlü, birikimli biri olmasına rağmen "Stockholm Sendromu'nu" bilmiyordu. Arkadaşıma bir suçlama getirmiştim ama hayatımızın her döneminde hangimiz bir "Stockholm Sendromu'na" yakalanmamıştık ki. Şikayet ettiklerimiz sıkı sıkıya bağlı olduklarımız değil mi?

1973 yılında Stockholm'deki başarısız banka soygunu sırasında soyguncular ile rehin alınan 6 kişi arasında bir yakınlık olmuş.  Dört gün boyunca direnen soygunculara rehineler mukavemet göstermedikleri gibi polis operasyonu sırasında kurtarılmaya da direnmişler. Mahkemeye çıkartılan soyguncular aleyhine ifade vermeyi reddetmişler. Hatta aralarında para toplayıp savunmalarına yardımcı olmuşlar. Bu olaydan sonra Psikolojide mağdur ve mağdur eden arasındaki yakınlaşmaya "Stackholm Sendromu" denmiş. Bir ayrıntıyı yazmadan geçemeyeceğim. Soyguncuya sadece rehineler değil halk da sempati beslemiş ve polisi sert davranıyor diye eleştirmiş.

İnsan düşünmeden edemiyor. Banka soyan insanlar rehineleri hangi makul sebeplerle ikna edebildiler de kendi yanlarına çektiler.
Bizde olsa sanırım durum şöyle olurdu.
"Abi valla kötü bir niyetimiz yok. Bu bankaya iş başvurusunda bulundum. Müdür beni alacağına torpilli birini aldı. Çocuklar aç. Bu bankadan çalışarak para kazanamayacağımı anlayınca çalayım dedim."
Ne diyebilirsiniz ki?

Uzmanlar baskı gören kişinin baskı yaptığı kişiye sempati duyması olarak adlandırıyor Stockholm sendromunu. Öyleyse  bu kadar şikayet ettiğimiz baskı altında olduğumuzu söylediğimiz, mağdur olduğumuzu dile getirdiğimiz halde bizi yönetenlere oy verdiğimiz göz önüne alınırsa toplu halde Stackholm sendromu yaşıyoruz demektir.
Bir de iyi tarafından bakalım. Avrupalı bir ülkenin ismiyle anılan bir sendromumuz varsa Avrupa birliğine girmemize ramak kalmış diyebiliriz.
Hadi hayırlısı..