31 Aralık 2011 Cumartesi

YILBAŞINDA TRAMİSU


Aslında Tiramisu sevenlerden değildim. Hele 6 yıl önce  Venedik'te yediğimiz Tramishu'dan sonra iyice soğumuştum. Kızlarımla Böyle bir kış günü Venedik'te gezerken otel uzakta olduğu için girebileceğimiz bir tuvalet aradık. Çocuklar sıkıştılar ama tarif edilen yerdeki tuvalet günlerden Pazar olduğundan kapalı. Bu nasıl bir mantıksa Pazar günü çiş yapmayın diyor insanlar. San Marco meydanına bakan bir pastaneye gidip birer Tiramisu yeme bahanesi ile tuvaletlerini kullandık. Yediğimiz Tiramisu hem çok ıslaktı hem de tadı iyi değildi. Üstelik oldukça da pahalıydı. Bu üç olumsuz özellikten sonra Tiramisu'yu hiç sevmediğime karar vermiştim ki geçen ay arkadaşlarımı aşure yemeye davet ettiğimde Nesrin'in yapıp getirdiği Tramisu'yu deneyene kadar.
Yılbaşı gecesi için Nesrin'in yardımı ile Tramisu yaptık. Aslında benim bir dahilim olmadı desem yeridir. Sadece malzemeleri önüne koydum, Nesrin de hazırladı. Buyrun size Tramisu tarifi;

Malzemeler;
Kakaolu pasta tabanı (iki parçalı.)
1 Paket kakao
Yarım litre süt
1 Paket labne peyniri
3 Çorba kaşığı toz şeker
3 Çorba kaşığı un,
3 Yumurta sarısı
(1 Bardak sıcak suyun içine 1 çorba kaşığı filitre kahve, 1,5 kaşık şeker koyarak karıştır.)

Hazırlanışı;
Tencereye yumurtanın sarısını, yarım litre sütü, şekeri ve unu koyarak iyice karıştırın, sonra da ocağın altını yakın. Ağır ateşte sürekli karıştırarak muhallebi kıvamına getirin. Muhallebinin üzerine labne peynirini ilave edip iyice karıştırın. Ocağın altını kapatın.
Pasta tabanının alt parçasına bir bardak kahveli karışımın yarısıyla iyice ıslatın. Hazırladığınız muhallebinin yarısını keki kaplayacak şekilde yayın. İkinci keki de kalan yarım bardak kahveli karışımla ıslatıp diğer kekin üzerine kapatın.
Kalan muhallebiyi  spatula yardımı ile kekin üzerini iyice sürün.
Kakaoyu bir süzgeç yardımı ile pastanın her tarafına bolca dökün. Üzerine arzu ettiğiniz pasta süsleri ile süsleyin. Biz yılbaşı konseptine uygun olsun diye yıldız yaptık.
Yılbaşı gecesi yemek üzere serin bir yere kaldırdık.
Valla sizi bilemem ama bize afiyet olacak.
Teşekkürler Nesrin'ciğim.

29 Aralık 2011 Perşembe

2012 YILINDA NE YAPMALI



Mayalar takvimlerinde 2012 yılından sonrasını yazmamışlar ya, herkes acaba ne olacak diye bekliyor.
Milattan sonra 300 yılında yaşamış bir uygarlık belki de ancak 2012 yılına kadar tahmin yürütmüş olabilir ki  bu bile o dönemde yaşayan bir toplum  için büyük  gelişme.
1975 yılında Uzay 1999 diye bir dizi vardı. Senaryoyu yazanlar 1999 yılında insanların ışınlanacağını, uzayda koloniler kurulabileceğini hayal ettiler. 2011 yılında karada otomobille zor gidiyoruz. O yüzden Mayaların böyle uzun bir dönemi öngörmelerine hayran olalım ama önümüzdeki yılı şimdiden bir felaket olacakmış gibi algılamayalım.

2012 yılında neler yapmalı;
Bekarlar 12-12 2012 için evlenme planı yapabilirler. Aynı şekilde çocuk düşünenler de şimdiden planlarını o tarihe göre yapsınlar ki çocuk üzerinden ayrıcalık yaşasınlar.
Yeni yılla birlikte ekonomik durumunuz ne olursa olsun küçük bir birikimle başlayın o seneye. Mesela her ayın ilk günü ekonomik durumunuza göre kullanmadığınız bir cüzdana veya  kutuya para koyun ve bir dahaki ay aynı güne kadar o parayı unutun. Her ay koyduğunuz para aynı olmasın farklı miktarlar olsun, küçük büyük fark etmesin. Bir yılın sonunda paranızı sayın ve bununla kendiniz için bir şey yapın. Mutlu olacaksınız.

Geçtiğimiz günlerde cep telefonumdan bir arkadaşımı arayayım derken aynı harfle başlayan ve aramayı istemediğim birini yanlışlıkla aramak zorunda kaldım. Baktım ki telefonumda eski evimin bahçıvanından tutun da 6 yıl önce dolap yaptırdığım marangozuma kadar herkesin adı yazılı. Dün itibari ile telefonumdaki bütün gereksiz isimleri sildim. Siz de son iki yılda aramadığınız herkesin ismini rehberinizden silin. "Belki lazım olur." diye aradığınız kaç kişi var bunların içinde diye düşünün. Cevabı sizi şaşırtacaktır. 

Uzun bir süredir kırgın olduğunuz birileri varsa ilk adımı siz atıp arayın, Hiç sitem etmeden hal hatır sorun. Birilerini mutlu ettiğinizi anlayınca siz de mutlu olacaksınız.
Annenizi sık sık arayın; Tarzınız değilse bile "İyi ki beni doğurmuşsun, seni seviyorum." deyin. Annenizi mutlu etmek dünyanın en tatmin edici duygusudur emin olun.
Her ne kadar çoluk çocuğunuz, eşiniz, sevgiliniz, arkadaşınız, akrabalarınız olsa da dünyaya yalnız geldik yalnız gideceğiz. Önce kendinizi sevip değer verin. Ayda en az bir kez sadece kendinize ait bir zaman ayırın ve bu kısa bir alışveriş, boş boş dolaşma, tek başına bir tatil, odanın kapısını kapatıp sırt üstü yatma ve kendini dinleme, trene veya metroya binip son durağa kadar gidip tekrar dönme  Veya ne zamandır arzu ettiğiniz bir uğraş olabilir.

"Diyet yapacağım" fikrini hafızanızdan silin. "Diyet" sözü bile artık insanları tedirgin etmeye başladı. Yapı itibari ile çok kilolu olup sonra çok zayıflayanları görmüşsünüzdür ama bu zayıflıklarını uzun süre muhafaza eden birini hatırlıyor musunuz? "Ben bir ara 58 kiloya düşmüştüm ama tekrar aldım." diyen balık etinde bir sürü insan tanıyorum.(Örnek; Sibel Can.) Bu yüzden sofrada çok zaman geçirmeyin, tıka basa doymayın, sevdiğiniz bütün yemeklerin şişmanlattığını unutmayın, bu yüzden onlarla mesafeli bir ilişkiniz olsun, bol bol hareket edin. Gerisi kilolarınızın inadına kalmış.

Çalışıyorsanız işinizi sevmiyorsanız bile sizin işinizi yapmak isteyen en az bir düzüne insan olabileceğini, daha az bir maaşla sizin yerinize çalışabileceklerini hatırlayarak işinizi sevmeye çalışın.
İnsanlara "Günaydın - İyi Akşamlar" demekten çekinmeyin. Cevap almasanız bile insanca bir davranışta bulunduğunuzu size cevap vermeyenin tuvalette oturduğunu, gaz çıkardığını, burnunu karıştırdığını düşünün.
Televizyonla çok haşır neşir olanlar, hiç olmazsa haftada bir gün, bir kaç saat herkes odadayken televizyonu kapatıp ailece muhabbet etmeye, oyun oynamaya çalışın.
Yaşadığınız şehirde kasabada boş zamanlarınızda daha önce hiç gitmediğiniz, görmediğiniz yerleri keşfedin.
Son olarak, gülümsemeyi alışkanlık hale getirin. Dünyada işlerinizin yoluna girmesini sağlayacak en güzel hareket gülümsemektir. 
Gülmenizi kimseden esirgemeyin.






28 Aralık 2011 Çarşamba

PİYANGO İLE GELEN UMUTLAR


Milli piyango biletleri için bayi önünde  sıraya girmişler.
Muhabir soruyor; "Büyük ikramiye size çıkarsa ne yaparsınız?"
"Hollywood a gitmek istiyorum" dedi 60 yaşlarında bir kadın. Muhabir nedenini sordu;
"Liz Taylor'u görmek isterim. O güzel gözlerine yakından bakmak isterim."
Allah allah biri Liz Taylor'un öldüğünü bu kadıncağıza söylemeli ama hayalleri yıkılır mı?
Bir başkası karısı  yanında olduğu halde "karımı boşarım" diyor gülerek. Şaka mı söylüyor gerçek mi belli değil.

"Kendime yeni bir iş yeri açarım, beni işten atan patronumu da çaycı olarak işe alırım." iyi de sen büyük ikramiyeyi kazandığında patronun da aynı zamanda iflas ediyor mu olacak?
Bir başkası seyahate çıkarım, ev alırım, çocuğumu evlendiririm, yeni bir araba alırım diyor. Ama bir adamın dediği şey çok ilgimi çekti. Adam orta yaşlarda halinden orta gelirin altında tahmin ediliyor.
Şöyle dedi; "Büyük İkramiye bana çıkarsa bakımevi açarım ama o bakımevine akıllı insanları alırım." Bunu söyleyen bir çocuk değil, 50 yaşından büyük görünen bir adam.

Hey büyük allahım, adamın isteğinin güzelliği yanında ardından söylediği yaptırıma ne anlam vermeli?
Aslında birinin cesaret edip şöyle demesini isterdim; "Hele büyük ikramiye çıksın babamı bile tanımam arkadaş. Bir daha beni bulana aşk olsun." Kimse böyle bir şey diyemedi. Sanırım Allahın gücüne gider de çıkartacağı varsa çıkartmaz diye söyleyemediler. 
Temel uzun yıllar "Tanrın ne olur bana büyük ikramiyeyi çıkart" diye dua edermiş. Sonunda melekler durumuna üzülüp Allahın huzuruna çıkmışlar. "Tanrım, Temel yıllardır sana yalvarıyor, ne olur bu yıl büyük ikramiyenin ona çıkmasını sağla."
Tanrı gürlemiş; "Çıkartmasına çıkartacağım da bilet almıyor ki inek."


27 Aralık 2011 Salı

KANDIRMAK ÜZERİNE


Küçük kızımın okuluna gittim. Sınıfının nerede olduğunu bilmiyorum. Girişte temizlikle ilgilenen bir kadın ve nöbetçi öğrenci duruyor. Ben çocuğa yönelecekken kadın yanıma yaklaşıyor.
Ben de 9. sınıfların hangi katta olduğunu soruyorum. Kadın 2. katta diye cevap veriyor. Tam merdivenlere gideceğim sırada nöbetçi öğrenci yanıma gelerek 3. katta olduğunu söylüyor. Öğrenci, kadına dönerek " 9. sınıf 3. katta." deyince kadın hemen savunmaya geçerek ; "Ama bana 9. değil 10. sınıfı sordu." demez mi?
Ben şaşkınlıkla tenis maçı izler gibi bir kadına bir çocuğa bakarken çocuk; "9. sınıf dediğini ben de duydum." deyince kadın üste çıkarak; "Eee, ben de 9. sınıf dedim zaten." dedi.
Alt tarafı  sınıf tarif etmek için bu kadar yalan konuşma gereği duyan bir kadının kendisi için önemli sayılacak konularda neler yapabileceğini düşünmeden edemedim.

Bir tanıdığım sosyal paylaşım sitesindeki sayfasında okul bilgilerine "Anadolu üniversitesinden mezun" diye yazmış. Bildiğim kadarıyla Liseden mezun bile değil.  Kimi neden kandırıyor, aslında kandırdığı kendisi değil mi?
İnternet üzerinden Scrabble oynuyorum, hem zihnimi boşaltmak, hem de hafızamı tazelemek açısından çok faydalı buluyorum. Oyunun maddi bir kazancı yok, karşındaki kişinin kadın mı erkek mi olduğunu, yaşının kaç olduğunu bilmiyorsun. Sadece oynuyor ve puan topluyorsun. Bu puanların çokluğu azlığı da önemli değil. Kimse madalya takmıyor yani. Ama son zamanlarda yenileceğini anlayan bazı dengesiz tipler oyundan çalıp puanlarını düşürmüyorlar. Kimi neden kandırıyorlar?

Pazarda dolaşırken çorap tezgahının arkasında üç adam sohbet ediyor.
"Amerika'da üç çeşit ingilizce konuşuluyor. Halkın konuştuğu ingilizce, Zencilerin konuştuğu ingilizce, Kraliyet ingilizcesi." şaka mı yapıyor diye yüzüne bakıyorum ama gayet ciddi. Bu konuşmayı yaparken kullandığı Türkçe nerenin Türkçesi acaba? Bu anlattıklarıyla yanındakileri mi yoksa kendini mi kandırıyor?
otoparkta dairemizin numarasının yazıldığı yerimize ısrarla beyaz bir Jip park ediyor. Sonunda kim olduğunu buldum. Burasının benim yerim olduğunu, misafirler için binanın arkasında otopark olduğunu söyledim. 
"Kusura bakmayın ablama geliyorum da!" dedi kadın. Ablasına gelmesinden dolayı neden kusura bakacaktım da yerime park ettiği için kusura bakmayacaktım anlamadım. Böyle saçma sapan düşünürken gözümün içine baka baka arabayı yerinde bırakıp içeriye girerken;
"Ne oluyor, almıyor musunuz arabayı?" dedim.
"Almam mı lazım" gibilerden yüzüme baktı. Karşımdaki insanın en azından evli barklı bir kadın gibi olmadığını anladığımdan bir çocuğa konuşur gibi tane tane benim yerime park etmemesini rica ettim.
"Tamam bir daha park etmem yerinize." dedi.
İki gün sonra kızımı okula bırakıp döndüğümde arabayı çekeceğim ki yine aynı beyaz bir jip yerime park etmiş.
Sabahın 9'unda iki günde bir ablasına gelen, ısrarla yerime park eden bu kadın acaba beni mi kandırdı, yoksa kendini mi?

25 Aralık 2011 Pazar

BİBER SALÇALI KÜÇÜK PİDELER


Hatay'a gittiğimizde yediğimiz onca güzel yemeğin yanında biberli lavaşlara bayılmıştık. Ailemizde hafta sonları normal sulu yemek yenmez diye bir adetimiz oluştu. Bu adeti sürdürmek için değişik tarifler deniyorum. Pizza çeşitleri, pideler, mantı, börekler derken bu hafta da biber salçalı lavaş deneyeyim dedim. Hiç de fena olmadı, paylaşmak istedim.

Hamuru için;
1 Kilo un
1 Bardak yoğurt
1 Paket maya
Süt
Biraz tuz
İçi için;
Biber salçası ( Mümkünse ev yapımı)
İnce kesilmiş maydanoz
İnce ince doğranmış bir baş soğan
Pul biber, iki diş sarımsak, tuz, yarım çay bardağı zeytin yağı.

Hamur için bir kaba bütün malzemeleri boyun alabildiği kadar sütü ilave ederek kulak memesi yumuşaklığında hamur açın. Mayalanması için bir saat dinlendirin. Hamuru önce dört parçaya bölün. Her bir parçayı da 5-6 parçaya ayırıp ceviz büyüklüğünde toplar yapın. Topları merdane yardımı ile küçük pideler şeklinde açın. Teflon tavada yağsız olarak iki tarafını da hafifçe kızartın. Bir kabın içine aldığınız küçük pidelerin üzerine sıcakken biraz tereyağı sürün. Tereyağı pideleri yumuşak tutacaktır. (Yaptığınız pideleri isterseniz bu şekilde de tüketebilirsiniz.)

Fırın tepsisine pideleri dizin. Diğer tarafta bir kabın içine ev yapımı biber salçası, ince kıyılmış soğan, dövülmüş sarımsak, pul biber, tuz, zeytinyağı, maydanoz, iki kaşık su ile iyice karıştırın. Karışımı tepsideki pidelerin üzerine sürün. Fırını önceden 180 dereceye ayarlayın. Pideleri sıcak fırında 5-6 dakika pişirin. Sıcak ve soğuk servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun.

23 Aralık 2011 Cuma

MİGREN - GELDİYSEN KAPIYA İKİ KEZ VUR


Hava kötü, Migrenim aylık ziyaterini gerçekleştiriyor. Oysa haber verse; "Evde yokum." diyecektim.
Allah uzun ömür versin ne zaman Nezahat halam gözümün önüne gelse alnının üzerinde sıkı bir eşarpla hatırlarım. Sürekli başı ağarırdı ve başını mengene gibi sıktığında ağrısının hafiflediğini söylerdi. "Ahh bu Migren yok mu." derdi. 
Meğer varmış.
30 Yıldır migren ağrısı çeken biri olarak aramızda tek taraflı bir bağımlılık var diyebilirim. Olmadığında aramıyorum, hatta aklıma bile gelsin istemiyorum. Ama o benim gibi düşünmüyor olacak ki her ay ilk zamanlar daha sık olmak üzere son bir iki yıldır daha az ama şiddetinden hiç ödün vermeyerek tacizlerine devam ediyor.

Bu 30 yıl içinde gitmediğim doktor, denemediğim ilaç kaldıysa bunlar da Zimbabve'de falandır. Buradaki ilaçlarla yetinmeyip İngiltere'de İtalya'da hatta Amerika'da bile eczanelerde migren ağrısı için ilaç aradım. 
Yok, fayda etmedi.
Evet;  benim Migrenimi bu ilaç geçirdi diyeceğim bir şey olmadı.  Kendi yöntemlerimle işin üstesinden gelmeye çalıştım. Bazen sonuç verdi, bazen de oluruna bıraktım.
Öncelikle Migren'in ilk safhasındaysanız piyasadaki bazı migren ilaçları fayda ediyor. ( Relpax, Avmigren,  Antimigren..)
Bunun haricinde piyasada bitkisel ilaçların reklamları da sıkça yapılıyor. Ama bunlar şöyle tarif ediliyor; "% 100 bitkisel, Migren ağrılarına iyi gelir."
Ben bunu istemiyorum ki. % 100 bitki istesem turp havuç, lahana, ıspanak yerim. Bana %100 migreni geçirecek bir şey lazım.

Akupunktur'un migreni geçirdiği söyleniyor. Bununla ilgili tezim şöyle; Doktorun elinde onlarca iğneyi gören hasta zaten korkudan baş ağrısını unutuyor olabilir. Yine de iyi niyetli düşüneceğim ama  bu tedaviyi deneyip migreni aynı derecede devam eden arkadaşlarım da var.
Alnı sımsıkı sarmak iyi olsaydı Nezahat halam 60 yaşına kadar ağrı çekmezdi. ( Bakın güzel bir haber vereyim; Kadınlarda menopozdan sonra ağrının azaldığı gözlemlenmiş. Örnek; Nezahat halam.)
Bazen uyumak çözüm olabiliyor. Ağrılı ağrılı başarabiliyorsanız uyumayı deneyin, az ihtimal de olsa geçtiği görülüyor.
Migren konusunda kadınlar erkeklerden daha şanssız çünkü kadınların oranı %18 iken erkeklerin oranı yarıdan da az, %8.
Bazen kapalı ve sesiz bir yerde uzanmak ağrıyı hafifletebilir. Ama şehir hayatında ne telefonun zili susar ne de dışarıdan klakson sesleri. Bir de karanlık ortam üzerine eklenince  azalacağını düşündüğünüz ağrı daha da şiddetlenebilir.
Dişin ağrısa sürekli tekrarlıyorsa kanal tedavisi, dolgu falan düşünmez çektirip kurtulursun. Bu meredin böyle bir çaresi de yok.
Hele bir de Aura'lı olanı vardır ki gözünüzün önünden görsel efektler uçuşur.
Bir tek güzel tarafı  "Su içene yılan bile dokunmaz" diye bir laf vardır ya; Migreni olana da insanlar sempati ve acımayla yaklaşır, anlayış gösterir. Bu da olmazsa çekilecek bir tarafı yoktur.

Ne yapmalı?
Becerebiliyorsanız stressiz ortamlarda bulunun. 
Çok uyku da az uyku da migreni tetikler iki konuda da abartmayın.
AynI gün içinde üst üste kahve, mayalı yiyecek ve içecekler, çikolata, kola gibi yiyecekler tüketmeyin.
Sessiz kalmak yerine kendinizi ifade edip rahatlayın. Çok düşünüp, kuruntu yapanlarda migren atakları daha sık görülürmüş.
 Atakların ilk başladığı zamanlarda Papatya ve melisa çayları içmek ağrıyı hafifletiyor.
Biberiye yağı ile şakakları ovmak da fayda ediyor.
Genetik olduğu söyleniyor, kesinlikle katılıyorum. Atalarınızı rahmetle anın yapacak bir şey yok.
Çok güneşli olmayan ılık ve açık havada yürümek de iyi geliyor.
Kullandığınız parfüm migreninizi tetikliyor olabilir. Kokulu ortamlardan uzak durun. Özellikle sigara içilen ortamlar migrene davetiye çıkartır.
Migren genelde anlaşılır belirtilerle başlar. Huzursuzluk, bulantı, başta hafif karıncalanmalar, gözde karıncalanmalar. Bunları hissettiğiniz taktirde evdeyseniz hemen ılık bir duş alın ve uzanın.
Bunların hiç biri fayda etmiyorsa bir eczaneye gidip ağrı kesici iğne yaptırın. En çabuk ve en tesirli yöntem budur.


21 Aralık 2011 Çarşamba

NEDEN?


Neden filmlerde çok ateşi olan insanların alnına koyulan havlu başka bir renk olmaz da hep beyaz olur?
Neden göz yaşlarımızla birlikte burnumuz da akar? Burun silmekten ağız tadıyla ağlayamayız.
Neden  bütün angarya harcamalar paramızın olmadığı bir zamana denk gelir?
Neden en iyi yaptığımız bir yemek önemli bir misafire sunulmak için hazırlandığında berbat olur?
Neden etek veya pantolon sökükleri evde değil de dışarıda fark edilir.
Neden yanımızda mendil yokken burnumuz akar?
Neden eşinizle sevgilinizle tartılmışken eve bir misafir gelerek onun yanında iyi geçiniyormuşsunuz rolü yapılır?

Neden otoparkta bir sürü boş yer varken komşunuzun misafiri sizin yerinize arabasını park eder?
Neden dışarıda bir yere yemeğe gidilecekse erkek sadece yemeği, bilemedin trafiği düşünürken, kadın; Etek mi, elbise mi, pantolon mu giyeceğini; Üzerine kazak mı yoksa bluz mü giymesi gerektiğini, topuklu mu yoksa spor bir ayakkabı mı giymesinin uygun olacağını, saçını nasıl yapacağını, makyajının az mı çok mu olacağını, gittiği restoranda Müjgan'ları görme ihtimali olabilir mi gibi bir sürü abuk sabuk konuları düşünür?

Neden hep birilerinin çocuğu sizin çocuktan daha iyi bir not alır, okulu kazanır veya daha iyi bir maaşla işe girer?
Neden 5 şeritli otoban gişelerinde bir araba tam sizin şeride kaynak olmaya çalışır?
Neden yemek yapmak kadın işi gibi görünse de bütün ünlü tanınmış aşçılar erkektir?
Neden kadınların en sevdiği yabancı markalarının yaratıcılarının pek çoğu  kadın değildir, erkek de değildir.
Neden Amerika'dan ithal edildiği söylenen, Türklerin "Amerika" lafını duyunca üzerine atladığı zayıflama ilaçları obezliği ile bilinen Amerika'lıları zayıflatmaz.
Neden bir gösteride seyircilerin oturduğu sıralar doluyken öndeki "Protokol" yazılı yerler boş kalır?
Ne çok "Neden" varmış meğer aklımda tuttuğum.
Annemin dediği gibi; "Ayy.. bayılıcem şimdi!




19 Aralık 2011 Pazartesi

Nesine? Hem Büyüğüne, Hem Garantisine!

Biliyorsunuz Yılbaşı Özel Çekilişi Türk Milleti için geleneksel bir heyecandır. Çekiliş yapılırken herkes ekran başına kilitlenir, sizin numaralarınızı taşıyan topların çekilmesi için dualar edilir. Biletinize sonuna kadar güvenirsiniz çünkü onu, uğurlu olduğuna inandığınız bayiden almışsınızdır. Lakin gelin görün ki hep amorti!


Biz de sevgili bloğunuz olarak araştırdık ve son 10 çekilişin 2 tanesinin büyük ikramiyesi Nesine.com’da satılan Milli Piyango biletlerine çıktığını gördük. Bu nedenle biz de dedik ki, neden bu blogda da Nesine.com biletlerinden satmıyoruz? Şanslı okurlarımızın ayağına kadar getirmiyoruz? Hatta bir de üzerine neden bomba gibi bir kampanya yapmıyoruz; 5‘er adet biletten oluşan Amorti garanti paketi alana 1 Amorti Garanti demiyoruz?

Sizce de buradan daha şanslı başka bir yer var mı? TIKLA, HEMEN BİLETİNİ AL!

Şansımız dönecek diye saatlerce kuyrukta beklerken aslında farkında olmadan şansımızı kaçırıyoruz. İnanın hiçbir şey sizi o kadar beklemez! Demem o ki; yılbaşında biletlerinizi benim bloğumdaki link üzerinden alın, siz kazanın biz de mutlu olalım!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

AJANDAMIN SON SAYFALARI


Kırmızı Moleskine'imin sayfaları azaldıkça bir yılın daha sonuna geldiğimizi anlıyorum.
Tabağındaki yemek bitmeden garsondan yeni bir tabak yemek isteyen aç gözlüler gibiyim. Erkenden yeni bir Moleskine aldım, açmaya kıyamıyorum. Bu sefer her sayfaya bir hafta sığıyor, karşı sayfa ise not tutmak için boş bırakılmış. Yani sayfaları eskisinden daha ince, çantamda ağırlık yapmayacak. Anılarına sıkı sıkıya bağlı biri olarak biten defterimi geçmiş yıllardaki defterlerimin yanına koyarak saklayacağım. 

Blogumda yazdığım pek çok yazı o sayfalarda hayat buldu. Ajanda defterimde neler yok ki? Salona diktirdiğim tüllerin ölçülerinden, ağız yarası için pomat'a, yeni keşfettiğim restoran isimlerinden, okumak istediğim kitaplara, ailemle ilgili planlara kadar pek çok şey yazılı. Bitmek üzere olan ajandamı Beyefendi Japonya'dan getirmişti. Bu seferki Remzi Kitabevinden. Kızımın ve Beyefendinin aksine sert kapaklı ajandaları tercih ediyorum. Çünkü aklıma bir şey geldiğinde defterimi hemen çıkartıp yazıyorum. Kapak sert olduğu için kıvrılmıyor, sehpada yazar gibi rahat yazıyorum. 
Bitmek üzere olan Moleskine'imle  sevgi dolu bir yıl yaşadım. Yılın sonlarına doğru Anneciğimin hastalığıyla ilgili notlarımın haricinde olumsuz yazılar hemen hiç yok sayfalarında. 
Önümüzdeki yıl yeni kırmızı ajandamla aşk dolu olmasa da "Düzeyli" bir ilişki yaşamayı ümit ediyorum.

17 Aralık 2011 Cumartesi

ANLAMADIN Kİ ŞİMDİ !

Rahmetli halam geldi birden aklıma. Uzun yıllar polis eşi olarak farklı şehirlerde yaşadığı halde Sapanca'nın sevimli laz şivesini bırakmadan konuşurdu. Çok kullandığı bir söz vardı; "Anlamadun ki şimdi"
Ne demiş ozan; "Beni anlamadın ona yanarım."
Hepimiz bir anlaşılamama derdi içine girmişiz ki sormayın.
"Anlatabildim mi?"
"Anlatamadım galiba?"
"Anlamadın gitti." diye sitem ederiz.
En karmaşık düşüncelerin sahibidir insanoğlu. 
Adam karısını aldatır. Kadın suçüstü yapar. Adam pes etmek yerine anlaşılma derdine düşer;
"Yaptım; Yaptım ama sor bakalım neden yaptım?"

Ergen gençler yakınır; "Ailem beni hiç anlamıyor. Oysa  Orson Welles'in  şarkısında dediği gibi;" I know what is to be young." Yani,büyükler genç olmanın ne demek olduğunu bilir, kendisi yaşlılığı tatmamıştır henüz.
Baba yakınır kahvedeki arkadaşlarına; "Ne şartlarda çalıştığımı ve para kazandığımı kimse anlamıyor."
Kadının anlaşılmamakta ki derdi her ölümlüden daha fazladır.
"Kocamın beni anladığı gün dişimi kıracağım."
"Çocukları onlar için yaptığım fedakarlığı anlamıyor."
"Patronum beni anlamıyor."
"Kimse beni anlamıyor." 
Kamyonun arkasında bir yazı;
"Beni bir tek sen anladın; Sen de yanlış anladın."
..
Temel arkadaşı İdris ile buluşmuş.
-Ula idris yolda gelirken bir adam bana çok sempatiksin dedi.
- E.. sen ne yaptun?
- Ne dediğuni anlamaduğum için her ihtimale karşi vurdum oni.

14 Aralık 2011 Çarşamba

EVLİ EVİNE


Hava iyice kararıp gölgeleri çekilince bahçedeki ağaçların sanki söz birliği etmişlercesine ardı sıra, anneler seslenirdi çocuklarına; "Akşam ezanı okundu haydi herkes evine!"
Kimse ayrılmak istemezdi alaca karanlığın yardım ettiği saklambaç oyunundan. Ama emir büyük yerden geldiğinden ses edemez kös kös eve dönerdik. Bazen cılız itirazlarımız popomuza yiyeceğimiz şaplağın korkusu arasında kaybolur giderdi. 
Her defasında ilk söyleyen olmak istesem de büyüklerden biri sözcükleri kapardı ağzımdan; "Evli evine köylü köyüne. Evi olmayan sıçan deliğine." Bu söz paydos borusu gibiydi, evlere dağılırdık.
Kuzenlerimin Eskişehir'den gelip bütün bir yazı bizimle geçirdiği çocukluk yıllarımda aynı eve gitmenin hazzını yaşardık. 
"Allah iyiliğinizi versin! Leş gibi ayaklarla mı içeriye gireceksiniz? Doğru çeşmeye!" Bunu söyleyen annem değilse mutlaka halam olurdu. Babaannem biz eve girmeden; gece yatak, gündüz kanepe olarak kullandığımız "Divan'ın" bir köşesinde uyuyor olurdu.  Büyükler görmüyorsa bahçedeki çeşmede ayak yıkamak ayağı ıslatmaktan ibaretti ki tozla kaplanmış ayak suyla buluşunca evin içinde çamurdan izler bırakırdı.
"Yatarken dişlerini fırçala!" demezdi kimse. Diş fırçaları çocukluk yıllarının en az kullanılan nesneleri olurdu. Bazen diş macunu yerine karbonatla ovulurdu dişler.
Kuzenlerimin geldiği yazlarda 7 kişilik ailem birden bire 13 olur küçüklere yatacak yer kalmazdı. Büyük babam ile babaannemin odasına iki tane yer yatağı açılır; Üç kız çocuk bir yatakta, iki erkek çocuk diğerinde gülüşüp dururduk. Dedem yatarken şimdi işitme cihazı dedikleri, bizim "Kulaklık" olarak bildiğimiz cihazını çıkarttığı için gülüşmelerimizi duymaz, babaannem "Bi susun!" diyerek onun yerine de azarlardı. 
Fayda etmediğini anlayınca en etkili silahını kullanırdı. 
Biz ilkokul çağlarında beş çocuk,  korkudan başımız yorganın içinde kulağımız babaannemin anlattığı cinli perili hikayelerle uyuyakalırdık.
...
Dün evimin balkonunda arkadaşlarımla aşure yedik, muhabbet ettik. Uzun zamandır gülmediğim kadar güldüm. Çocukluğumun yaz akşamlarında saklambaç oyunlarındaki gibi tasasız. 
Evli evine giderken annemin sesi çalındı kulaklarıma;
"Akşam ezanı okunuyor herkes evine!"

KOLAY AŞURE


En son 5 yıl önce sevgili anneciğimin telefonda verdiği tarifte aşure yapmıştım. Sonraki yıllar yoğun bir iş temposu yaşadığım için geceden ıslatıp ertesi gün saatlerce mesai harcayacağım zamanım pek olmadı.
Şimdi emekliliğin keyfini çıkartırken bütün uğraş isteyen işleri yapmaya çalışıyorum.
Hafta sonu Sapanca'da annemle birlikte yaptık önce, sonra da kendi evimde arkadaşlarıma Aşure hazırladım. Kendim yaparken sanki daha çabuk oldu. Çünkü anneciğim başımda dikilip o kadar müdahale etti ki kafam karıştı.
Benim tarifim ortalama 12 kişilik.
AŞURE
2 Su bardağı aşurelik buğday.
1 Su bardağı nohut.
1 Su bardağı fasulye.
1 Su bardağı kuru üzüm.
1 Su bardağı dövülmüş ceviz.
3 Su bardağı toz şeker.
Yarım su bardağı dövülmüş fındık. ( Mümkünse fındığı bıçakla üç veya dörde bölerek kullanın.)
10 Tane kuru incir. ( Dört parçaya bölünmüş.)
10 Tane kayısı. ( Dört parçaya bölünmüş.)
1 Dilim ayva. ( Küp küp kesilmiş.)
Buğday, Nohut ve Fasulyeyi ayrı yarı kaplarda geceden ıslatın.
Ertesi gün suyunu boşaltıp tekrar su ekleyip 10 dakika ayrı ayrı haşlayın. Suyunu süzün.
Büyük bir tencereye üç malzemeyi de koyun, malzemenin üç katı kadar su ilave ederek kaynatmaya başlayın.
Yarım saat kadar kaynattıktan sonra üzerine sırasıyla kuru üzüm, incir, kayısı ve ayvayı ilave edin. Son olarak toz şekeri ilave ederek 5 dakika daha kaynatın. 
Aşureyi ocaktan alın, küçük taslara koyarak üzerlerinin hafif sertleşmesini bekleyin. Dövülmüş ceviz ve nar parçaları ile servis edin. ( Aşure çok sıcakken ceviz koyarsanız aşurenin rengi kararacaktır.)
Afiyet olsun.

12 Aralık 2011 Pazartesi

2011'İN İZ BIRAKANLARI


2011 yılının bitmesine az bir süre kala gazetelerde, dergi ve televizyonlarda 2011 yılının  iz bırakanları sıralanacak.
Onlar yazmadan ben kendi gözümden 2011 yılında iz bırakan olaylarını sıralamak istedim.
AKP'nin üçüncü dönem seçimi kazanması.
Japonya'da  8.9 büyüklüğündeki deprem ve arkasından gelen Tsunami.
7.2 büyüklüğündeki Van depremi.
Şike operasyonu ve Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Liginden çekilmesi.
YGS'de şifre skandalı.
Necmettin Erbakan'ın vefatı.

Arap baharı adı verilen Mısır, Libya, Ürdün, Yemen, Suriye'de  Hüsnü Mübarek ile başlayıp Kaddafi gibi liderlerin ölümüyle  devam eden rejim karşıtı ayaklanmalar.
Appe'ın kurucusu Steve Jops'un kansere yenik düşmesi.
Reklamcı Ali Taran'ın kanserli eşini boşayıp, Neco'nun kızı Ayşe Özyılmazer ile evlenmesi demeyeceğim. Daha ilginci Ali Taran'ın yakın bir zaman önce vefat eden eski eşinin cenazesini naklen yayınlayan kanallar.
Sörvivor'da Nihat Doğan ile Pascal Nouma'nın kavga etmeleri.

Başbakanımızın annesinin vefatında kameralara"Annemizi kaybettik." diyen Orhan Gencebay. 
Norveç'te ırkçı bir ruh hastasının  tamamı öğrencilerden oluşan 94 gencikatletmesi.
Libya yıllar sonra Kuzey Kıbrıs'ı resmen tanıdı ama  şimdilerde kendisini pek tanıyan ülke kalmadı.

İngiltere velihat prensi William ve Kate'in düğünleri bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de naklen izlendi. Türk halkı Düğünde davetlilere dağıtılan havluları Denizli'de yapıldı diye gururlandı.
Başbakanımız ciddi bir Operasyon geçirdi, ama Türk halkının iki gün sonra haberi oldu. 
Bugün itibari ile aklıma gelenler bunlar. Ama 19 gün içinde pek çok şey olabilir.
Dua edelim de güzel şeyler olsun.











8 Aralık 2011 Perşembe

SABUN KOKUSU MAHMURLUĞUNDA PİNKBERRY


Arkadaşımla birlikte yeni açılan alışveriş merkezlerinden birinde geziyoruz. Önünden geçtiğimiz mağazadan o kadar güzel kokular geliyordu ki içeriye bir bakalım istedik. Mağazada şampuanlar, losyonlar, güzellik ve bakım kremleri, mumlar var ve de sabunlar.
sabun kokuları bizi cezbettiği için onların bulunduğu rafa doğru ilerliyoruz. Rengarenk çeşit çeşit sabunların bazıları tek, bazıları ikişer, üçer paketlenmiş. Arkadaşım üç tanesi bir arada olan sabun paketini koklayarak kokunun hangi çiçeğe ait olduğunu soruyor. Satış elemanı Shea sütü, Verbena yaprağı ve adını bilmediğim başka bir ağacın adını söylüyor. Bu isimler gerçekten var mı yoksa satış elemanı bizle kafa mı buluyor diye bakıyorum. Arkadaşım sabunları sevdiği için almaya niyetli ama Allahtan kasaya gitmeden fiyatını soruyor. Kendimizi bir anda dışarıda buluyoruz.

Arkadaşımla yılbaşında çıkmasını istediğimiz büyük ikramiye hayallerimizin arasında şöyle diyorum;
"Yılbaşında büyük ikramiyeyi kazansam bile üç tane sabuna hayatta 60 lira vermem." İnsan kendinden utanır, Allahtan korkar.
Aslında kapının hemen girişinde bir kutunun içinde yanan mumun fiyatını görünce sabunu tahmin etmeliydim. Yakmaya kalktığında bir saatte bitebilecek bir mum 34 liraydı. Ama hakkını yemeyeyim o kadar güzel kokusu vardı ki bu kokunun sarhoşluğu ile insanın beyni uyuşur, o sarhoşlukta bir çılgınlıkla; "Sar oradan iki mum." der, sonra da ayılınca bir ay boyunca kendi kendine kızardı.
Biz sarhoşluk moduna girmeden mağazadan çıktık, hemen yandaki Pinkberry'ye girerek dondurma görünümündeki yoğurttan yedik.

Bilmeyenler için anlatayım; Pinkberry 2005 yılında Amerika'da keşfedilmiş meyveli  yoğurt. Tüm ürünleri doğal meyvelerden yapılıyor ve katkı maddesi yok. Çocuklarınıza bile rahatça yedirebilirsiniz ama İstanbul'da sadece 2 yerde var. Tropikal meyve, yeşil çay, çikolatalı, narlı ve hindistan cevizlisi var. Yanına ilave günlük taze meyve ve kuru yemiş veriliyor.
Altmış lirayı üç tane sabuna verip asabımızı bozmadık, onun dörtte bir fiyatına dondurma görünümündeki yoğurdumuzu yedik, mutlu olduk.

5 Aralık 2011 Pazartesi

KEDİLER GÜZEL UYANIR'A NİYET, YAZMA BÜYÜSÜNE KISMET


D&A'da kitap bakıyorum. Yekta Kopan'ı "Fil Uçuşu" isimli blogundan takip ettiğim için yeni çıkan kitabı "Kediler Güzel Uyanır'ı" görünce hemen elime aldım.
Can yayınlarının kitap kapakları güzel olur. Beyaz fon üzerine soft resimler, altta küçük kırmızı bir kalp. Bir heves sayfalarını karıştıracağım ki poşetle kaplanmış. Nasıl hevesim kırıldı anlatamam.
Kitap almak dokunmak, okumak, hissetmek işidir. İçerideki bir başlık, bir yazı ilginizi çeker, hiç okumadığınız bir yazarın o anda rastladığınız bir sözüne vurulur alırsınız kitabı.
Kediler Güzel Uyanır'ı isteksizce elimden bıraktım. Yan rafta mor kapaklı bir kitap dikkatimi çekti. İnci Aral'ın "Yazma Büyüsü." İçini karıştırdın. "Başucu Kitaplarım" isimli bir başlık, ardından başka bir başlık "Bütün Hayaller gerçektir." Kırmızı Kedi yayınevi ki ilk kez bu yayınevinin bir kitabını okuyacağım.

"Belleğim hazine sandığım onu kaybetmekten korkuyorum." diyor yazar. Hoşuma gitti hemen üzerini çizdim. "Yazmak çıplak kalmaktır" diyor başka bir sayfada bayıldım bu söze onun da altı çizildi.
Belli ki altı çizilecek yazılar çok olacak.
Romanım hızla ilerliyor, çok yazmaktan, aynı pozisyonda durmaktan belim ağrıyor, üzerime alınmıyorum. Üç aydır o kadar çok kitap okudum ki sayısını ben de unuttum. Konular, kitaplar birbirine karıştı, umursamıyorum, kelimelere takılmış vaziyetteyim. Bazı yazarların sevdikleri kelimeleri çokça kullandıklarını fark ediyorum. Hayranlıkla okuduklarım, kelimeleri Yazmak, okumak, yine yazmak istiyorum.
Bir gün D&A'a girip kendi kitabımın sayfalarını karıştırırken hayal ediyorum kendimi.
Çok mu şey istiyorum?


4 Aralık 2011 Pazar

YGS VE LGS' YE GİRECEK ÇOCUKLAR VE EBEVEYNLERİ


Ortanca kızım Irmak'ı dershaneden aldım, eve dönüyoruz. Bugün girdiği deneme sınavından bahsediyor. 
"YGS sorularını çalışmışım ama LYS daha tam değil" dediğinde acıyarak yüzüne baktım. Oysa bir gün önce yolda giderken bir güzel fırça çekip, yeteri kadar çalışmadığını, böyle giderse doğru dürüst bir okula giremeyeceğini söylemiştim. Ufacık zayıf bir çocuk, gerçekten çocuk ve üzerinde bütün hayatını etkileyeceğini düşündüğümüz bir sınav yükü var. Gençler hayatlarının en güzel yıllarında önce orta öğretim için yapılan ve adı sürekli değişen, OKS, SBS sınavlarına, sonra bizim zamanımızda ÖSS olan şimdilerde YGS - LYS denilen sınavlarda yaşıtlarıyla yarış halindeler. 

Ortanca kızım bir gayret test çözmeye çalışırken arkadaşlarının anne ve babaları hakkında da yorumlar yapıyor. 
... annesi sınav öncesinde kızına "Güzel kızım inşallah sınavın iyi geçer." diye mesaj çekiyormuş. 
Evde onun istediği yemekler yapılıyor, o çalışırken  televizyon  izlenmiyor, bütün aile sessiz duruyorlarmış.
Üzerime alınıyorum, bozuluyorum. Zaten kızımın da amacı bu galiba. Ben de karşı atağa geçip;
"Arkadaşının puanları o kadar iyi değil demiştin. Ters tepki vermiş demek ki."
Bu çocuğun hangi okulu kazanacağını merakla beklemiyor değilim.
Anneyi de tenha bir yerde görsem bir güzel benzeteceğim.
Çocuğu üniversite sınavına hazırlanan ebeveynlerde genellikle anneler daha etkin bir rol oynuyor çocuk üzerinde. Babaların etkisi işin parasal boyutunda.
"Bu yıl sınavı kazanamazsan gelecek yıl dershaneye falan yollamam haberin olsun."
"Özel bir okulda okuyacağını sanıyorsan yanılıyorsun, dört yıl boyunca okul parası vereceğime ev alırım o parayla daha iyi." 
 "Dershane ve özel hoca parasıyla arabamı yenilerdim" diyen babaların yanında annelerin tepkileri daha duygusal.

"Müjgan'ın kızı dershanede birinci olmuş, sen ilk üçe giremedin."
"Oğlum Tıp Fakültesini kazandı demek istiyorum"
"Bir yeri kazanamzsan kalpten giderim valla." diyen anneler çoğunluktadır.
Ama annelerin ve babaların ortak kullandığı bir dil vardır ki anne olmama rağmen sinir oluyorum.
"Biz yapamadık, o yapsın."
- Sen yapsaydın o zaman. 
Her anne gibi kızımın iyi bir okula girmesini istiyorum tabi ama en çok istediğim şey biraz klasik olacak ama onun mutlu olacağı bir işi yapması. 
Çevremde sırf ailesi istedi diye istemediği bölümlerde okuyan, bu yüzden mutsuz okudukları dalda çalışmak istemeyen çocuklar biliyorum.
Yol boyunca derslerden, sınıfından, hocalardan konuştuk. Mutfağa girip yemek hazırladım, hep birlikte yedik. 
Baktım bilgisayara uzanıyor hemen seslendim.
"Sadece bir saat.. Sonra doğru çalışmaya" 






1 Aralık 2011 Perşembe

DEDEMİN İNSANLARI


Çağan Irmak'ın "Babam Ve Oğlum" filminden sonra onun hakkında çıtayı o kadar yükseğe dikmiş ki gözlerimiz başkalarını bilmem ama ben Dedemin İnsanları'nda aynı keyfi alamadım. Konu güzel, oyuncular işinin ehli, kast oturmuş, keyifle sinemaya girdim.
Hatta  Beyefendi'ye çaktırmadan çantamdan iki mendil çıkartıp cebime koydum. Ağlayacağımdan bu kadar emindim yani. 
Çağan Irmak'ın "Bana Şans Dile" filminin haricinde bütün filmlerini izlemiş ve beğenmiştim.
Filmde Ozan rolünü oynayan oğlan çocuğu İstiklal Marşını yarım bırakıp içeriye kaçıyor. Yemek masasında oturan büyükler ayağa kalkarak hep birlikte marşa devam ediyorlar. Mübadele yaşayanların ülkelerine bağlı olduğunu anlatmak için illaki bu sahne gerekli miydi diye düşünmeden edemiyor insan. Hümeyra'nın üstlendiği rolde hikaye daha ayrıntılı olabilirdi, mahallenin delisinin kafası yarılan çocuğu kucağında taşıması; "Deli meli iyi yürekli adam" imajı çizdi. 

Çetin Tekindor'un kullandığa Anadol marka otomobil çok eskiydi. Şimdi diyeceksiniz ki yeni olmak zorunda mı? Tabi ki değil ama dönem filmlerinde hiç mi yeni araba olamaz. Sanki  o döneme ait arabayı bulmak için aramışlar anca bunu bulmuşlar izlenimi veriyor. Dönem filmlerindeki dergilerde de aynı durum söz konusu. Dergileri eski, sararmış gösterirler. O dönemde o dergi yeniydi, şimdi eski olabilir, sararabilir ama o zaman yeni olması gerekmiyor mu?
Dede rolündeki Çetin Tekindor sert bir dede imajının altında sevimli bir portre çiziyor ama keşke intihar etmeseydi. Başından İntihar etmesini gerektirecek  o kadar da önemli bir şey geçmedi. İlkokul yaşlarında Girit'ten göç ettikleri gemide bebek olan kardeşini kaybetti. Bunun travması bir insanı ne kadar etkileyebilir ki, bahçesine kardeşi için temsili mezar yapmış. Darbeyle gelen Belediye Başkanının azarlamasına içerledi. 
Şimdilerde makam sahibi insanların bir alt düzeydeki memurları, Bakanların Başhekimleri, okul müdürlerini, halkı azarladığı, Milletvekillerinin polise kızdığı bir devirde ne yazık ki bunlar intihar için bir sebep değil. Yoksa herkes bu kadar alınganlık gösterse memleketin yarısı hayatını kaybederdi. 
Yine de "Dedemin İnsanları" filmine gitmediyseniz gidin. Büyük beklentilere girmeden sıcacık bir ege kasabasında yaşananları izlemek hoşunuza gidebilir.