20 Aralık 2010 Pazartesi

KABUK


The Good Wife isminli bir dizi izliyorum internet üzerinden. Tabi her zamanki gibi bunu müsebbibi büyük ve çılgın kızım.
Nereden buluyor, nasıl yapıyor bilemiyorum, aramızdaki nesil farkına rağmen benim beğeneceğim bir şeyleri bulup çıkarıyor.
Kadının eyalet savcısı olan eşi bir seks skandalı yüzünden hapishaneye düşüyor. İki çocukları ile ortada kalan kadın eski işi olan avukatlığa dönüyor. Evlerini ve değerli her şeylerini satmak zorunda kalıyorlar. Çocuklar yıllardır okudukları özel okuldan devlet okuluna gitmek zorunda kalıyorlar. Şimdi oturdukları ev o kadar küçük ki bir çok eşyaları kolilerin içinde duruyor. Çok iyi görüştükleri komşuları dostları bile onlara sırtını çeviriyor. Ama iki çocuk ve kadın metanetle kabulleniyorlar durumlarını.

Henüz bir sezon  izlememe rağmen bizim yaşantımıza ne kadar benzediğini fark ettim. Farklı olarak sadece  hapiste değil ölen bir eş, arkada bir yığın dert ve ben avukatlık yapmıyorum kızım yapıyor.
Onlara kol kanat geren kayınvalide var, biz 3 yıldır onların isteği ile görüşmüyoruz. Evin kızı ortanca kızımla aynı yaşlarda, yeni okulundan nefret ediyor. Neredeyse kızımla aynı cümleleri kullanarak söylüyor bunları. Annesi ile bir konuşma esnasında "Evimizden taşınmak zorunda olmamalıydık" diyor.

Filmden koptum bir an.
Bazı hayatları bize paralellik yaşadığı zaman daha iyi algılıyoruz. Normal şartlarda bu filmi izleseydim beni bu kadar etkilemeyecekti belki de.
Çok bildik bir sözü tekrarlayacağım ama damdan düşeni sadece damdan düşen anlıyor. 
Çocukların çok sevdiği bir çizgi film vardı bir kaç yıl önce. "Kayıp Balık Nemo" 
Küçük bir balık babasının yanındayken balıkçı ağına takılıp bir akvaryuma konuluyordu. Film boyunca Nemo babasına kavuşmaya çalışırken benim kızlarım babasına kavuşamayan balık için gözyaşı döktüler. Hepsi bir anda kayıp balık Nemo'nun kimliğine bürünmüşlerdi sanki.
...
Neremizde bir yaramız varsa hayat oramızda başlıyor aslında.
Sonra yaralarımız kabuk bağlıyor. Acımıyor sanıyorsunuz. Kabuk bağlayan yara aslında olduğu gibi duruyor.
Bir zaman geliyor bir daha yaralanmamak için aşırı çaba sarf ediyor insan. 
Öyle olmamalı. 
Yaralanmalıyız, her defasında  farklı yerlerimizden. Sonra bir gün artık yaralanmamış acıtmayan bir yerimiz  kalmadığında bırakmalıyız öylece kendimizi hayata.
Zaten hayatın kendisi de bu değil mi ya?

2 yorum:

lalin.askin dedi ki...

Benim "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" dizisini seyrederken, baba karakteri, ki kendisi karaktersizin teki, çocuklarını evden atmak istediğinde kalp atışlarımın hızlanması, nefesimin daralması gibi.Evet yaralar kabuk bağlıyor ama izi geçmiyor maalesef. Her dokunulduğunda, yara kapanmış, kabuğu düşmüş olsa da içten içe sızlıyor. Hassasiyetiniz arttıkça, daha da ketum ve dayanıklı durmaya çalışıyorsunuz. Ve sonunda, en masum ve insani ihtiyaç olan ağlamak bile, size zûl gelir oluyor. Anlıyorsunuz ki; en güzel karanlıkta ağlanıyor...

Sevgiyle kalın...

selma dedi ki...

damdan düşenler klübüne hoşgeldin şölen.. sevgilerimle..