5 Kasım 2010 Cuma

KAVAK AĞACI


İstanbul'dan Ankara'ya giden otobüsteyim.
Çantamda acil durumlarda kullanılacak her şey var. Kitap, Ajanda, Sudoku Kitabı, Magazin Dergisi, Mizah Dergisi. Koltuğuma yerleşir yerleşmez mizah dergisi ile başlangıç yapıyorum. Ardından diğer dergiler. Kitabı sona saklıyorum. Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası. Dalmış gitmişim 
Başımı  kaldırdım, tanıdık bir yeşil sardı gözlerimi. Üzeri hafif bir sis bulutunda Sapanca gölü yavaşça süzülüyor önümden. Yemyeşil ağaçlar sarı, kırmızı, turuncuya bürünmüşte sanki Claude Monet'nin "Sonbahar" resimlerine ilham vermiş. Duygusal olmadan yabancı bir gözle bakmaya çalışıyorum gördüğüm manzaraya, Göl, ağaçlar ve aralarında belli belirsiz evler.. Sıradan bir kasaba olması gerekiyor ama değil. Doğduğum ve 25 yıl geçirdiğim bu cennete sıradan biri gibi bakamıyorum. Eskiden bir tarlamız vardı ileride görünen ağaçlıkların oralarda, tepede bir köyde başka bir tarla, ve annemin belki de şu anda sobaya odun attığı eski, küçük ve dünyanın en güzel evine değişmeyeceğim doğduğum evi görmeye çalışıyorum hızla giden otobüsün camından.

Göl ağır ağır kayboluyor gözümün önünden ve biraz kulak kabartsam sanki duyacakmışım gibi ağır ağır yapraklarını oynatan hüzünlü kavak ağaçlarına  geliyor sıra.
Kavak ağaçları hüzünlüdür. Kesilmek için yaşatıldığını bilir çünkü. Onlar genç kızlara  çeyiz parası,  sevenlere düğün masrafı, ya da evsizlere ev umudu olarak kesilip fabrikaya satılacağını bilir.
Kavak ağacı gururludur başı diktir ama gerektiğinde eğilmeyi de bilir. 
"Uzun Kavak ne gidersin engine / Yaprakların benzemiyor rengine" diye şarkılar söylenir adına.

Sapanca'da evimizin önünde armut ağacının yanında dalları göğe yükselen tek bir kavak ağacımız vardı. Henüz 9-10 yaşlarında olmama rağmen tepesine tırmanır annemin yüreğini ağzına getirirdim. Sonunda büyük babam ağacın yere yakın dallarını budayarak tırmanmamı engellemeye çalıştı ama ne fayda. Ben bir sincap gibi tırmanmaya devam ettim. En üst dallara gelince o kocaman ağacın hafifçe eğildiğini görmek bende korkuyla karışık mutluluk   hissi uyandırırdı. Burası benim alanımdı ve aileden hiç kimse buraya gelemezdi.
Sonra bir gün kesmeye karar verdiler kavak ağacımızı.  Annem düşüp bir tarafımı kıracağımı söylerken, fidancılık yapan büyük babama göre etrafındaki ağaçların yetişmesine fırsat vermiyordu. Aslında kimbilir hangi dertlerine dermen olacaktı da bahane bulunmuştu.

Bir gün okuldan geldiğimde uzaktan fark ettim yokluğunu. Koşarak eve geldim bahçede dört parça halinde  öylece yatıyordu. Artık ne şarkı söyleyen yaprakları vardı, ne de sarıp sarmalayan dalları. Bir kamyonun kasasına koydular boylu boyunca gözlerim dolmuştu, ağlayacaktım. Büyükbabam teselli etti. "Belki sana çeyiz sandığı yaptırırız bu ağaçtan."
Yıllar sonra kavak ağacından çeyiz sandığı değil, ağaçların korkulu rüyası olan kibrit yapıldığını öğrendim.


Hiç yorum yok: