11 Ekim 2011 Salı

SAPANCA'DA SONBAHAR


Annem rahatsız, hafta sonu Beyefendi ile yola çıktık.
İstanbul trafiği bizi neredeyse İzmit'e kadar takip etti. Sonra Maşukiye'yi geçtiğimizde sol tarafımızda cam gibi durgun ve berrak Sapanca gölü, sağ tarafımızda henüz sarı, turuncu rengini almamış yemyeşil bir dağ.
Camı açıp havayı içimize çekiyoruz. TEM otoyolunun belki de en güzel kısmı burasıdır diye düşünmeden edemiyorum. Sessizce yol alıyoruz Sapanca'ya doğru. Yazın kalabalığına inat şimdiden tenhalaşmış yollar. Güneş yüzünü kah gösteriyor, kah bulutların arasına saklanıyor. 
Allaha şükür annem umduğumuzdan daha iyi. Ankara'dan ablam da geliyor. Annem bizi gördüğüne memnun ama pek belli etmiyor. Ağabeyime yeteri kadar naz yapmış, sıra bizde görünüyor. "Bir anne dokuz çocuğu olsa dokuzuna da bakar, ama dokuz çocuk bir anneye bakamaz." diyor. Oysa hastalandığında ağabeyim yanındaydı. Ben İstanbul'dan ablam Ankara'dan koştuk geldik. Neyse ki bir süre sonra keyfi yerine geliyor. 

Kuzenler, komşular, akrabalar geliyor sırayla. Annem her gelene hastalığını ayrıntılı anlatıyor. "Zatürre başlangıcı." yanındaki sehpanın üzerinde ilaçları, su, tespih ve ıslak mendili duruyor. 
İlk gün fazlasıyla alaka gösteriyoruz. Temizlik, yemek her şey onun istediği gibi yerine getiriliyor. İkinci gün otur otur canımız sıkılıyor. Ablamla çarşıya çıkıp yün ve şiş alıyoruz. Oturduğumuz yerde o kızına şapka işleyecek bense atkı. Annem bozuk.
"Bana mı geldiler, iş işlemeye mi." diyerek söyleniyor. Yemeğini önüne veriyoruz, şurubunu bile elimizle içiriyoruz, yıkıyoruz, ilaçlarını veriyoruz ki o kadar ağır bir hasta değil. Sanırım sonsuz ilgi istiyor. 

Biten ilacını almak için eczaneye diye iki kardeş çıkıyoruz dışarıya. Hava ılık temiz. İçimizi bir mutluluk kaplıyor, birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Ablam koluma giriyor. Benden 6 yaş büyük ablamla inişli çıkışlı bir ilişkimiz oldu. O genç kızken ben henüz çocuk denecek yaştaydım. Benim genç kızlığımda o evliydi. Eniştemin işi dolayısı ile Türkiye'nin neredeyse her yerini gezdiler, sonra emekli olup Ankara'ya yerleştiler. Şimdi yıllar sonra güzel bir ilişkimiz var. Bunun tadını çıkartıyoruz.

Sapanca'nın çarşısından geçiyoruz. Yıllar içinde değişmeyen tek şey çarşıdaki kahveler. İnsanlar değişmiş ama kahveler hep aynı. Esnaf dükkanında değil en yakın kahvede dükkanını görecek şekilde oturuyor. Müşteri içeriye girecekken bir koşu kalkıp geliyor. Esnaf müşteri ilişkisi şöyle;
Senden çok yaşlıysa "Buyur Amcacım" diyor. Senden biraz büyük gibiyse; "Buyur Ağabeycim." Küçükse;"Buyur ablacım."
Yalnız Sapanca'da Laz ve Gürcü çok olduğu için "Cim" ler "Cum" olarak söyleniyor.
Sapanca yeşil, sarı, kahverengi renklerin arasında kalmış ağaçlar, sessizleşmiş yollar, yaz akşamlarında duymaya alıştığımız davul zurna seslerinden uzakta, hafif yağmurların ıslattığı kaldırım taşlı sokakları, meyve ağaçlarının kurumaya yüz tutmuş yapraklarında sadece turuncu hurmaların sallandığı bir sonbaharı yaşıyor.

2 yorum:

eymenerdogan dedi ki...

Selma teyze, yazınızda kullandığınız resimleri görünce bir an kendi memleketimi tanıyamadım :) acaba Sapanca gerçektende bu kadar temiz mi? diye sormadan edemedim doğrusu. Ama her şeye rağmen, sizinde dediğiniz gibi hiç değişmeyen çarşısı ve sahil kesimiyle Sapanca yeşil cennet denilebilecek güzellikte. Belki biliyorsunuzdur Sapanca'nın eski adlarından biride 'Arcadia'dır ve lisanı yanlış hatırlamıyorsam Latince'de ''Cennet Bahçesi'' anlamına gelir.

Adsız dedi ki...

bu arada biz kahve dünyasına gidemedikkk t.k