İstanbul şehri ramazan ayında çılgına döner.
Bir Devlet dairesine gidersiniz memur oruçlu olur, sinirlidir, sigarasızlık başına vurmuştur. Bir şey sorarsınız "Zaten oruçluyum...." ile başlayan zehir zemberek laflara maruz kalırsınız. Sanki oruç tutmasının müsebbibi sizsinizdir.
En iyisi bir ay boyunca Devler Dairelerinden uzak durun.
Mesai saati bitimlerinde mümkünse trafiğe çıkmayın. Yapılan araştırmalara göre Ramazanda mesai saati bitiminde yapılan kazalar normal günlerden daha fazlaymış. Malum herkes bir an evvel eve koşup oruç açmak istiyor.
Trafikte kimse kimseye yol vermiyor ve hız yapılıyor.
Hoşgörünün hakim olması gerektiği bu ayda insanların yüzünden düşen bin parçadır. Nedeni belli oruç tutuyoruz.
Pide kuyruğunda kavga çıkar, Banka kuyruğunda kavga çıkar, trafikte kavga çıkar, Camiye giderken park ettiğin aracın arkasına başka bir araç park etmiştir kavga çıkar. Nedeni malum oruçluyuz.
Kısacası şehirde oruç tutmak daha zordur.
....
Sapanca'da yaşadığım yıllarda Ramazanlar daha anlamlıydı. Hastalık veya herhangi bir sebepten oruç tutmzasak rahatsız olurduk. Oruç tutmadığımızı ev halkı haricinde kimse bilmezdi. Oruç tutmayan evdeki işlerin pek çoğunu yapmakla yükümlüydü. Bir de yemeklerin tuzunu kontrol etme görevi onundu.
Şimdi satılmadığını düşündüğüm Ramazan Simitleri vardı. Pidelerin ortası açık olanına simit denirdi. Sadece Ramazanlarda çıkardı. Annem bunları dört- beş parçaya ayırır, içlerine peynir ve maydanoz karışımı koyar ve kapatırdı. Sahurda yumurtaya bular yağda kızartırdı. Peynirli pidenin tadını hiç bir şeyle değişmezdim. Hatta çocukken sırf peynirli pide yiyeceğim diye oruç tuttuğum bile olurdu.
Büyük babam iftara yakın elinde kağıda sarılmış taze pidelerle gelirdi. Babaannem " Neden iki pide aldın çok alsaydın?" diye sorar o da yolda iki tanesini birilerine dağıttığını söylerdi.
Sadece büyük babam değil, mahallede çarşıya kim çıktıysa pideyi çok alır konu komşuya dağıtırdı. Yardımlaşma ve komşuluk had safhadaydı.
Ramazanda annem ve ablamla birlikte köye dayıma giderdik. Dayımın altı çocuğu içinde şimdi rahmetli olan kuzenim Emine ile çok iyi anlaşırdık. Evlerinin bahçesinde diğer kuzenlerimle birlikte geç vakitlere kadar koşar oynardık.
Gece Ramazan davulcusu gelirdi. Ama buradaki davulcular bildiğimiz davulcular gibi davulunu çalıp gitmez, " Hasan amcaa... İsmaiil.." diye dayımı ve kuzenimi çağırırdı.
Çünkü köydeki davulcular köyün gençlerinden oluşur ve muhtemelen kuzenimin arkadaşı olurdu.
Dayımın evi köyün en ucunda olduğu için davulcunun işi burada biter genellikle dayımlarda sahur yapılırdı.
Dayımlarda sahur yapmak demek, çocuklar ayrı büyükler ayrı yemek yemek demekti.
Dayım ve yengem 6 çocukla birlikte 8 kişiydiler. Annem ablam ve ben de onlara katılınca kalabalık olurduk. Köy yerinde çok büyük masalar da olmadığı için iki ayrı sofra kurulur, ablam ve kuzenim mihriban abla büyüklerin masasına oturur, biz altı çocuk yer sofrasında neşe içinde yemeğimizi yerdik.
Sabah ezanı vakti dayımın sesini duyardık. " Aysel, Mihriban, Emine, İsmail, hadi namaza.."
Kuzenlerim ikilemez hemen kalkar, abdes alır namaz kılmadan yatarlardı. O genç halleri ile sözde dayımı kandırıyorlardı.
Yıllar sonra dayım yaşlandı. Bizler evlendik. Çoluk çocuğa karıştık. Bir aile meclisinde dayıma bunu söyledik. Dayım gülerek şöyle dedi;
" Ben sizi kaldırarak görevimi yaptım. Ondan sonrası sizin görevinizdi."
Sevgili dayım 60 yaşında kalp krizinden vefat etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder