23 Kasım 2016 Çarşamba
ANNE - KIZ- ROMA
Roma seyahatimize devam ediyoruz.
Pazar sabahı yine bir metro ve otobüs ile Vatikan'a ulaşıyoruz. Meydana gitmemiz gereken yolları polis barikatlarıyla kapatmışlar. Biz de kalabalığa karışıp ara sokaklardan Aziz Petrus meydanına geliyoruz. Meydan çok kalabalık, önce her zamanki gibi bir sürü resim çekiyoruz. Ben biraz burası hakkında bilgi vermek istiyorum ama ergenim pek ilgili değil." Dünyanın en küçük yüz ölçümü olan ülkesi, burayı 100 kişilik İsviçreli muhafızlar koruyor. Yani İtalya'da İsviçreli askerler. Bazen Papa buradan halka konuşma yapar" diyerek tepedeki bir pencereyi gösteriyorum. Ben tam konuşmamı bitirdiğimde kalabalıktan bir alkış ve çığlık kopuyor. Ne olduğunu anlamadan Papanın sesi duyuluyor. Hakikatten benim söylediğim yerde pencerenin önünde papa konuşmaya başlıyor. Kızımla gülerek bakışıyoruz. Papanın konuşmaları alkışlar içinde sona eriyor. Meydanın iki köşesine kocaman ekranlar koymuşlar papayı o kadar uzaktan göremeyen halkın daha iyi görebilmesi için. Ekranların üzerine kuşlar çıkıp pislemesin diye dikenli tellerle sarmışlar. Bütün dinler "öldürmeyeceksin, hiç bir canlıyı inciltmeyeceksin" demiyor muydu? Vatikan'da böyle bir görüntü rahatsız ediyor.
Kalabalığa karışarak Aziz Petrus Bazilikasına giriyoruz. İçeride bir köşede ayin devam ediyor. Büyük, kalabalık, kasvetli bir yer. Biz Müslümanlar yabancı bir ülkeye gittiğimizde ne hikmetse kiliselere gitmeden geri dönmüyoruz diye düşünüyorum.
Vatikan'dan sonraki durağımız Kolezyum; MS 80 yılında Roma imparatoru Titus zamanında tamamlanmış bir Arena. Tarihi filmlerde gördüğümüz gladyatörlerin dövüştüğü, tiyatro oyunlarının, at yarışlarının yapıldığı yer. Yıllar içinde depremlerden dolayı bazı duvarları dökülmüş, bazı taşları çalınmış olsa da heybetinden bir şey kaybetmemiş. 2007 tarihinde Dünyanın 7 harikasından biri seçilmiş. Biletimizi alıp içeriye giriyoruz. Taş koridorları, yüksek merdivenleri, devasa avlusuyla beni binlerce yıl geriye götürüyor. Her yerini gezmek, yere oturup acemi dokunuşlarımla resmini çizmek istiyorum, sadece resim çekmekle yetiniyorum. Çünkü hava soğuk,taşa oturup macera yaşayacak yaşta değilim. Daha gezecek çok yerimiz var. Kolezyum'dan çıkıyoruz, hemen yan sokağında Paris'teki zafer tak'ına benzer bir tak dikkatimiz çekiyor. Arkasında Roma Forumu başlıyor. Burası antik Roma'nın bulunduğu bölüm. Yapılan kazılarla çeşitli tapınaklar, yerleşim yerleri, anıtlar bulunmuş, çok güzel korunup ziyaretçilere açılmış.
Burada daha fazla oyalanmıyoruz, ergenimin acilen 21. yüzyıla dönmesi gerekiyor. Yolda hediyelik eşyalar satan bir dükkana uğruyoruz "I love Roma" yazan anahtarlık, magnet gibi minik şeyler alıyoruz. Otelimize dönerken İspanyol Merdivenlerin hemen karşısındaki caddede Caffe Greco'ya gitmek istiyorum. Ergenimi buraya götürmenin en kolay yolu "On yıl önce buraya gelmiştik." demek. Merakını uyandırdığı için daha fazla açıklama yapmıyorum. Kafe dediğim için bildiğimiz Starbucks kafe gibi bir yer sanıyor. İçeriye girip oturduğumuzda etraftaki antika tabloları görünce anlıyor. Burası 1760 yılında açılmış, o zamandan beri hizmet veren dünyanın en eski kafesi. Bunu siparişimizi verdikten sonra söylüyorum kızıma. Biraz bozuluyor ama ses etmiyor.
İçeride çoğunlukla Asyalılar var ve yaş ortalamasını aşağıya çeken birkaç kişiden biri de kızım. "Belki on yıl sonra yine buraya gelirsin." diyorum kahvesini içmekle yetiniyor. İçerisi sessiz, gürültüyle konuşan kimse yok, turistler çoğunlukta. Burayı duyan mutlaka gelmek istiyor. Bu arada çok hoşuma giden bir olaya şahit oluyorum. Karşımızdaki masaya iki genç kız oturuyor. Hemen bitişiklerindeki masada da orta yaşta üç Asyalı bayan var. Genç kızlardan biri yere doğru eğilip Asyalı kadınlara bir şey gösteriyor. yerde 50 Euro var, Asyalı kadın düşürmüş. Genç kız dikkatli olmalarını söylüyor İngilizce olarak. Kadın parasını alırken çok mutlu teşekkür ediyor. Bundan sonrasında gözlerim doldu gururlandım. Kızlardan bir kalkıp sipariş vermeye giderken diğeri arkadaşına Türkçe seslendi: "Bana bir de su söyle."
16 Kasım 2016 Çarşamba
BİR ANNE, BİR ERGEN, BOLCA ROMA
Da Vinci Havaalanına indiğimizde etrafımıza saran taksicileri atlatıp, 8 kişilik shuttle minibüslere bindik. Yol boyunca bir heyecanla etrafı seyrederken 11 yıl önceki Roma seyahatimi hatırladım. Şimdi birlikte geldiğim ergenim 8, diğerleri 11 ve 17 yaşlarındaydı. Üç kız çocuğu ile babaları yanımızda olmadan bir hafta nasıl İtalya gezisi yapmışım hayret! Bu sefer büyük kızım bize hediye olarak Roma bileti alırken niyetimiz Beyefendi ile birlikte gelmekti. Fakat o programını ayarlayamayınca "benim yerime ufaklıkla gidin" dedi.
Otel rezervasyonu için her zamanki gibi Booking. com'dan yararlandım. Otele gelenler 9.5 puan vermişler ve konumunun çok merkezi olduğunu söylüyorlardı (The Spanish Suits). Gerçekten de otel İspanyol merdivenlerine 200 metre uzaklıkta, Via Del Corso alışveriş caddesine paralel bir sokak üzerinde. Ergenim İstanbul'da iken telefonuna "Moovit" indirdi. Moovit harika bir uygulama. Buradayken nereye gideceksek bulunduğumuz yeri ve varış noktasını yazıyoruz, hangi ulaşımı kullanacağımızı ve ne kadar sürede gideceğimizi gösteriyor. Ayrıca bir çok Avrupa ülkesi bu uygulamada yer alıyor. Yurt dışına tursuz gidiyorsanız gitmeden mutlaka bu uygulamayı edinin derim.
Nihayet otelimize geldik, otelimiz diyorum ama üç katlı bir binanın kapısının önündeyiz, sadece zilde otelin adı yazıyor. Otele girişimiz biraz maceralı oldu çünkü gittiğimiz yer otelin resepsiyonuymuş. Otelin odaları 100 metre ilerine başka bir binanın 2. katında, başka odaları da başka bir binada. Bildiğimiz otel-oda anlayışı değil. Resepsiyondaki çocuk aynı zamanda üç ayrı yere bakıyor, asıl görevli kim biz üç gün boyunca göremedik. Bu çocukcağız da ingilizceyi yarım yamalak konuşuyor, kızım Fransızca denedi o da yok. İtalyanca konuşmasına bakılırsa İtalyancası da iyi değil gibiydi. Sanırım Hindistanlıydı, bilemedik. Sonunda odalarımıza geçtiğimizde tatsızlığımızı unuttuk. Çünkü odalar küçük, temiz ve şirindi. Dahası çok merkezi bir konumdaydık. Bu arada ergenim otel sorunu yüzünden önce panik oldu, sonra kızdı küstü sonra odaya yerleşince neşelendi. Kısaca duygularıyla dört mevsimi yaşadı.
İnsan ülkesinden çıkıp başka memleketlere gidince hemen mukayese yapmaya başlıyor. Bir Avrupa başkentine gelmişsin, üstelik 2000 yıllık bir şehir, topraklan tarih fışkırıyor. Nasıl güzel muhafaza etmişler, geçmişlerine kültürlerine nasıl sahip çıkmışlar. Nerede bu Romalı inşaatçılar? Roma Forumu'nun ve Kollezyum'un karşısına neden havuzlu, fitnessli rezidanslar dikmemişler. Sadece Versace, Gucci, Armani, Hermes hastası arap petrol zenginlerine satsalar ülke kalkınır. Minicik iki kişilik Fiat arabalara bineceklerine Jiplere binerler. Burayı yönetenler petrol zenginleri, sonradan para bulmuş zenginler şehrimizde oturmasın, markalarımızı alsın bize para kazandırsın ama ülkelerine geri dönsün istiyorlar. İtalya italyanlarındır misali. Otele gelirken kaldırımlar ergenimin dikkatini çekti. Taşlar o kadar eski ki parlamış, kayganlaşmış, araları açılmış. Bir allahın kulu bizim Beyoğlu'nda güzelim kaldırım taşlarının üzerini asfaltla örttüğü gibi örtmemiş. İnsan mukayese ediyor işte... Üstelik benim yaşadığım şehrin adı da Roma, yani Konstantin'in başkent yaptığında ki adıyla New Roma, Yani Konstantiniyle, yani Dersaadet ve Güzelim İstanbul... Bir tarih öğrencisi olarak mukayese ettim ve üzüldüm.
İlk akşam bir heves İspanyol merdivenlerine gidiyoruz, hepsi birbirine benzeyen beş bin tane resim çekiyoruz. Resim kursuna giderken hocamız derdi; Çok resim çekin, içlerinde beğeneceğiniz bir kaç tane mutlaka çıkar.Benim ergen çoğu resmi beğenmiyor, ben sürekli çekiyorum. Hava soğuk fakat yağmur yağmadığı için şanslıyız, bu şans diğer günlerde de devam ediyor.
Ertesi günkü programımız aşk çeşmesi; Aşk çeşmesi aklımda kaldığından daha büyük, aklımda kaldığından daha kalabalık. Herkes resim çekme ve suya para atıp dilek dileme telaşında. Son günlerde Euro TL karşısındaki değerini Everest'e çıkardığı için biz de bulduğumuz en küçük kuruşu havuza atarak kendimizce ekonomi yapıyoruz. Allah katında büyük para atan ile kuruş atanın dilekleri ayrı ayrı muamele görmüyordur diye düşünüyorum. :)
Bu arada ergenim yine resim çekmemi istiyor. Ben Samsung telefon kullanıyorum, ergenim ise İPhone kullanıyor. Ben onun telefonundan resim çekerken zorlanıyorum o da benimkiyle. Bir hengame yaşıyoruz. Çektiğim elli resmi beğenmiyor. Bir elli tane daha çekiyoruz, o da idare eder vaziyette. Çevrenin zevkine varmamız mümkün değil. Snapchat trafiği yaşıyoruz bu arada. Okul arkadaşları da bir haftalık tatilden yararlanıp bir yerlere gitmişler. Herkes birbirine video yolluyor.
- Elifçiğim bak şurayı gördünm...
-Aman anneee! video çekiyordum sesin karıştı.
Zaten o kadar kalabalık ve gürültülü bir yer ki benim sesim karışsa ne olur.
Sus! işareti yapıyor. Biz Aşk çeşmesinde tıp oynuyoruz.
Aslında kızamıyorum, yeni nesil gençlerin çoğu böyle. farklı bir hayat tarzları, düşünceleri var.
Çeşmenin önünde yer bulamıyoruz kendimize. Arkamı dönüyorum, çeşmenin tam karşısında sevimli bir otel var. Otele gelenler için bu görüntü romantik mi yoksa gürültüden dolayı rahatsız edici mi bilemedim.
Aslında adı aşk çeşmesi değil La Fontana di Trevi . Üç yol ayrımında olduğu için Trevi adını aldığı da söyleniyor, üç su yolunun birleştiği yer olarak da biliniyor. Çeşmenin tarihi milattan önceki yıllara dayanıyor. Efsaneye göre su arayan Romalı askerlere bir genç kız buradaki suyu göstermiş. Sonra bu su kanalı Pantheon'a kadar ulaştırılmış. Hevesle anlatmak istiyorum bu küçük bilgiyi fakat ne ergenimin ilgisini çekiyor, ne de gürültüden dolayı benim sesim duyuluyor.
Sonraki durağımız Vatikan.
Dur bakalım Vatikan'da bizi neler bekliyor.
Etiketler:
aşk çeşmesi,
ispanyol merdivenleri,
moovit,
piazza di spagna,
roma,
trevi,
vatikan
8 Ağustos 2016 Pazartesi
KADIN KADININ KURDUDUR, YER BİTİRİR
Sabahın erken saatinde çocuklarını okula bırakmış dört genç kadın simit almaya girdiğim Komşu Fırın'da oturuyorlardı. Masalarının üzerinde düğmeye basılarak çalışan arabalarının anahtarları, üzerilerinde şık ama öğlesine giyilmiş havası veren kıyafetleri, sözde alelade toplanmış sarıya boyalı saçları ile tam önümdeki masada sohbet ediyorlardı. Ben sabah kalabalığında simit sıramı beklerken bir tanesi kalkıp peçete almak için tezgaha doğru ilerledi. Diğer üç çift göz anında inceledi ayaktaki arkadaşlarını.
- Kilo mu almış ne? Bahse girerim söylediği gibi 55 kilo değil.
- Zara'da görmüştüm bu tulumu, keşke önce ben alsaydım.
- İç çamaşırının belli olduğunu söylesem mi acaba.
...
Belki tam olarak bunlar değilse de benzer düşünceler içinde baktılar arkadaşlarına. Nereden mi tahmin ediyorum? Bu yazıyı okuyan hemcinslerimin çoğu gibi hayatımızı erkeklere göre değil kadınlara göre yönlendirdiğimizi biliyorum da ondan.
Gündüz süslenip, püslenerek arkadaşlarıyla bir yerlere giden hangi kadın akşama aynı makyaj ve kıyafetle eşini karşılıyorsa ona kocaman bir alkış olsun buradan.
Akşama eşin nasibine düşen çoğunlukla rahat bir eşofman, belki fönlü saçlar o kadar...
Biz kadınların derdi hep kadınlarla. Üzerimizde amir olarak bir kadını istemeyiz, başarılı kadına tahammül edemeyiz, üstelik bir de Allah vergisi bir güzelliği varsa çarşı pazar dolaşırız ona bir kulp bulmak için.
Aldatılan kadın hak etmiştir, mutlu kadının mutlaka bir sıkıntısı vardır da sakladığı düşünülür, sarışınsa doğal sarışın değildir, düzgün hatları varsa estetiklidir mutlaka, cildine bir şey yapmıştır; söylemiyordur. Hep öküz altında buzağı aranır kısacası.
Yıllar önce çalıştığım iş yerinde şef olduğumda erkek mesai arkadaşlarım canı gönülden tebrik ettiklerinde, bazı hemcinslerim bırakın tebrik etmeyi verdiğim işi zamanında yapmayıp beni zor duruma düşürmek istemişlerdi. Sonraki yıllarda okuduğum bir makalede, bir iş yerinde yapılan ankette kadınlar amirlerinin kadın değil erkek olmasını istediklerini söylerken, erkekler cinsiyetin önemli olmadığını söylemiş.
Birkaç gün önce market otoparkında arabamın arkasına arabasını çeken ve epey bir bekledikten sonra keyifli keyifli gelen kadın bir özür bile dilemeden çekip gittiğinde, aynı markette sıra için tartışanların sadece kadınlar olduğunu gördüğümde, zaten üç kişiyken küçücük asansörde köpeğini kabul etmedim diye beni görünce kafasını çeviren kadını her gördüğümde, ne çok derdimiz varmış kadınlarla diyorum.
Ne giymiş, ne yapmış, nereye gitmiş, ne almış...
Off!
"Kadın Kadının Kurduymuş" kim demişse doğru demiş.
29 Temmuz 2016 Cuma
PARİS'TE 5 GÜN ( CHAMPS ELYSEES - LAFAYETTE - MONTMARTE TEPESİ)
Paris'teki son günümüzde Şanzelize (Champs Elysees) caddesini gezeceğiz, Galeries Lafayette'de çanta fiyatlarının en uygunu 10 bin liradan başlayan mağazalar önünde sıra bekleyen Japon turistleri hayretle izleyeceğiz, Montmart tepesinde şehri kuş bakışı seyredip bu günleri yaşadığımıza şükredeceğiz.
Galeries Lafayette 1896 yılından beri mağaza olarak hizmet veriyor. Mağazanın Berlin ve New York şubeleri de sonraki yıllarda açılmış. Menhattan'da Trump Tover'ın içindeki mağaza daha sonra kapanmış.
Mağazanın girişinde kulaklarında cihazlarıyla iki görevli sizi karşılıyor. Çantanızı şöyle bir yokluyorlar. Görevlilerin bakışları: "Bunlar buradan bir şey almaz" der gibi. Gerçekten de bir şey almayı düşünmüyoruz. Çünkü yine buradan takip ettiğim bir Blogger'ın ucuz diye önerdiği parfüm ve çanta mağazasına gitmiştik bir gün önce. Bizim ucuzluk anlayışımız ile onunki arasında tereddütte düşmüştük.
Galeries Lafayette 10 katlı, tarz olarak opera binalarına benzeyen bir yapı. Bütün katlar ortadaki boşluğa bakıyor, loca tarzı çıkıntıları var, etraf o kadar güzel ışıklandırılmış ve dizayn edilmiş ki hiç bir şey almasanız bile gezmek müthiş keyifli.
Bizim gittiğimiz hafta yılın ilk indirimi olduğu için fiyatlar henüz %50 bile değildi. Asyalı turist çoğunluğuna ve marka mağazaların önündeki sıraya bakılırsa ikinci indirime bir şey kalmayacak gibi görünüyordu. Mağazadaki müşteri popülasyonun durumu aynen şu vaziyette: Buradan çıkıp ya görümcesinin düğününe gidecek, ya da şık bir öğle yemeğine katılacak. Bilemedin altın gününe katılacak. Çok şıklar kısaca...
Şöyle kendimizi bir süzdük. Spor ayakkabı ile sınıfta kaldıysak da üzerimizde düzgün kıyafetler olduğu için kurul kararıyla geçmişizdir diye düşünüyorum. Üstelik kızım uygun bir fiyata cüzdan buldu ve dışarıya çıkarken elimizdeki minicik poşetle o kadar vakur bir halimiz vardı ki, gören bütün mağazayı satın aldık, arkamızdan otelimize getirecekler diye düşünebilirdi.
Şanzelize ( Champs Elysees) Caddesi 1667 yılından itibaren genişletilerek bugünkü halini almış. 2 Kilometre uzunluğundaki caddenin bir ucu Concorde meydanına, diğer ucu da Zafer Takı'na uzanıyor. Caddenin etrafını ünlü markaların mağazaları ve kafeler süslüyor. Yıllar önce caddede Paul Patisserie'de şahane çikolatalı ekmekler yemiştim. Bu sefer kruvasan ve İngiliz çayı denedik. Burada oturmaktan zevk alacağım sevdiğim kişiler geldi aklıma. Keşke mutlulukları ve güzellikleri bütün sevdiklerimizle paylaşabilsek.
Montmarte Tepesi, Eyyfel'den sonra Paris'i tepeden gören ikinci yer. Buraya aynı zamanda Ressamlar Tepesi de deniliyor. Tepeye çıkmak için merdivenleri kullanabilirsiniz. Ya da bizim yaptığımız gibi teleferik ile çıkmak da mümkün. Tepenin sonunda Sacre Coeur Bazilikası bulunuyor. Kızım tarihi binalardan bıkmış olacak, içeriye girmedi fakat ben bir tane mum yakarak kızlarım ve eşim için afiyet diledim. Onlar iyi olursa ben zaten iyi olurum. Dışarıya çıktım, Paris'i gören geniş merdivenlerin başında oturup şehri seyrettim. Sokak çalgıcılarının bilmediğim bir tarzda ama içimi ısıtan müzikleri eşliğinde öylece oturdum.
Kızım bu esnada telefonuyla ilgilendiği için aşağıya biraz inip onun resmini çektim, fark etmedi. Yeni nesil gençlerin ne düşündüğünü anlamak zor. Devir sanal ortamda iletişim devri, acaba bu zamanda onun yaşında olsaydım farklı mı olurdum? Sanmıyorum...
Acıkmış ve yorulmuştuk. Yurt dışı gezilerimin kabusu olan açlık ; "Ne yiyeceğiz?" sorusunu beraberinde getiriyordu ve ben yeni tatlara alışık olmadığım için mecburen Pizza, makarna, salata tarzı bir yemek bulmak için yola koyulduk.
27 Temmuz 2016 Çarşamba
PARİS'TE BEŞ GÜN ( LOUVRE - CONCORDE MEYDANI )
Paris gezimizin üçüncü gününe Louvre müzesini gezmekle başladık. Louvre müzesine giden her ölümlü gibi ilk tercihimiz Mona Lisa olacaktı. Müze 8.00 ile 18.00 saatleri arasında ziyarete açık. Salı günleri kapalı.
15. Yüzyılda saray olarak yapılan bina Fransız ihtilalinden sonra müze olarak kullanılmaya başlanmış ve halen dünyada en çok ziyaret edilen sanat müzesi olma özelliğini taşıyor.
Biz piramitten içeriye girip yürüyen merdivenlerle zemin kattaki girişe yöneldiğimizde kızım, hoşnutsuz ama müze sevdalısı anneyi kırmamak için sabır gösteren fedakar evlat pozlarında benimle anlaşmaya çalışıyor.
Bıraksa akşama kadar kalacağım, hatta ertesi gün, daha ertesi gün yine geleceğim ama ona duygularımı belli etmeden; "Hımmm"diye onayladım.
Devasa koridorlar Mısır, Grek, Roma, Mezopotamya salonlarına açılıyor. Hepsini belli bir süre içinde ve kızımı sıkmadan yapmak istediğim için bazı bölümleri es geçerek resim galerilerinin bulunduğu kısma ilerliyoruz.
2003 yılında Louvre müzesini ziyaret ettiğimde Dan Brown'nın Da Vinci Şifresi kitabı yüzünden Mona Lisa tablosu yoğun bir ziyaretçi akınına uğramış ve belli bir sayıdan sonra ziyaretçi kabul edilmiyordu. Böylece benim de görme şansım olmamıştı. Şimdi bir heves tabloyu aramaya koyulduk.
Aslında koridorların başında oklarla tablonun bulunduğu yer gösteriliyor fakat o kadar kalabalık ve o kadar çok koridor var ki bir bulmak zor. Salonları dolaşırken bir salonda duvardan duvara devasa büyüklükte masa ve etrafında oturan insanları betimleyen bir resim dikkatimi çekti.
Büyüklüğü karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim.Önünde bir müddet durup seyrettim. Sonra tekrar Mona Lisa'yı aramaya çıktık. Baktık olmayacak bir görevliye sorduk. Görevli bize biraz önce çıktığımız salonu gösteriyor. Biz kocaman resme bakarken tam arkamızdaki duvarda, baktığımız resmin onda biri boyutlarında Mona Lisa bize sırıtmakta. Yanına Yaklaşmak mümkün değil. Çoğunluğu Asyalı turistlerden oluşan müthiş bir kalabalık camekan içine muhafaza edilmiş Da Vinci'nin ölümsüz eserine bakıyor, resim çekiyorlar. Biz kusur mu kalalım? Aralardan geçerek tablonun önüne kadar varabildim ve kızıma bu resmi çektirdim. Başım göğe erdi.
Büyüklüğü karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim.Önünde bir müddet durup seyrettim. Sonra tekrar Mona Lisa'yı aramaya çıktık. Baktık olmayacak bir görevliye sorduk. Görevli bize biraz önce çıktığımız salonu gösteriyor. Biz kocaman resme bakarken tam arkamızdaki duvarda, baktığımız resmin onda biri boyutlarında Mona Lisa bize sırıtmakta. Yanına Yaklaşmak mümkün değil. Çoğunluğu Asyalı turistlerden oluşan müthiş bir kalabalık camekan içine muhafaza edilmiş Da Vinci'nin ölümsüz eserine bakıyor, resim çekiyorlar. Biz kusur mu kalalım? Aralardan geçerek tablonun önüne kadar varabildim ve kızıma bu resmi çektirdim. Başım göğe erdi.
Müzeden çıktığımızda hafif bir yağmur karşıladı bizi, kaçışan insanlara inat hiç istifimizi bozmadık. Buraya yakın olduğu için Concorde meydanına gideceğiz.
Concorde Meydanının ünü 1789 Fransız Devriminden sonra Fransa Kralı XVI. Louis'in ve eşi Marie - Antoniette'nin burada giyotin ile idam edilmeleri yüzünden. Bu idamların ve Devrimin anısına meydanın ortasına Mısır'dan getirilen Dikilitaş yerleştirilmiş. 1900 yılında devasa bir dönme dolap yapılmış ve hala faaliyette. Biz meydana ulaştığımızda hayal kırıklığı yaşamadım desen yalan olur. Meydanın bir kısmı barikatlarla kapatılmış, bir kısmı yol çalışmalarından dolayı girilmez durumdaydı. Yine de meydanı baştan başa geçmeyi başardık.
Adımsayarımız 10 km. yürüdüğümüzü söylüyordu ve biz iyice yorulmuştuk.
26 Temmuz 2016 Salı
PARİS'TE 5 GÜN (DİSNEYLAND)
Paris gezimizin ikinci gününde Disneyland var. Biletler için orada sıraya girmeyelim diye gitmeden bir hafta önce biletlerimizi Disneyland'ın sitesinden alarak çıktısını yanımıza götürdük.
Paris'ten Disneylan'da gitmek için RER A trenine binmek ve Marne La Valle durağında inmek gerekiyor. Yol yaklaşık 40 dakika, tren iki katlı ve ferah. Yol boyunca alabildiğince uzanan yemyeşil düzenli tarlalardan, küçük küçük bahçeli evlerin sıralandığı banliyölerden geçtik.
Trenden inince kalabalığı takip ettiğimizde bir masal şehri çıktı karşımıza. Yol boyunca asık bir yüz ifadesiyle telefondan başını kaldırmayan kızımın yüzü aydınlandı. Üniversitede okumasının ne önemi var. Küçük bir çocuk heyecanı ile gülmeye başladı. Gülmek geçicidir derle ya! ikimiz de gün boyunca ağzımız kulaklarımızda oradan oraya koşuşturup durduk.
Disneyland iki ana parktan oluşuyor. Biri Disneyland Park, diğeri Walt Disney Studios. 2002 yılında Amerika'daki Disneyland'a gittiğim için burası nispeten daha küçük geldi, fakat büyük küçük her yaşta insanın sıkılmadan vakit geçirebileceği aktiviteler mevcuttu. Özellikle Korku Evi ( Phantom Manors) ve Prates Of The Caribbean pek hoşumuza gitti. Space Mountain tadilattaydı; bir kaç yer de öyle.
Cadde boyunca sıralanan oyuncak görünümündeki evlerin bir kısmı hediyelik mağazalar, bir kısmı da restoranlardan oluşuyordu. Harry Potter Kılıcı, Star Wars kılıcı, Pamuk Prenses elbisesi, Kayıp Balık Nemo oyuncakları, anahtarlıklar, kupalar, şekerlemeler aklınıza ne geliyorsa hepsi mevcuttu bu mağazalarda. Doğal olarak çok pahalıydı. Kızım buranın anısına bir tane anahtarlık aldı.
Buket Uzuner Yolda isimli kitabında şöyle yazmış;"Kendimi bildim bileli en iyi hissettiğim ruh durumum hep yolda olmuştur." Bu söz beni o kadar iyi anlatıyor ki, yarım asrı devirmeme rağmen Disneylan'da dolaşırken kızım zaman zaman "Anne lütfen biraz yavaş" diyerek uyarmak zorunda kaldı. Bu gençleri de hiç anlamıyorum. İnsanlar sonsuza dek yaşamıyorlar, aslında o kadar kısa ki ömrümüz, ağırdan almamak lazım...
Gün içinde bir iki kez yağmur yağdı fakat uzun sürmedi. Akşam 18.30 da Disneyland ritüeli olan masal kahramanlarının geçişlerini izlemek için ziyaretçiler ana caddenin etrafında doluştular. Filmlerini izlediğimiz Disney kahramanlarının kostümlerini giymiş oyuncular müzik eşliğinde, kimi bir arabanın üzerinde, kimi dans eşliğinde ziyaretçileri selamlayarak geçişlerini tamamladılar.
Dönüş trenine doğru giderken kızım yine telefonuna gömülmüştü bile...
...25 Temmuz 2016 Pazartesi
PARİS'TE 5 GÜN
Yola çıkmadan önce ayrıntılı bir plan yaptık.
Uçuş için Air France'i tercih etmiştik, çünkü biletleri 1 ay önceden ve Ramazan ayına denk gelecek şekilde aldığımız halde diğer hava yolları çok daha pahalıydı.
Aslında 13 yıl önce Paris'e gitmiş üç gün kalmıştım. Bir Avrupa şehrine gidecek olsam tekrar Paris'e gitmez, mesela Roma'ya, Venedik'e gitmeyi tercih ederdim. Küçük kızım Fransızca Uluslararası ilişkiler hazırlık okuyor.
Sınavlarda birinci olunca Beyefendi ona bir jest yapmak istedi. Ben de kızıma arkadaş oldum.
Sınavlarda birinci olunca Beyefendi ona bir jest yapmak istedi. Ben de kızıma arkadaş oldum.
Niyetimiz hiç İngilizce konuşmamak ve kızımın Fransızcası ile 5 gün geçirmek.
Başta da yazdığım gibi 5 günlük planımızı yaptık. Paris hakkında öneriler yazan Bloggerlardan, seyahat yazarlarının deneyimlerinden,büyük kızım ve damadımın da fikirlerinden yararlandık.
Kaldığımız otel Jacques Bonsergent metro durağına yakın Garden Saint Martin küçük tertemiz bir oteldi.
Dört ayrı gün için ilk gün planımızı şöyle gerçekleştirdik:
Eyfel Kulesi - Sen Nehri - Notre Dame Kilisesi.
Eyfel Kulesi her zamanki gibi turistlerin akınına uğramıştı. Fakat bu sefer hatırladığımdan daha fazla güvenlik kontrolü vardı. Hatta bebek arabası ile gelen bir çiftin bebeklerine aldıkları minik su şişesini bile çöpe attırdılar. Bunda da hem Euro 2016'nın ülkelerinde yapılıyor olmasının verdiği güvenlik gerekçesi, hem de artan terör olayları çok sıkı denetimi gerektirmiş.
Aslında 300 metre olan kulede televizyon vericileri de bulunduğu için daha yüksek görünüyor. Mimarı olan Staphen Sauvestre yerine kulenin tasarımcısı Gustave Eiffel'in adıyla anılması da ilginç. Önceleri bizim boğaz köprülerinde olduğu gibi intihar olayları oluyormuş Bunun önüne geçmek için demir teller koymuşlar. Asansörlerle üst kata çıkıp şehri 360 derece seyrederken gökdelenleri aradı gözlerim. Eski şehirde göze çarpan yeni bir bina yoktu ve kıvrıla kıvrıla giden Sen nehrinin etrafında devasa çatılarıyla tarihi binalar muhteşem görünüyordu.
Aslında 300 metre olan kulede televizyon vericileri de bulunduğu için daha yüksek görünüyor. Mimarı olan Staphen Sauvestre yerine kulenin tasarımcısı Gustave Eiffel'in adıyla anılması da ilginç. Önceleri bizim boğaz köprülerinde olduğu gibi intihar olayları oluyormuş Bunun önüne geçmek için demir teller koymuşlar. Asansörlerle üst kata çıkıp şehri 360 derece seyrederken gökdelenleri aradı gözlerim. Eski şehirde göze çarpan yeni bir bina yoktu ve kıvrıla kıvrıla giden Sen nehrinin etrafında devasa çatılarıyla tarihi binalar muhteşem görünüyordu.
Paris şehrini ortadan ikiye ayıran Sen Nehri turistlik açıdan oldukça önemli bir yer. Nehrin Paris sınırları içindeki bölgesinde 37 tane köprü bulunuyor. Kızım nehir turu esnasında renginin hiç de güzel olmadığını bulanık olduğunu söylese de nehir boyunca hiç bir koku hissetmedik. Nehir turu yaptığımız turistlik teknede İngilizce ve Fransızca olmak üzere iki dilde geçtiğimiz yerler hakkında bilgiler verdiler.
Notre Dame Kilisesi'ni görünce hemen aklıma Quasimodo'nun çingene Esmeralda'ya olan aşkı ve o ünlü repliği geldi: "Bana su verdi..." Oysa bize kimse su vermemişti ve eğer hava olsun diye Evian içerseniz yarım litrelik suyun fiyatı 2.5 Euro'ydu. Kilise aklımda daha heybetli ve daha karanlık kalmıştı fakat geçen yıl Münih'deki katedrali gördükten sonra sanırım burası daha makul büyüklükteydi.
Yukarıda yazdığım üç yeri aynı güne anca sığdırdık. Yorulduğumuz yerlerde mola verip kahvemizi içtik. Bu arada telefonlarımızdaki adım sayarımızın yazdığına göre her gün ortalama 10 km. yürüdük.
İkinci gün Paris planı yarına...
Etiketler:
arden saint martin,
eyfel,
fransa,
notre dame,
paris,
sen nehri
23 Nisan 2016 Cumartesi
SURİYE VE IRAK VATANDAŞLARINI KÜÇÜK GÖRME EĞİLİMİ
AUZEF Tarih üçüncü sınıf derslerim arasında Memlükler Tarihi var. 1200 -1400 yıllarında Mısır'da hüküm sürmüş Memlükleri çalışmak çok ilgimi çekti. Anne tarafından çerkes kanım çoğunluğu çerkeslerden oluşan Memlüklere karşı sempati duydu sanırım.
Ders konularımın içinde 1300 yıllarında Moğol istilasından kaçarak Mısır'a göç eden Suriyelilerden bahsediyordu. Suriyellerin tarihlerinde hep bir göç hikayelerinin olduğunu düşündüm bir an. Sosyal medyada zaman zaman okuduğum bazı olumsuz yazılar geldi aklıma. Neden ülkeleri için savaşmıyorlar da göç etmeyi tercih ediyorlar düşüncesi geldi geçti zihnimden. Sonra insanlar yaşadıklarını sadece kendileri bilirler diyerek bu düşünceyi kafamdan attım. Yakın bir zaman önce şahit olduğum bir konuşmayı hatırladım.
Ortanca kızım Mimar Sinan Üniversitesinde okuyor. Okuldan erken çıkacak, benimle Sultanahmet'te buluşacak ve anne kız kültür turu yapacağız. Müze gezecek, turist gibi dolaşacağız. Bulunduğum semtten belediye otobüsüne bindim. Yol yaklaşık bir saat sürecek, kitabımı açtım okuyacağım ki arkamdaki koltukta oturanların muhabbetleri dikkatimi çekti, kitabı kapattım.
İki erkek konuşuyorlar; ses tonlarından genç olmadıkları belli. Birinin türkçesi düzgün, diğeri arap aksanıyla konuşuyor.
Türkçesi düzgün olan anlatıyor:
"Valla sizi Amerika'ya almaları biraz zor orada 24 saat çalışman lazım. Amerika özgürlükler ülkesi ama çalışırsan. Hem oranın yolları uuuvv... Tüneller köprüler, kocaman caddeler. New York'da hava alanından şehre gidene kadar 20 tane tünel, köprü var. (Aynı yolu gitmiş biri olarak bu kadar köprü ve tünel olmadığını biliyorum.) İyi paralar kazanırsın gidersen ama gitmen zor. Benim kardeşim gemide çalışıyordu, oraya gidince bir daha dönmedi. Şimdi orada lahmacun dükkanı var. Ben de onun sayesinde gittim 20 yıl kaldım. 4 Yıl önce döndüm.
Konuşma bu şekilde ilerlerken, daha doğrusu adam diğerine nasihat ve biraz da küçük görme ile anlatırken birden sonra keşke sormasaydım da kendi kendime monolog halinde konuşsaydım diye düşündüğü soruyu sordu;
"Sahi sen nereden geldin buraya?"
"Erbil - Irak"
"Eee.. orada ne iş yapıyordun ki?"
"Ben hocaydım, öğretmen yani."
"Ne öğretmeniydin?"
"Üniversitede Arkeoloji Profesörüydüm."
.....
Bizimki bir yerlerden tutturmak için:
"İşte iyi de ingilizce bilmeden yurt dışına gitmek zor."
"Ben zaten ingilizce ders veriyordum okulda, ingilizcem var, biraz da İspanyolca.."
Bir süre sessizlik oldu,
"Ya sen Amerika'ya gitmeyi falan boşver, Avrupa'da bir yere kapağı at. Mesela İngiltere'ye git sen. Ama oraya gidip kabul edilmek için torpil lazım. Var mı bir tanıdığın?"
"Ağabeyim var."
Kardeşi gemilerde çalışıp Amerika'ya kapağı attığında Lahmacun dükkanı açan şöyle dedi:
"Hah! tamam işte Ne iş yapıyor ağabeyin orada?"
"Beyin Cerrahı."
...
Sessizlik uzun sürmedi. Bizimki tam zamanında ineceği yere geldiğini söyleyerek Vatan caddesinde indi. Benim aklıma Almanya'ya işçi olarak giden Türklere Almanların ne gözle baktıkları hakkındaki hikayeler geldi. Okumak için, iş yapmak için gidenler hep gurbetçi gözüyle bakıldı, küçük görüldü. Şimdi biz de Arap ülkelerinden gelen herkese ön yargılı yaklaşma eğilimindeyiz. Yollarda dilenen insanları görüp bütün mültecileri dilenci, tehlikeli zararlı olarak düşünür olduk. Sanki daha önce dilencilerimiz, sokakta yaşayanlarımız, çöpten yiyecek toplayanlarımız yokmuş gibi.
Böyle düşünmesek ne güzel olmaz mı?
Etiketler:
göçmen,
ırak,
ingiltere,
suriye,
tarih. amerika
5 Nisan 2016 Salı
İpana Luxe Perfection Beyazlatıcı Diş Macunu yorumlarım
Doğru makyaj, dolgun kirpikler, bakımlı bir cilt, hacimli saçlar… En önemlisi de beyaz dişlerle sağlıklı, güzel bir gülümseme! Bu yüzden diş bakımına ve beyaz olmasına oldukça özen gösteriyorum. Sürekli yeni ürünleri deneyimlemeyi de seviyorum. Burada raflarda gözüme çarpan ve Amerika’nın en büyük diş macunu markası olan Crest aslında Procter and Gamble’ın Türkiye’de sunduğu İpana markasıyla tamamen aynı içeriklere sahipmiş. Dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten bir marka olduğu için 3 boyutlu Beyazlık ailesi oldukça ilgimi çekti. Son zamanlarda market alışverişine gittiğim her mağazada ve televizyonlarda sıklıkla İpana’nın yeni ürünü olan Perfection’a denk gelince ve özellikle 3 günde %100’e kadar lekesiz iddasını duyunca denemek istedim ve hemen aldım.
İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu ünvanına sahip bu diş macunu ile deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Diş hekimimin de daha beyaz bir diş için önerdiği İpana 3D White Perfection ile güvenle, bembeyaz gülebiliyorum.
Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içeriyor. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekeleri %100’e kadar etkin biçimde çıkarıp ve bembeyaz bir gülümsemeye sahip olmamızı sağlıyor.
Performansına gerçekten çok şaşırdım. Etkisi inanılmaz! İlk kullanımdan itibaren bile diş yüzeyindeki lekeleri çıkarma etkisini farkediyorsunuz. Keskin nane tadıyla ferahlığı sağlıyor, böylece uzun süre ferah bir nefese de sahip oluyorsunuz. Beyazlatma etkisi bu kadar iyiyken diş mineme hiç bir zarar vermediğini bilmek de çok güzel.
Procter and Gamble’ın tüm dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana ile Türkiye’de de raflarda yerini aldı. Denediğinizde bana hak vereceksiniz:) Kullanmadan kesinlikle inanmazdım, deneyince etkisini gördüm ve mükemmel sonuç aldım.
Tam bir bakım sağlamak için aynı ailenin Oral-B 3D White Luxe ağız bakım suyunu da kullanıyorum. O da diş macunu ve fırçasının ulaşamadığı alanlardaki lekeleri bile çıkararak uzun süre, keskin bir ferahlık sağlıyor.
Unutmadan küçük bir not ekleyeyim; P&G ve İpana ürün performansına o kadar güveniyor ki, memnun kalmazsanız paranızın 2 katını iade ediyor. Bu nedenle beyazlatıcı etkisini kendiniz de görün diye bence gerçekten denemeniz gereken bir ürün.
Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!
P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/
#ipanaperfection #gülüşünügöster
İçerik Kaynak: http://kokoshgirl.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=B7MDJzarokU
Bir boomads advertorial içeriğidir.
9 Mart 2016 Çarşamba
KÖPEK GEZDİREN ZEVATLAR
Bahar ayının başlamasıyla her ölümlü kadın gibi bende de bir telaş aldı ki sormayın.
- Eyvah! bu kiloları nasıl vereceğim?
Kendimce geliştirdiğim yöntem akşam 7'den sonra yememek ve yürümek. Sabah evden çıkıyorum büyükçe bir daire çizip, dönüyorum. Bu yürüme yolumun üzerinde yola paralel genişçe yaya kaldırımı var. Burada benim gibi yürüyen bir çok kişi var ve bunların içinde köpeklerini gezdirenler çoğunlukta. Bazı köpekler küçücük, sahiplerine yetişmek için koşuşturuyor, bazı köpekler de sahiplerini koşturuyor.
Şöyle yukarıdan bakıldığında çağdaş, modern bir şehirde olması gereken bir durum gibi görünse de aşağıda hiç de hoş bir görüntü yok. Bu yürüyüşlerim arasında köpek kakalarına basmamak için ciddi çaba sarf ediyorum. Yol boyunca yere baksam midem bulanıyor, bakmasam nereye basacağım belli.
Kulaklarında kocaman kulaklıklar, tasmalarının ipini iyice salmışlar biri korkar mı, çekinir mi umurlarında değil. O sırada müdahale edip uyarsan yobazlıkla suçlanacağın kesin.
Sözde hayvanları çok seviyorlar, aksi düşüneni eleştiriyorlar. Hayvanın pisliğini toplamasını söyleyemezsiniz bile, öyle büyük tepki verirler ki anında cahil, anlayışsız ve nefret dolu olursunuz. Hatta biri çıkıp: "hayvanları sevmeyen insanları da sevmez." diyebilir. iyi de sizin köpeklerinizi gezdirdiğiniz ve yayaların yürümesi için yapılan yerde rahatça gezemeyecek miyiz?
Bu yazdıklarımda hayvan sevmediğim anlaşılmasın, tersine çok severim ve yıllar önce evimizde ailemizin maskotu "Yalaka" isminde köpeğimiz vardı. Dahası Sapanca gibi bir kasabada kedi, köpek, at, eşek, inek, kirpi, börtü böcek içinde büyüyen biri olarak apartmanların içinde genellikle kullanılmayan bir metrekarelik tuvaletlerde hapis edilen köpekleri düşündükçe içim parçalanıyor. Çalışan sahiplerini akşama kadar o daracık yerde bekler, akşam şayet sahibi yorgun değilse küçücük bir turun ardından aynı yere tıkılan köpekleri de duymuşluğum var.
Aslında köpekler doğaları gereği kaka yapacakları zaman patileriyle toprağı kazarak yer yapar ve işleri bitince pisliklerini kapatırlar. Fakat onları toprakta eşeleyecekleri yerler yerine betonda gezdirdikleri için köpeklerin doğalarıyla da oynamış oluyorlar. Ve tasmalarıyla köpeklerini gezdiren zevatlar yerdeki pisliklere aldırış etmeden sözüm ona modern kadın- adam imajı sergiliyorlar.
Ne diyeyim Allah akıl fikir versin.
Not: Yukarıdaki resim İsveç prensesine ait.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)