29 Eylül 2011 Perşembe

KORE DİZİLERİ


Geçen yıl bu zamanlarda Diziport'ta bazı Amerikan dizilerini internet üzerinden izlemeye başladığımda dikkatimi çekmişti. Diziler diğerleri gibi 3-4 sezon sürmüyor, bir sezonda başlayıp bitiyordu.
Farklı bir kültür, değişik insanlar ve şehirler. Toplumsal kimlikleri korumaya özen gösteren konular.
Baktım ki sıkıldığım zamanlarda Kore dizileri izlemeye başlamışım, bazı tespitlerimi paylaşmak istedim. Arkadaşlarıma lafın arasında Kore dizisi izlediğimi söylediğimde hayretle yüzüme bakmışlardı ama sonra araştırdım ki Kore dizileri izleyen pek de az değilmiş. 

Bir kere konular bizim eski Türk filmlerin pek benziyor. Hanedan konulu diziler de var şehirde  geçen de köy filmleri de. 
Konu nerede geçerse geçsin evde asla ayakkabı ile dolaşmıyorlar. Kadın olsun erkek olsun evden içeriye girdiklerinde hemen ayakkabılarını çıkartıp, genelde beyaz renkte düz terlikler giyiyorlar. 
Komedi ile dram içiçe. Kadınlar sürekli ağlıyor. Ama ağlamaları bizin oyuncular gibi kibar kibar değil, bildiğimiz sayıklaya sayıklaya ağlamak. Geğiriyorlar, kusuyorlar, bağırsakları bozuluyor, karınları gurulduyor ve bu olanlar başroldeki kişilerin başına gelebiliyor. Yani normal hayatta bir insanın başına gelebilecek her şey oyuncuların başına gelebiliyor.

Kadının çok iştahlı olması sevimli gösteriliyor, yemek yerken ağız şapırdatmak en doğal halleri. Kadın sarhoş oluyor, erkek onu sırtında taşıyor. Bizim dizilerde olduğu gibi kucağında değil bildiğimiz sırtında götürüyor evine. İnsan düşünüyor hangi erkek bir kadını, ki kadın çok zayıf bile olsa uzun bir mesafede kucağında taşır? Kore dizilerinde bu mantıktan gidilmiş. 
Dizileri ailece çoluk çocuk izlemek de mümkün. Bir kere öpüşmek hemen hemen yok gibi. Yatak odaları herkesin gözüne sokulmuyor. Dekolte kıyafetlerle arz-ı endam edenlere rastlanmıyor. En açık giyinen mini etekli oluyor. Hafif sakarlık kızlara yakışıyor. Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi zengin- fakir konuları fazlaca işlenmiş. Baba rolündeki erkekler sürekli kızgın geziyor, herkese bağırıp çağırıyor.(Tıpkı bizim babalar gibi.)

Erkekler kızların peşinde koşan cinsten değil, önce kavga edip sonra birbirlerine aşık oluyorlar. Kadın erkek ilişkilerinde en çok görülen temas kızı bileğinden yakalayıp götürmek. 
Hep aynı konular, garip entrikalar, iç karartıcı senaryolardan sıkıldıysanız Kore dizilerini tavsiye ediyorum. Benim favori sitem Diziport. Tavsiye edeceğim diziler: Secret Garden, Personal Taste, My Princess, My Sweet Seoul, 49 Days.
İyi seyirler.

27 Eylül 2011 Salı

PARANIN GÖZÜ KÖR OLSUN


Gazetelerin internet sayfalarını takip ederken  haberlerin altında yorumları  okumak adetim var. Ünlü bir şirketin 50. yılı davetinden bahsediliyor. Alttaki yorumda biri şöyle demiş; "Paranın gözü kör olsun."
Ardından Cem Yılmaz ile ilgili bir habere geçtim. Yine bir sürü yorum ve içlerinde aynı yazı. "Paranın gözü kör olsun. Gazeteler Ronaldinho'nun evini gösteriyor altta bir yazı "Paranın gözü kör olsun." 
Gazetelerin internet sayfalarında ihtişamlı bir ev, araba, takı, giysi yazısı olsun hemen altında bu laf. "Paranın gözü kör olsun." Yahu para bu eziyete hakarete uğramak için ne yapmış. Fakir ulaşamadığı  için, zengin daha iyisini alamadığı için paraya söver sayar.  Para kimine göre hayatın anlamı, kimine göre bürün sorunların anahtarı. Parayla saadet olmayacağını sadece şarkılar söyler, yoksa paranın giremeyeceği mekan, açamayacağı kapı yoktur. Bazen kör ederiz parayı, bazen baş tacı. Hoca Nasrettin bile "Ye kürküm ye" der hikayesinde. Çok istersin gelmez, azla yetinilmez, her daim ihtiyaçtır.

Şair Sinan Gündoğ şöyle demiş şiirinde;
Köpeklere atsan tenezzül etmez,
koklayıp bırakır peşinden gitmez,
İnsanın parayla sevdası bitmez,
Ah şu paranın gözü kör olsun.

Kızının hallerinden şüphelenen anne ve baba onu doktora götürür. Sonuç hiç de iyi değildir. Doktor kızın hamile olduğunu söyleyince baba bağırır çağırır.
"Bunu yapan hangi domuzsa hemen buraya gelsin hesap soracağım."
Kız hemen telefon eder, bir saat sonra evin önünde son model bir ferrari durur. İçinden orta yaşta yakışıklı bir adam iner. İçeri girerek anne ve babanın karşısına dikilir.Tam baba bağıracağı sırada söze girer;
"Kızınız durumu anlattı. Şu anda kendi özel durumumdan dolayı kızınızla evlenemem. Ancak bütün sorumluluğu üzerime alıyorum. Şayet bebek kız olursa kızınıza bir yazlık, bir kışlık ev ve hesabına 500 bin dolar yatıracağım. Şayet bebek erkek olursa; Son model bir araba, yazlık kışlık ev ve hesabına bir milyon dolar yatıracağım. Şayet düşük olursa.."
Konuşma sırasında sessizce duran baba elini dostça adamın omuzuna koyarak;
"O zaman tekrar denersiniz evladım."


23 Eylül 2011 Cuma

OYNA OYNA BİTMEZ İŞ


Evde temizlik var. Medine bilmediğim bir türkü tutturmuş camları siliyor. Sağlık Ve Yaşam Dergisi için yazı yetiştirmem lazım. "Benim biraz İnternete girmem gerekiyor, sen devam et." diyorum. Başını kaldırmadan; "Tamam Selma abla sen oyna" diyor. 
Gülüyorum. "Ne  dedim de güldü şimdi?" dercesine yüzüme bakıyor. Bilgisayarda bir şeyler yapmayı oyun olarak gördüğü belli. "Oyun değil, iş yapacağım." diyorum. İnanmaz gözlerle bakıp; "Oyna oyna." diye yineliyor.
"Dünyanın en zengin adamı bu bilgisayarın programlarını yapan adam". diyorum. 
-"Tabi zengin  olur, çocuklar bayılıyor bilgisayara, bak sen bile oynuyorsun." Onun için konu kapanmış  elindeki kovayı boşaltmaya banyoya yöneliyor. 

Ben yazılarıma dönüyorum. Ekim ayında vizyona girecek filmleri, devlet ve özel tiyatrolardaki oyunları, etkinlikleri, yeni çıkan kitapları hazırlarken arkamda dikilmiş bakıyor.
"Ya abla ben seni anlayamıyorum. Bak ne güzel programlar var televizyonda, otur onları seyret, iş işle, çık dolaş, ne demeye bunlarla uğraşıyorsun?" Bunlar dediği 6 yıldır yazı yazdığım dergi.
Garip, komik, cüzzesinin iriliğinden umulmayacak derecede hareketli bir yardımcım var. Yaptığımı beğenmiyor, saat mevhumu yok, hadi artık evine git, geç oldu demesem iş çıkartacak kendine.  Mutlu, hiç bir şeyden şikayet etmiyor. Kendisinden 15 yaş büyük olduğuma inanmıyor. Evin içinde abla edalarında güle neşe iş yapıyor.
25 yıl içinde hayatımıza  giren diğer yardımcılarımı düşünüyorum. Kimsenin hayatını zorlaştıracak bir şeyler yapmamaya çalıştım bu yaşıma dek. Kimseye iş emretmedim, yaptıkları işin bir ucundan tuttum hep, yardımcılarımın çocukları evimin havuzunda kendi evlerindeymişçesine yüzdü oynadı. hep iyi insanlara rastladım. İstediğimde benim hayatımı kolaylaştıracak kişilere rastlamam bir tesadüf mü? 
Sanmıyorum.
Ne ekersen onu biçersin derdi babaanem. İyi ki güzel şeyler ekmişim.



21 Eylül 2011 Çarşamba

PAS


Büyük kızım İngilizce yazılan kitapları kendi dillerinde okumayı sevdiğinden kitap evlerinin haricinde Amazondan sipariş verir, ya da sahaflardan ingilizce kitaplar alır. 
Geçen akşam gülerek sahaflardan aldığı bir kitabın içinden çıkan kağıdı elime tutuşturdu. "Sen bundan bir yazı çıkartırsın." diyerek.
Yeşil renkte küçük bir not kağıdı. Sol üst köşede MR çekilirken  merkezi sinir sistemindeki anormal lezyonların görünmesini sağlayan bir ilacın adı yazıyor.
Altında kurşun kalemle yazılmış bir not. " Sevmediğim  istemediğim ve beğenmediğim bir insan ile beraber yaşamak zorunda kaldığımdan çok sıkılıyorum. Bunalıma giriyorum, onu güzel bulmuyorum. Çok .. artık ve aptal buluyorum. Cahil buluyorum. Ondan kurtulmak istiyorum."
İngilizce  kitap okuyan biri, belli  bir eğitim düzeyinin üzerinde olmalı. Önce yazı şeklinden kadın olduğunu düşünüyorum ama bir kadın  birlikte yaşamak zorunda olduğu erkek için "Onu güzel bulmuyorum." demez.  Fakat bunun yanında "Bunalıma giriyorum." kadınların sık kullandığı bir sözdür.
Karar veremedim ama yaşadığı hayattan bunalan, birlikte olduğu kişiden kurtulmak isteyen, bunun için çaba sarfetmek yerine ilginç bir yönteme başvuran biri. Kimdi acaba neydi yaşadıkları?
Bu tür hikayeler hep başkalarının başına gelir, filmlerde olur, filmin kahramanı yazının sahibini aramaya kalkar, bir sürü entrika yaşar diye düşünürdüm.
Ne güzel hikayeler olurdu, ya da ne garip, ne hüzünlü, ne heyecanlı hikayeler.
Şayet yirmi yıl öncesinde olsaydı. Hayatımın sonbaharında, hayatın yorgunluğunda olmasaydım.
Ne demişti İsmet özel; "Vay ki gençtim, ölümle paslanmış buldum sesimi."


20 Eylül 2011 Salı

JUSTIN BIEBER VE BİBER SALÇASI


Bu başlığı koydum  diye genç kızların hayranı olduğu Kanadalı çocuk popçudan bahsedeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
Temel  kahvede sormuş;
-Saridur, asilidur, öter. Bilun bakalum nedur?
Kahvedekiler bir sürü tahminde bulunmuş, hiçbiri bilememiş. Sonunda Temel cevaplamış;
- Hamsidur.
Kahvedekiler şaşkınlıkla sormuş;
- Hamsi sari olurmi?
- Boyadum oni.
- Hamsi asilurmi?
- Astum oni.
- Peki hamsi hiç öter mi?
Temel gülerek;
- Ula uşağum o da şaşırtmacasidur.
Ee.. Baba tarafından Laz olduğumuza göre şaşırtma yaptım bende.

Okulların açılmasıysa anneler bir boşluğa düşerler.
Bütün bir yaz "Tatile çıkmayacak mıyız, havuza gidelim, dışarıya çıkalım,  off çok canım sıkılıyor" sözleri ile ensede boza pişiren çocuklar nihayet okullu olurlar. ilk haftadan sonra evde artık sakin bir hayat başlamış olur.
Bu esnada evin annesi kendine zaman ayıracağına salça, turşu, tarhana gibi bilumum kışlık yiyecekleri yapmak için kolları sıvar. Ben bir hafta bile olmadan başladım işe.
Buyurun size kolayca yapılacak biber salçası tarifi;
Salçalık biberleri yıkayıp içindeki çekirdekleri ayıklayın.
Çabuk pişmesi için dört beş parçaya bölün.
Düdüklü tencereye iki su bardağı su koyarak biberleri ilave edin.
15 dakika kaynatın. 
Pişen biberleri süzgeç yardımı ile tencereden alın. Suyunu boşaltın.
Yumuşamış biberleri el blendırı ile püre haline getirin.
Biberin kabuklarını püreden ayıklamak için ıspatula yardımı ile süzgeçten geçirin. Kabuklar süzgeçte kalacaktır.
Kabukları atın, kalan püreyi tencereye boşaltıp ocakta 15 dakika kaynatın. Biraz tuz ilave edip ateşten alın.
Hazırladığınız kavanozlara sıcak sıcak koyun.
Kavanozları ters çevirip bekletin. Akan kavanozlar varsa kapak iyi değildir kapağı değiştirin.
Serin ve kuru bir yerde muhafaza edin.
Kışın nohut ve kuru fasulye yemeklerinde, kahvaltıda yapacağınız acuka da zevkle yiyeceğinizden eminim.
Afiyet olsun.





19 Eylül 2011 Pazartesi

O DA BİR ŞEY Mİ?


Alev Alatlı demiş ki; Türkiye'de birine bir şey anlattığınızda, daha kötüsü mutlaka bir başkasının başına gelmiştir. Bu sözü duyduğumda o kadar güldüm  ki, neden bu kadar güldüğüme  kendim bile bir anlam veremedim. 
Bu söz bana Cem Yılmaz'ın meşhur "Aynı kaynım" esprisini hatırlattı. 
"Bende fıtık var."
"Aaa benim kaynımda da var, böyle çekme yapıyo evet." 

Hakikaten biri başından geçen üzücü bir olayı anlatsın, biz o sırada anlatılan üzücü olaydan kopar zihnimizde;  "Daha kötü ne olmuştu bildiğim." diyerek kafa yorarız. Bu yüzden "O da bir şey mi?" gibi abuk bir sözümüz bile vardır.
- Şekerim Bayram tatili sırasında çok kötü bir kaza atlattık.
"O da bir şey mi biz dönüş yolunda kaza yaptık."
- Böbreklerimde kum varmış, nasıl ağrıyor sorma.
"O da bir şey mi  bizim Tonguç diyalize giriyor."
- Dün migrenim tuttu az kalsın ağrıdan ölecektim.
" O da bir şey mi, ben baş ağrısından öldüm."
- Yaşıyorsun ya?
"Sen buna yaşamak mı diyorsun?"


15 Eylül 2011 Perşembe

KİMYA


Tek başıma kalmak istediğim günlerden birindeyim. Tanıdık bildik bir çevreden uzakta önümdeki masamda içinde  ince yeşil elma dilimleri , küçük bir portakal parçası, tek bir kırmızı üzüm ve taze nane ile süslenmiş limonatam.  Ortanca tavşanım nane tutkuma takmış vaziyette. "Makarnaya da nane kattın ya pes," diyor. Ama nane bir şekilde hep karşıma çıkıyor, yapacak bir şey yok.
Limonatamdan küçük bir yudum alıyor ve etrafı seyrediyorum.  Etrafta gelen giden insanlar, yan masalarda oturan kızlı erkekli gruplar.
Kimsenin dikdörtgen kafası, kırmızı gözleri, altı tane kolu bacağı yok ama kimse kimseye benzemiyor. Gözlerimi kapatıyorum, kimse tıslamıyor, hırlamıyor, çığlık atmıyor, sadece konuşuyor ama ses tonları farklı. 
Bir anne babanın 9 çocuğu olsa hiç biri diğerinin aynı değil. Bırakın tipleri karakter olarak ta aynı değiller. Asyalı insanları birbirinden ayıramadığımızı düşünürüz. Ama onlar kendilerini başka bir asyalıya benzetmezler. Dünyada hiç bir parmak izinin başka bir parmak iziyle aynı olmadığını biliyoruz.
Her bireyi Allah özel, tek, eşsiz yaratmış.

Karşı masada öğlen yemeğine çıkmış bir gurup genç kız var. Boyunlarında çalıştıkları şirketin kartları.
- Kimyam tutmadı, diyor kızıl saçlı olanı ve konuşmaya devam ediyor. Diğerleri onu dinlerken bir yandan da yemeklerini yiyorlar. Bir tanesine gözüm takılıyor. Önünde kahve fincanı ile oynuyor, arkadaşları yemek yerken o kahve içmekle yetinmiş. Bakışları masadan uzakta, arkadaşının kimyasıyla hiç ilgili değil belli. Oldukça zayıf, hiç güneş görmemiş bembeyaz bir yüz ve uzun saçlar. Arkadaşı konuşmayı kesip; "Ne söyledim biraz önce?" dese cevap verebilecek hali yok gibi. Onları dinlemediğini oturduğum yerden ben bile fark ediyorum.
Bu duyguyu çok iyi bildiğimden kıza karşı derin bir sempati hissediyorum.
Bu duyguyu son zamanlarda pek sık yaşadığımı hatırlıyorum. Özellikle de tanıdığım insanların içinde dalıp gidiyorum uzaklara. 
Neydim, ne oldum, daha ne olacağım?
Tek başıma kalmak istediğim bu günde, önümde limonata bardağı, içinde taze nane yaprakları..

.

13 Eylül 2011 Salı

HERKESİN BİR POPİSİ OLMALI - MI?


Büyük çılgın kızım sabah erken bir saatte okuduğu üniversitenin yurdundan aradı, hüngür hüngür ağlıyor. Kalbim yerinden çıkacak, ne olduğunu soruyorum konuşacak gibi değil. Telefonda bir süre cebelleştikten sonra ağlamasının sebebini öğreniyorum nihayet. Yurt odasında beslediği tavşanı ölmüş. Hem kızıyorum, hem de kendisine bir şey olmadığı için seviniyorum. Bu olayın üzerinden üç yıl geçti ve ben eve bir hayvan almamak için kendi kendime söz vermiştim. Ama küçük tavşanımın doğum gününde "Mısır" isminde hint bülbülü almıştık, bir yıl sonra mısır açık bir camdan uçup gitmişti. Sonda tekrar söz verdim kendime; "Tamam bu sefer son oldu, bir daha bu eve hayvan ancak pişmiş olarak tencerede girebilir." 

Büyük   tavşanım bir yıl boyunca bilgisayarımın ekranına Lop tavşanının resimlerini koyuyor, tavşan resimlerinden albüm yapmış mail olarak yolluyor, tavşanlı tişörtler giyiyor, bütün çabaları beni ikna etmek. Direncim yavaş yavaş kırılmaya başladığında "Katiyen" lerim, "ama" lara dönüştü. Baktı ki yumuşuyorum, sabah işe giderken bile odasını toparlayarak gitmeye, boynuma masajlar yapmaya, etrafımda dolaşmaya başladı. Günde 10 kez halimi hatırımı sormak için arıyor. "Herkesin bir popisi olmalı" diyerek dolaşıyor. Sonunda pes ettim ve pes ettiğimin ertesi günü evimize küçücük ve simsiyah bir yumak geldi. 
Adı "Popi" oldu. kafesinin içinde sessiz sakin bir tavşan. Bir kez izin verip sonra pişman olan bir çok ebeveyn gibi popi için sürekli yasaklar koyuyorum. Bu arada üç yıl önceki tavşan meselesinde beyefendi "Tavşanlar korkak hayvanlardır, çabuk ölürler." dediğinden, bir haftaya kalmaz ölür bu diye ses etmiyorum. Kızlar da uyanık; önceki tavşana yaptıkları gibi buna olur olmaz şeyler yedirmiyorlar. Hele ıslak sebze 6 ay hiç yenmeyecekmiş, hazır yemlerle besliyorlar. Hint bülbülümüz mısırın detone olmuş ötüşlerinden sonra ağzı var dili yok bir hayvan nispeten idare ediyor. Ama büyük tavşanım neredeyse koynunda uyutacak hayvanı. Gece yarısı kafesinde biraz kımıldasın hemen çıkartıp kucağında uyutuyor. Hınzır!
Uyumayı bu kadar seven kızım sanki bebek bakar gibi tavşana bakıyor. Popi de sevildiğinin farkında şımardıkça şımarıyor. Kızım erkek olduğunu söylüyor ama kalçalarını kıvırıp öyle bir yatışı var ki erkek tavşansa cinsel tercihleri hakkında kafası karışık demektir.
Ben ha bugün ölür, ha yarın ölür beklerken aylardır sağlıklı bir şekilde yaşıyor. İlk aldığımızda avucumuzun içine anca sığıyordu. Şimdi kocaman bir şey oldu.
Bu arada büyük tavşanımın popiden dolayı bütün vücudu çiziklerle dolu. Ofisteki arkadaşları; "Tavşanı bilmesek kendini jiletliyorsun sanacağız." diyerek şakalaşıyorlarmış.
Popi aylardır evimizin bir ferdi oldu. O da kızlar da hayatlarından memnun. Beyefendi hoşlanmadığını belli ediyor ama kızları da kıramıyor. İşten geldiğinde "tavşan öldü mü?" diye soruyor. 
Hep birlikte korku içinde "hayııır" diyoruz.

11 Eylül 2011 Pazar

EYLÜL AYI OKUL AYI


Eylül ayı geldi.
Galiba bizde okul telaşı hiç bitmeyecek. Aralıklarla üç kızım olunca bir şekilde okulun kıyısından köşesinden tutunuyoruz.  İki küçükler lisede, en büyüğü üniversiteyi bitirirdi işe başladı diye sevinirken tekrar okuyacağım diye tutturdu. Şimdi de yüksek lisans yapacak. Allahtan  kitap, forma derdimiz olmayacak. Ama okuyorum diye ne kadar kırtasiye malzemesi varsa alacağını biliyorum.
 2002 yılında Amerika'ya ilk kez gittiğinde aldığımız kalemleri bile kullanmadan saklamış.  Sonraki yıllarda gittiği her yerden kalem almış. Tükenmezler hiç kullanmadan tükenmiş. Fakat süslü püslü duruyor kupaların içinde. Öldür allah birini kimseye vermez. Bana mı benzemiş ne?
Okul telaşının en zevklisi kırtasiye alışverişleridir diye düşünüyorum. Çocuklara aldığım defter, kalemi kendime seçermiş gibi özendiğimden özellikle işin bu kısmına bayılıyorum. Onlara kalemler alırken beğendiğim uçlu kalemleri, tükenmezleri de kendime ayırıyorum. Hele bloknotlar alınacaksa değmeyin keyfime.
Okul alışverişlerinin en sıkıntılı tarafı yüklüce bir paranın cebinizden çıkmasıdır. Gerçi artık kitapların büyük kısmını devlet veriyor da biraz hafifliyoruz.Yine de birden fazla çocuğu okuyan aileler için zor bir durum.
Okul alışverişlerinin bir sıkıntılı tarafı daha vardır ki kız anneleri beni çok iyi anlayacaktır. Kız çocukları doğaları itibari ile okulun belirlediği formaları beğenmeme eğilimindedir. Onlara göre "Sibelin okulunun kıyafeti" kendilerinden daha güzedir. Hatta "Berna'ların okulunda hocalar kıyafete takmazlar." Berna ile Sibel'e sorsanız, onlar da başka arkadaşlarının okulu  için aynı şeyi söyleyecektir. Yani ortada birilerinin okul kıyafetleri daha iyi tarzında şehir efsanesi dolaşıp durur. 
 Geçen hafta küçük kızımla birlikte okul kıyafeti almak için belirlenen mağazaya gittim. Küçük tavşanım yol boyunca "Çok bol gömlek istemem, etek çok uzun olursa kısaltırsın değil mi? İlk günden ezik ezik okula gitmeyeyim. "diye söyleniyor. Bense içimden; "Allah bilir şimdi etek ve gömlekler kaç lira olmuştur. Yaz için bir kısa, kış için de iki uzun gömlek almak gerekir. Etekler ütü tutan bir kumaştan olsa bari." diye düşünüyorum. Küçük tavşan gömleği beğeniyor. Pantolon eteğin rengi hoşuna gitmiyor. Boyu için kaç göz yapmakla meşgul. "Bu ne ya" diye konuşuyor. 
 Sonunda kıyafetleri alıp eteği boyunu kısaltması için terziye bırakıyoruz. Neyse ki bu yıl kıyafet derdini bitirdik. Ortanca tavşanım son sınıfa geçtiği için geçtiğimiz yıl alınan kıyafetlerle idare edecek. 
Şimdi çorap konusunda kara kara düşünüyorum. 
Şaşırmayın, ya külotlu naylon çorapların fiyatları hakkında bilginiz yok, ya da üç kızın hemen her gün çorap giyip sık sık kaçırdıklarını düşünemiyorsunuz.
Not: Bir önceki yazımda "İyi fikirler" den çekindiğimi söylemiştim vazgeçtim. Hiç kaçmayan incecik külotlu çoraplar yapmak "İyi fikir" olmaz mıydı?

10 Eylül 2011 Cumartesi

SEN HİÇ MERAK ETME


Biri; "Sen hiç merak etme" dediyse müthiş tırsarım.
Çünkü büyük ihtimalle merak edeceğim bir şey çıkar işin sonunda.
Abim arabamı alır; - Merak etme bir saate getiririm der, iki gün getirmezdi.
Marangozum ; "Merak etme abla bir haftada senin dolap hazır" der, bir aya bile razı olurdum.
Çocuklar; "Merak etme anne" dediklerinde kesin dizleri kanar, başları yarılır kan içinde eve gelirlerdi.
Yardımcılarım bile "Merak etmeyin kırılmaz." dedikleri sevdiğim bir şeyi kırarlardı.
Sonra baktım ki hiç merak etmediklerim hayatımda yerini çok güzel korumuş.  Artık eskisi gibi merak etmiyorum ama merak kelimesinden hala çekiniyorum.

 Birde "Çok iyi fikirler" tedirgin eder beni. Aslanın ceylana saldırmak için pusu kurması sadece aslan için iyi fikirdir. Yoksa ceylan ölmek üzereyken aslana dönüp "Ya helal olsun, oraya saklanıp beni gafil avlaman çok iyi fikirdi." demez.
Şimdi burada toplumsal mesajlar verip; "Ama arabanın icadı ile yolların mesafesi yarıya indi, taşımacılık kolaylaştı, arabanın icadı iyi fikir." diyenler olabilir ama araba kazasında ölenlerin yakınları arabayı icat edene rahmet mi okuyacak?

Yıllar önce izlediğim bir filmde soyguncular bankayı boşalttı ve bir minibüsün arkasına para torbalarını koyup kaçmaya başladılar. Polisin uzun takipleri sonucunda tam polisi atlattıkları anda  araba bir uçurumun kenarında kaldı. Arabanın para dolu olan kısmı uçurum tarafında, adamlar arabanın önünde ve karada terazi gibi duruyorlar. Paraları almak için hareket ettikleri anda araba uçuruma doğru kayıyor. Kendilerini kurtarırlarsa para gidecek, parayı almaya çalışırlarsa denge bozulacak ve arabayla birlikte uçuruma yuvarlanma ihtimalleri var.
Adamlardan biri şöyle diyor; "Çok iyi bir fikrim var."
Sahne burada sona eriyor, arka fonda bir ses; "Bu fikir hiçte iyi değildi."
Öldüler mi?, Hayatları kurtuldu ama parayı mı kaybettiler belli değil. Yıllardır kafamı kurcaladığı için yönetmeni ve senaristi "İyi" niyetlerle anıyorum.

Temel ve arkadaşları kahvede oturmuş memleket meseleleri konuşuyor.
İdris diyor ki; - Bir fikrim var uşaklar. Amerika'ya savaş açalım onlar da bize Atom bombası atsınlar. Japonya gibi kalkınırız.
Dursun; - Benum fikrim daha güzeldur. Avrupaya savaş açalum Almanya gibi yenilelum, aha sana zengin olduk.
Konuşmanın başından beri sessiz duran Temel kafasını sallıyor;
- Ula uşaklar ya savaşi biz kazanursak.. Haçan oni hiç düşünmedunuz.


8 Eylül 2011 Perşembe

ARİFE TARİF


Bazı akşamlar beyefendi ile bir saati geçen yürüyüşler yapıyoruz. Yol boyunca hem muhabbet etme fırsatımız oluyor hem de günün yorgunluğunu atıyoruz. Yine böyle bir yürüyüşümüz esnasında yanımızda lüks bir araba  bir durdu. Önde altmışın üstünde iki adam ve arkada aynı yaşlarda iki kadın. Şoför koltuğundaki adam fabrikasında çalıştığı bir işçiye hitap eder tarzda adres sordu. Sorduğu adres o kadar afaki bir yerdi ki kocaman bir mahalleyi kapsıyordu. Beyefendi de ben de tarif etmeye çalıştık. Adam bir mecbur bizi dinledi, teşekkür etmeden arabayı sürdü.
Araba  uzaklaştığında kendimize geldik. Yahu biz bu adama yolu tarif etmek zorunda mıydık? "Bilmiyoruz" diyebilir ve uzaklaşabilirdik. Belli ki gideceği yeri çok aramış bunalmıştı diyerek teselli bulsak ta kırıldık. 

Sonra böyle bir saygısızlığı kendimin de yaptığını hatırladım. 2002 yılında Amerika'ya gitmek için vize almamız gerekti. Tepebaşı'ndaki ABD konsolosluğu ikiz kulelere yapılan saldırıdan dolayı güvenlik gerekçesi ile Sarıyer'e taşınmıştı. İstinye civarlarında konsolosluğu epey bir aradık. Kime sorsak başka bir yere yönlendiriyor. Sonunda bir taksi şoförüne sordum. Ama o yorgunlukla nasıl  sorduysam adam şöyle dedi;
- Dövseydin bari abla.

Biz yol sorduğunda ters davranan adamı anlamaya çalıştım ama itiraf etmeliyim ki insan  empati yapmak istese de kendisin yapılan  davranışı hoş karşılayamıyor. 
Sonra buna da şükür etmek lazım diye düşündüm. Bize hiç olmazsa asabi bir adam denk gelmişti . Bir arkadaşımın başına gelenler daha kötüydü. Sabah yürüyüşü sırasında yanına bir araba yaklaşıyor, yakınlarda bir yeri soruyor. Arkadaşım da bütün saflığı ile yolu tarif ediyor. Sonra adam teşekkür edeceğine bir de utanmadan ne dese beğenirsiniz?
- İsterseniz gelin birlikte gidelim.





4 Eylül 2011 Pazar

KÜÇÜK DEV KADIN


Bayramın 2. günü babaannemin mezarına gittik.
Erenler kabristanı Sapanca'yı ortadan bölen TEM otoyolunun hemen yanında kaldı. TEM otoyolu yapılırken mezarlığın büyük bir bölümü yola gitti. Ebedi istirahat yapacaklarını düşünen mevtaların kemikleri bulundukları yerden alınıp başka yerlere nakledildi. Babamın ve babaannemin mezarları bu akıbetten 4-5 metre ile kurtuldu. Ama sakin olması düşünülen mezarlık vızır vızır araba sesleri içinde şimdi.
Mezar taşında Refiye Balkaya Şubat 1999 yazıyor. Kocasını bu kadar sevdiği halde onunla aynı mezarlıkta yatmak istemedi. Vasiyeti babasının yanına gömülmekti. Babasının yanında yer mi bulunmadı bilemeyeceğim ama oğlunun  yakınlarına gömdüler. İki kişilik mezar yerinde tek başına.
1.50 santimlik  boy, " Bir o kadar da yerin altında var" derdi büyük babam. Uzun adamın kısa karısı..
1.90 boyuyla büyük babam karşısında sus pus olur, onun evi çekip çevirmesine hatta kendisi ile ilgili kararlarda bile söz sahibi olmasına ses etmezdi.
Şimdi yabani otların özgürlüklerini ilan ettiği, hatta kendi çaplarında bir cumhuriyet kurup annemle gül gibi geçindikleri bahçemizde onun zamanında tek bir fazlalık ot bulunmazdı.
Harry Potter'ın üzerine binip uçtuğu çalı süpürgesi sanırım babaanemin icadıydı. Nereden topladığını bilemediğim çalılardan süpürge yapar, kocaman bir sap geçirir sadece evimizin önünü değil, bütün mahalleyi süpürürdü.
Ne oğulları, ne gelinleri, ne de kızı onun kadar çalışkan oldular.
Ve, fakat ; Canım babaannemin garip huyları da vardı. Evimize gelenlerden dikkatli gözler oda kapılarının tahtalarının kazınmış olduğunu fark ederdi. Sanki yaramaz bir çocuk eline çakıyı almış ve kapının eşiği de dahil olmak üzere her yerden küçük parçalar kopartmış gibi görünürdü kapılarımız. Oysa afacan velet babaannemizdi. Gün aşırı nazara geldiğini söyleyerek tütsü yapardı. Tütsüyü yapmak için evin içinden dışından bilumum tahta parçaları toplar, halı saçaklarından bir tutam, kuru bir yaprak, küçük bir kağıt parçası kopartır, üzerine üzerlik otu koyar,  onları yakarak dumanını önce kendisine
 sonra da bütün eve yayardı.bu duruma  annemin kızgınlığını yazmayayım.
Sayesinde uzun yıllar iğrendiğimden çiğ domates yiyemedim. Tarlamızda yetiştirdiğimiz domatesi ortadan keser nasırına bağlardı, ısırgan otunu ezerek iltihaplı yaralara sürer, gözü parlak olsun diye limon damlatırdı. Çok iyi hatırlıyorum. İlkokula gidiyorum, baktım babaannem her fırsatta gözüne limon damlatıyor. Ne bileyim iyi bir şeydir diye ben de gözüme limon damlatayım dedim, dakikalarca bağırdığımı çırpındığımı hatırlıyorum. Ama evimizdeki en travmatik olaylar Eylül ayı geldiğinde yaşanırdı. Eylülde Sapanca gölünde sülükler çıkar, babaannem onlardan bir kaç tane yakalar, ayağına koluna ağrıyan neresi varsa orasına yapıştırırdı. Annemin feryat figanları kesinlikle fayda etmez, her yıl bu ritüel tekrarlanırdı.
Yeni aldığı bir elbiseyi bir kez söküp farklı şekilde tekrar dikmeden asla giymezdi. Çocukluğumda pazen kumaştan  diktiği sıcacık  pijamaları çok iyi hatırlıyorum.
Göl kenarındaki tarlamızda gördüğü boyunca yılanları gözü kırpmadan öldüren, kocaman köpeklerden korkmayan babaannemin tek bir korkusu vardı yalnız kalmak. Büyük babam öldükten sonra mutlaka birimiz odasında yatardık. Belki de babasının yanında yatma isteği yalnız kalma korkusundandı.
Erenler mezarlığında oğlundan biraz uzakta, babasından, kocasından farklı mezarlarda yabani kiraz ağacının gölgesinde iki kişilik mezarda yatıyor.
Ablam ağlıyor hıçkırıklarla, bense ağlamayı unutalı hayli zaman olduğundan 95 yaşına kadar yaşayabildiği ve son yıllara kadar sağlıklı olduğu için ona hayranlık duyuyorum.
Nur içinde yat küçük dev kadın.

2 Eylül 2011 Cuma

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN


Gece davulcunun sesiyle uyandım. 
"Mustafa amcaa... Metin abii.." diye sesleneceklerini sandım bir an. Oysa  yeni nesil davulcuların değil büyük babamı, abimi bile hatırladığını sanmıyorum.
Sigara böreği, sütlaç, köfte, çorba, pilav.. Annem yine abartmış ama itiraz etmek ne mümkün. Beğenmez gözlerle yüzüme bakıp söyleniyor; "Bu diyet de neyin nesi? Yüzün kaşık kadar kalmış."
Ablam midesinden rahatsız olduğu için oruç tutamıyor. Ama annemin gözünden düşmüş gibi. Ona göre ölsen de oruç tutacaksın. Allahtan iki gün sonra Bayram oldu da ablam annemin konuşmalarından kurtuldu. 
Her yıl olduğu gibi bu yıl da evimizin hemen önündeki belediye hoparlöründen  ölüm, bayramlaşma, yanlış yere park eden arabaların uyarıları da dahil olmak üzere bütün duyuruları son perdeden dinledik. Biz iki kardeş direğe tırmanıp hoparlörü bozma planlarımızı  bu yıl da dillendirdik ama cesaret edemedik. Hele bayramın ilk günü o kadar anons oldu ki bayramlaşmaya gelenlerle doğru dürüst konuşmamız mümkün olmadı. Bayram mesajları belediye başkanı ile başladı, diğer parti ileri gelenleri, il milletvekilleri, eski dönem milletvekilleri,  ile devam etti. 

Annem mahallenin ve ailenin en yaşlısı olarak gördüğü ilgiden mutlu oldu ama "Bahriye teyze biraz kilo almışsın." diyenlere bozularak "Bir şey de yediğim yok." diyerek cevap verdi.
Kırkpınar sahili sadece Sapanca ve yöresinden değil, İstanbul'dan günübirlik gelenlerle de doldu taştı. Kırkpınar'da sahile inen İpek Yolu gençlerin akınına uğramış, yol boyunca uzanan kafelerden müzik ve kahkaha sesleri sokaklara taştı.
Ramazan boyunca oruç tutanlar bayramda yemek işini fazla kaçırmış olmalılar ki kalp spazmı geçirenler, mide rahatsızlığı çekenlerden dolayı ambulanslar tam mesai çalıştı. Bayramlaşmaya gelenlerin bir kısmı bu vesile ile  düğün, sünnet davetiyelerini de   akrabalara dağıttılar. "Gelmezsen küserim." uyarıları yapıldı. Gideceğiz mecburen.
Bayram boyunca günlerimizi balkondaki iki kanepeden birini kapma telaşıyla geçirdik. Kimsenin gelmediği zamanlarda annemle kanepede uzanıp dışarıdan gelen seslerin mırıltısında kısa şekerlemeler yaptık. Ablam ise "Terapi yapıyorum" dediği  yün ile kendisine yelek örmeye başlıyor ama her dafasında beğenmeyip söküyordu. Onun bu "Terapi" uğraşı annemin sinirlerini gerdi, söylendi;
"Söktün, ördün, tekrar söktün yine örüyorsun. Yeter artık ayy bayılıcem şimdi!"