29 Kasım 2010 Pazartesi

ATATÜRK'ÜN BIYIKLARI VE ZEKİ ÇOCUKLAR


"Benim çocuğum çok zeki ama çalışmıyor.Yoksa Müjgan'ın oğlundan daha iyi bir okulu kazanırdı."
Bu sözü mutlaka birilerinden duymuşsunuzdur. Bütün anne babaların gözünde çocukları Albert Einstein gibi zeki ama cevherini gösteremiyor. Einstein de ilkokulda çok tembel bir öğrenciymiş ya örnek  harika.
Yok ya!
Üç çocuk annesi olarak her kesimden ebeveyn  ile farklı dönemlerde bir şekilde bu sözlere rast geldim. Aile çevremde , arkadaş çevremde hep birileri kendi çocuğundan daha başarılı bir çocuk örneği gördüğünde çocuğunu savunmak için bu sözü söylüyor. Hep içimden şöyle demek istedim ama insanları kırmaktan çekindiğim için ses çıkartamadım. Şimdi toplu halde söylüyorum.
"Yahu madem çocuğun çok zeki, o zekası ile çalışmadan bir şey olamayacağını da bilmesi gerekmiyor mu?"

Ev işlerimdeki yardımcımın Amasya yakınlarında bir kasabada  yaşayan yeğeni, aldığı bir iki tane test kitaplarını çözdükten  sonra silip tekrar çözüyormuş. Önce Fen lisesini, sonra da Üniversite sınavlarında Tıp fakültesini kazanmış.
Sapanca'da yaşayan kuzenimin oğlu çok çalışırdı. Önce Sakarya birincisi, sonra da Üniversite sınavlarında ilk 300 kişi arasına girdi.
Arkadaşımın kızı düzenli çalışması ile normal bir Anadolu Lisesinden Türkiye 16'ıncısı olarak Üniversiteyi kazandı. Şimdi Harvard'da doktora yapıyor.
Ortanca kızımın sınıfında çalışkan sayılmayacak bir arkadaşı düzenli çalışarak İstanbul'un  en iyi özel okulunu kazandı.

"Benim çocuğum çok zeki, çalışsa her yeri kazanır."
Arkadaşımın "Kıymet" teyzesi vardı. Öz teyzesi değildi, bir şekilde tanışmışlar, teyze yeğen ilişkisi içinde görüşüyorlardı.
Kıymet teyzenin ağzından dinleyelim.
"Oğlum ile kaynımın oğlu Ali aynı yaştaydılar. Aynı apartmanda bitişik dairelerde oturduğumuz için aynı ilkokula başladılar. Oğlum eve gelip çalışırken ali dışarıda arkadaşları ile oynardı. Okulda aynı notları aldılar. Aynı dershaneye gidip Lise giriş sınavlarına hazırlandılar. Oğlum çok çalışarak, Ali hiç çalışmayarak Anadolu lisesini kazandı. Üniversite sınavlarında oğluma dershanenin haricinde hocalar tuttuk. Ali dershaneye bile doğru gitmedi. Oğlum İktisat fakültesini ucu ucuna kazanırken Ali tıp fakültesini kazandı."
İşte size zeki ama çalışmayan bir çocuğa örnek.
Sevgili ebeveynler kendimizi kandırmayalım.

Yengem oğlunun çok zeki bir çocuk olduğunu ama Sapanca Lisesinde harcandığını düşünüyor, takviye dersler almasını istiyordu.
Ben de işten kalan zamanlarımda  Türkçe dersleri veriyordum. Matematik dersini Sapanca Lisesinden bir hoca veriyordu. O yıllarda hocaların ders vermek için evlere geldiği olmazdı. Matematik hocası amcamın  ricasını kıramamıştı.
Türkçe sınavından bir gün önce kuzenime eş anlamlı ve zıt anlamlı kelimeleri   çalıştırıyorum. Ben ciddi ciddi anlatırken kuzenim  seslendi,
- Selma abla bir şey soracağım?
Konuyla ilgili bir şey soracak düşüncesiyle;
- Sor, dedim.
- Atatürk'ün bıyıkları varmıydı?
..
Kuzenim Ortaokuldan mezun olamadı.

27 Kasım 2010 Cumartesi

BALAYI KOPTU KEMANIN YAYI


Kış iyiden iyiye kendisini göstermesine rağmen yazın sıkça gördüğümüz hafta sonu düğünlerine az da olsa rast geliyoruz. Dışarıdaki havai fişek
gösterilerinden bunu anlamak mümkün.
Bir zamanlar bu gösteriler zenginlik sembolüyken, Bayramda Sapanca'da çingene mahallesinde bile havai fişek gösterisine rast geldim. Artık havai fişeğin sesini duyan başını kaldırıp bakmıyor bile.
Son 4 yıldır toplam 4 kez düğüne gitmiş olmalıyım. Hiç bir eksikliğini çekmiyorum. Geçmiş yıllarda bazen bir gecede iki düğün gezdiğimiz oluyordu onlara  sayıyorum.
Düğün biter herkes evine çekilir. Gelin ve damadı balayı telaşı alır.
Balayı mekanlarının modası vardır ve  her dönem değişiklik gösterir. 

Bizim zamanımızda yaz ise  Akdeniz'e, kışsa kaplıca otellerine gidilirdi. Kayak falan bilinmezdi pek.
Biraz parası olanlar Paris veya Venediği tercih ederlerdi. Balayına gitmek düğünden daha prestijli görünürdü. 
Bazen Balayında gelin veya damat olmayacak bir konuda  bir arıza  çıkarır kavgalı dönerlerdi. Yazın gidilen balayında eşlerden biri ikinci dereceden güneş yanığı ile geçirirdi birkaç günü. 
Ya da ebeveynler; "Evinizin suyu mu çıktı. Balayına gideceğinize beyaz eşyaların taksitini ödeyin." diyerek azarlardı.

Peki bu "Balayı" sözü nereden geliyor?
Cem Yılmaz'ın AROG  filminde eşine seslenerek literatürümüze kazandırdığı "Balım" hitabı değildir herhalde. Cem Yılmaz  Sevdiklerimize söylediğimiz "Tatlım" sözünün Yabancı filmlerde "Honey" olarak söylenmesini dillendiriyordur.
...
Babil'de M.Ö. 2000 yıllarında düğünlerde geleneksel içki baldan yapılan şarapmış.. Bu Şaraba "Arı Şarabı" denirmiş. Düğünden sonra gelinin babasının  bir ay boyunca damada   içebileceği kadar "Arı Şarabı" hediye etmesi adetmiş. Hatta Hun İmparatoru Atilla'nın Çok fazla bal şarabı içtiği için düğününden iki gün sonra durdurulamayan burun kanaması geçirdiği ve öldüğü rivayet edilir. "Balayı" kelimesinin buradan çıktığı söylenir.

Şimdi balayı denince akla ilk gelen yer Maldivler. Gidebilecek olanlar da rüyasında bile göremeyecek olanlar da Maldivler'i tanıyor.
Eskişehir'in komşu illeri hangileridir? diye sorsanız bilmeyecek olan gençler gitmemiş olsalar da Maldivler'i ve her daim popüler olan Paris'i  biliyor.
Hatta bazıları ev eşyalarından feragat edip balayına çıkmayı tercih ediyor.
İyi mi yapıyor?
İyi yapıyor.
Balayı insanın hayatında hiç unutamayacağı çok güzel bir deneyim. Yaşanması gerekir.
Bekarlar sözüm sizlere; Maldivlere, Paris'e, Venedik'e gitmek zorunda
 değilsiniz. İsterse oturacağınız evden 10 kilometre uzakta olsun.
Üç günlüğüne bile olsa balayına gidin. 
Ama şarabı fazla kaçırmayın!

25 Kasım 2010 Perşembe

REKLAMLAR


Bolu'nun bir ilçesinde yerel kıyafetler içinde tahta kaşık yapan bir usta ile konuşuyor sunucu kız.
- Kaşıkçılıktan başka bir iş yapıyormusunuz?
- Söylemesi ayıp on yıl muhtarlık yaptım. Bağkur emeklisiyim bir hobim var ama reklama girer mi bilmiyorum.
Sunucu biraz düşünüyor reklama girecek ne söyleyebilir diye;
- Neymiş hobininiz?
- Ceviz fidancılığı yapıyorum. Ceviz ağacı yetiştiriyorum yani.
Kız gülerek; - Merak etmeyin reklama girmez. diyor.

Reklama ne kadar meraklı bir milletiz.
Bir zamanlar "Bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor.." ve "Söndür şu kaloriferi kapıcı pişiyoruz." gibi reklamları çıksa da izlesek diye  beklerken, şimdi izlediğimiz bir programa reklam girdiğinde kanalı değiştiriyoruz.
Bir ara bu yöntem iyi işlese de bize reklam izletmeyi kafalarına koyan reklamcılar, reklamları hemen her kanalda aynı anda koymaya başladılar. 
Televizyon kapadın dışarıya çıktın. Bir binada duvar boydan boya gazete reklamı, yolda belediye otobüsleri elbise gibi reklam giymiş, duraklarda makarna reklamı iştah açıyor, elektrik direklerinde sallanan sigorta şirketi reklamı, Çikolata markası reklamları günaha davet eder gibi kışkırtıcı, dört yol ağzında bir adam, önünde ve arkasında pankart tarzı giysi ile inşaat şirketinin reklamını yapıyor.
Velhasıl, kaşık ustası yetiştirdiği ceviz ağacının reklama gireceğini neden düşünmesin. Ceviz, fındık, fıstık reklamları o kadar çok ki!
Bir yerde okumuştum; Reklam insana ihtiyacı olmadığı halde bir şeyleri sanın aldırma sanatıdır.
Sanatmıdır bilemem ama bir markete gittiğimizde bir deterjan alacağımızı  farz edelim. Fiyatlar aynıysa ister istemez televizyonda reklamı olanı almak istiyoruz.
İstesek te istemesek te reklam hayatımızın bir parçası.

Galata Köprüsünü başında bir bahar günü kör bir adam  dilencilik yapıyormuş.
Önündeki tabelada DOĞUŞTAN KÖR yazıyormuş.
Bir reklamcı oradan geçerken bakmış ki herkes dilencinin önünden geçip gidiyor para vermiyor. Hemen tabelayı almış. Üzerine bir şeyler yazarak yerine koymuş. Yazıyı gören herkes dilencinin çanağına para atmaya başlamış. Kısa sürede dilencinin önü para ile dolmuş.
Dilenci hem şaşkın hem mutlu sormuş;
- Oraya ne yazdın da bu kadar para verdiler?
- GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ AMA  BEN BAHARI GÖREMİYORUM.
Reklam bu olsa gerek.

Boyadılar kocaman duvarı
Rengarenk yazılarla doldurdular
Elinde gazoz şişesiyle
Bir de gülen kız çizdiler
Ağzı bir karış açık.

Oysa duvarın dibinde 
Ağlıyordu sarmaşık.
   Sunay Akın.

24 Kasım 2010 Çarşamba

BÖYLE ZULÜM GÖRMEDİM


Cumhuriyetin ilk yıllarında batılılaşma adına Anadolu'ya opera götürme fikri doğmuş. İlk olarak Sivas'ta bir salon hazırlanmış. Devlet ne yapıyorsa doğrudur, karşı gelinmez mantığı ile zarla, zorla halkı toplamış opera dinletmişler.  Operanın sonunda halka  fikirleri sorulunca,  4 saat opera dinleyen vatandaş cevap vermiş "Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi."
Bunu nereye bağlayacağımı merak ediyorsunuz değil mi?
Takipçilerim bilir yakın bir zamanda "Ye, Dua et, Sev" diye bir filmden bahsetmiş yazar hakkında "İyi" niyetlerimi anlatmıştım.
Benim kızlar ya okuduğumu yanlış anladı ya da bana zulüm etmek istiyorlar.
Hepsi cin gibi maşallah yanlış anlama olanakları yok. İçten içe  bana garezleri var bunların. 

Küçük kızımı bu yazdıklarımın dışında tutuyorum ne Blogumu okuyor ne de yukarıda yazdıklarımdan haberi var.
Ortanca kızım her ne kadar "Melek" betimlemesine uyuyorsa da çekmecelerine yazdığım "Bu kıyafetlerin dağınıklığı hoşuna gidiyor mu?" notlarından bezmiş olsa gerek ablasının intikamına memnuniyetle ortak olmuş.
Büyük ve çılgın kızıma haftanın yaklaşık 5 günü odası ile ilgili yorumlar yapıyorum, zamanını bekledi taşı gediğine oturttu. Bana karşı gelmektense bir kitap alayım intikamın en acısını göstereyim diye düşünmüş anlaşılan.
Kitap daha sıcağı sıcağına kitapçılarda yerini alırken alıp elime tutuşturmalarının başka bir mantığı olamaz.
Gerçi büyük çılgın, böyle şeylere alışık. New York'ta  Harry Potter'ın  kitabının ilk alıcılarından olmak  için sabaha kadar kitapçının önünde beklemişliği vardır.

"Ye Dua et, Evlen"
Elizabeth Gilbert kendi hayatını yazdığı "Ye , Dua et, Sev" kitabı çok satınca, filmi de çok tutunca işi yarım bırakmamış mutlu sonla bitirdiği ilk kitaptan sonra sevdiği adamla nasıl evlendiğini anlatıyor. Konu Amerikan vatandaşı olmayanların  belli bir süre sonunda sınır dışı edilmesi, dolayısı ile  yazarımızın sevdiği adamla evlenmek zorunda kalması olarak özetlenebilir. 
Yazar bu evlilik macerasında nikah memurundan, sınır polisine kadar herkese tek tek teşekkür edeceğine  kitap yazayım hem para kazanır hemde topluca teşekkür ederim mantığı ile hareket etmiş. Yakında filmi de çekilecektir eminim. 4 yıldır Sağlık ve Yaşam Dergisinde Kültür Sanat yazıları yazan biri olarak bir temennide bulunayım Julia Roberts'e partner olarak seçtikleri Javier Bardem umarım değişir. Yakışmamışlar.
...
Şimdi ben bu kitap için iyi mi kötü mü  yazdım?
Elizabet Gilbert hızını alamayıp "Ye , Dua et, Çocuk yap" diye bir kitap yazsa benim kızlar onu da alır mı?
Kızlara daha mı iyi davransam?
Korkuyorum...

ÖĞRETMENLER GÜNÜ


İlkokul öğretmeninin ismini hatırlamayanınız var mı?
Çok fazla okul değiştirmediyseniz hemen hepiniz hatırlıyorsunuzdur.
İlkokul öğretmenim Sevgi İnce aynı zamanda mahallemizden komşumuzdu. 
Çok güzel giyinen bekar genç bir kızdı. Gerçi o zamanlar kendi yaşımın küçüklüğünden ben onu çok yaşlı düşünüyordum fakat ilk öğretmenlik mesleğine bizimle başladığına göre yirmili yaşlarda olmalıydı.
Eskiden öğretmenlere daha mı iyi maaş veriyorlardı bilemiyorum ama çok güzel giyindiğini hatırlıyorum. Aslında okuldaki bütün bayan öğretmenler güzel giyinirdi.
Alaçam ilkokulunun iki güzel öğretmeni vardı. Pınar öğretmen ve Sevgi öğretmen. 
Biz şanslıydık.  Genç ve hevesli bir öğretmenden eğitim aldık. Ablam ve ağabeyim ile aynı okuldaydık. Benim ilkokula başladığım yıl ablam son sınıftaydı. 

Bir gün teneffüste bir iki arkadaşının yanında ağladığını gördüm. Nedenini sorduğumda öğretmenlerinin cetvel ile ellerine vurduğunu söyledi. Elleri kıpkırmızıydı. Böyle bir olay yaşamadığım için dehşete düşmüştüm. Tahtadaki yazıyı okuyamamış. Buna benzer cezalandırma yöntemlerini sık sık duydum okul yıllarımda.
Birkaç yıl sonra ablamın ileri derecede miyop olduğunu anladık. Şimdi kızlarımdan biliyorum. Gözlüksüz tahtadaki yazıları görmesi mümkün değilmiş. Okuldan soğumuştu çok okumadı. Oysa üniversiteyi rahatlıkla okuyabilirdi.
Ağabeyim yaramaz bir öğrenciydi. İlkokulda bir kaç yıl kaldı. O yüzden aynı dönemlerde okuduk. 

Bir gün öğretmeni beni sınıfımdan çağırdı. Ağabeyimin sınıfına gittim. Ağabeyim tahtanın yanında başı önde duruyordu.
Öğretmen sordu; 
-Akşam sizin sokakta  elektrikler mi kesikti? Ağabeyin ödevini yapamamış.
 Ağabeyim gözümün içine bakıyor, okul çıkışı dayak yeme ihtimalim var. Dahası çantasını da bana taşıtıyor. Yandık.
- Hayır elektrikler kesik değildi, dedim.
Sınıfıma geri döndüm. 
Okul çıkışı ağabeyim beni bekliyor ama bağırmadı, çantasını da taşıtmadı. 
Öğretmen tembih etmiş. " Yarın kardeşini tekrar çağıracağım şayet kızı hırpalarsan vay haline" diye.

Çevremizde bir haksızlık olduğunda aslan kesilen,  otobüste ayakta yaşlı biri varken yer vermeyen gençlere ayar veren, herhangi bir sırada düzeni bozan birine haddini bildiren bir teyze, amca varsa muhtemelen öğretmendir.
Öğretmenler günü tüm öğretmenlere ve öğretmeyi sevenlere kutlu olsun.

Bu vesile ile size bir film tavsiye edeceğim.
"İki Dil Bir Bavul."
2008 yapımı filmde yeni mezun bir öğretmenin Şanlıurfa'nın Siverek ilçesine bağlı Demirci köyünde geçirdiği  ve Türkçeyi doğru dürüst bilmeyen çocuklarla yaşadığı bir yılı anlatıyor.
Film Altın Portakal en iyi film ödülü, Ortadoğunun en iyi filmi ödülü, Altın Boğa ödülü, Altın Koza ödülü alınca Bayındırlık ve İskan  bakanlığı da filme ödül vermiş. Dikkat ettiyseniz  Kültür Bakanlığı  değil.
"En iyi müzik ödülü."
Yönetmenler Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan anlatıyor,
" Bakanlığı aradık bu ödülde bir yanlışlık olmasın diye. Yok doğru dediler. Ama bizim filmde hiç müzik yoktu ki!"

23 Kasım 2010 Salı

DEVENİN ÖNDE GİDENİ


 Ankara'dan ablam aradı.
"Çok garip bir rüya gördüm. Enişten de dinlemedi sana anlatayım." diyerek.
Temizliği takıntı haline getiren biri ne rüya görebilir ki? Olsa olsa üzerine kedi atıyorlardır, başına kuş konmuştur, sokaktaki çöp tenekesine çarpmıştır diye düşünürken; "Halam ve eniştem 4 eşekle Sapanca'daki eve gelmişlerdi" dedi.
Haydaa..
Anlattı, anlattı belli ki bir yorum bekliyor. 
Zaten eşinden de yorum alamamış. O anlatırken "Rüyada eşek görmek" yazarak Google'a girdim. ( Şimdi diyeceksiniz ki; Senin bilgisayarın hiç kapanmaz mı? İnanın tam bilgisayarı yeni açmıştım aradı. Yoksa ne içim olur benim bilgisayarla! )

Ablamı dinlerken bir yandan da tabirleri okuyorum ama kafam karıştı. 
Bir tabirde; Rüyada eşek görmek yabancı bir ülkeye gideceğiniz anlamındadır demiş. ( Bayramı yurt dışında geçirenler rüyalarında eşek görmüşler kesin.)
Başka bir tabir; Çok eşek görmek mal çokluğuna ve baht açıklığına işaretmiş.(Ablan 4 tane görmüş, Çoktan kasıt ne, bir düzine mi, yoksa 4 çoka giriyor mu?)

Rüyada eşek görmek; Mal, Mutluluk, İzzet, İkbal, Kadın getirirmiş.( Nasıl yani, bir  kadın rüyasında eşek gördüyse neden kadın istesin?) 
Bindiğiniz eşeğin anırdığını görmek eşinizin kötü biri olduğuna.
Rüyada anıran eşek değersiz birinden azar işiteceğinize işaretmiş.
Yorumların bazıları gerçekten acımasız.
Yaban eşeklerinin yanınızdan kaçıştığını gördüyseniz dindar insanların yanından ayrılıp kötü yola düşecekmişsiniz. ( Ben demiyorum tabirin yalancısıyım.)
Eşekten düştüğünüzü gördüyseniz yandınız. Aynen şöyle diyor yorum sitesi "Fakirleşeceksiniz."
Daha da kötüsü eşeğinizi düşmüş görürseniz işin sonu "Ölüm."
Siz en iyisi eşek falan görmeyin.
Hatta hiç rüya görmeyin.

Ablam rüyasını anlattı. 
Bu yorumların hiçbirini okumadım.
Şaka yaptım. "Bir yerin açık kalmış galiba."
Kızdı..

CAMEL-DEVE-HAMAL


Deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?"
"Nerem doğru ki" demiş.
Şimdi bunu niye yazdım.
Çineli Deve Güreşi Sevenler Derneği, 2010 yılında İzmir -Germencik, Denizli-Buldan, Bodrum-Kemalpaşa'da olacak güreş takvimini vermiş.
Basında bundan bir önceki deve haberi Türk Hava Yollarının uçak satışını kutlamak için  apronda  deve kurban etmesi   olunca ister istemez bütün deve haberleri dikkatimizi çekiyor.
Hayatımızda devenin ne kadar çok yeri var  farkında mısınız?
Yabancıların hala develere bindiğimizi düşünmelerine kızıyoruz ama; Yazın hangi sahile gittiniz de kocaman adamların birbirlerinin sırtında deve güreşi yaptığını görmediniz?

Biri bir şeyleri abartır, "Yok deve" deriz.
Çok fazla alışveriş  yapıldığında "Deve yüküyle para verdim" terimi kullanırız.
Bir de nedense gariban hayvanı illaki hendekten atlatacağız. Atlamazsa "İşte hendek işte deve" diyerek şarkı söyleyeceğiz.
Deve tüyü palto almak hemen herkesin istediği bir şeydir. Şimdilerde yasaklardan dolayı pek rağbet görmese de Camel (Deve) sigara içmek bir zamanlar pek havalıydı.

İngilizce Camel  sami dilinde hamel'den gelir yani yük taşıyan "Hamal" anlamındaymış.
 Deve müzik kulağı iyi olan bir hayvanmış. Güzel bir müzikte sessizce dinlerken, rahatsız edici bir müzikte kafasını çevirirmiş.
Babaannem çok kısa boylu bir kadındı rahmetli. Büyük babam ise 1.90 boyu ile onun neredeyse iki katıydı. Babaannem boyunun kısalığı ile ilgili bir şey dediklerinde kızar, "Devede de boy var ama eşek önden gidiyor." derdi.
Birilerine kızdığımızda ona "Eşek" demektense "Devenin önde gideni" diyerek dolaylı anlatırız. 

Deveyi avam bir hayvan olarak düşünmeyin. En itibarlı araba yarışlarından biri onun adıyla anılır." Camel Trophy."
Onunla ilgili bir çok deyim ve atasözü duymuşsunuzdur fakat yıllar önce İsmet İnünü'nün Türkiye gerçeği üzerine söylediği deve benzetmesinin  hala
geçerliliğini koruması ilginç değil mi?
"Hiç bir şey için aşırı endişe etmeyin. Bakarsınız yarın ya deve, ya deveci, ya da üstündeki hacı ölebilir " 

22 Kasım 2010 Pazartesi

ÇAKRA


"Kış günü kırık cam kenarında oturursanız üşürsünüz, çünkü sıcaklık oradan kaçıp gitmiştir. Auramızda bir delik varsa Çakralar da oradan kaçar."
Konuşmanın tam burasında kumandayı elimden bıraktım.
Ütü yaparken DVD izlerim genelde. Fakat ütü az, iki saat film izleyecek zamanım yok. Televizyonu açtım. Evlenme, barışma, kaçırılma, sağlık programlarına alternatif olarak hazırlandığını tahmin ettiğim bir programa rast geldim. Güzel sunucu Biyoenerji uzmanı olduğunu söylediği beyefendi ile sohbet ediyor. Biyoenerji uzmanı; "Auralar ve Çakralar bedenimizi nasıl etkiliyor?" diye soruyor ve sunucunun bir şey demesine fırsat vermeden kendi cevaplıyor.
"Çakralarımızı açarak hastalıkları önlemek mümkün."

Uzman anlatıyor, hayatını bale ile kazanan bir bey ve sunucu hayranlıkla dinliyorlar. Çakra ve Aura ne demek diye sorarlar diye bekledim sormadılar. Ya biliyorlar, ya da cahil durumuna düşmemek için sormuyorlar. Dayanamadım ütüyü bırakıp Google'da aradım.
Çakra için 63 bin, Aura için 77 bin sonuç çıktı. Buradan anlaşılıyor ki Aura daha kıymetli bir şey.
Aura: En basit tabirle vücudu çevreleyen enerji alanıymış.
Çakra; Hint felsefesinde ve bazı Asya kültürlerinde insan vücudunda bulunan biyofiziksel enerjinin bağlantı noktası olarak adlandırılmış. Sankskritçe'de "Tekerlek"anlamına geliyormuş. Neden sanskritçe diye sormayın, hele Sanskritçeyi kim kullanır diye hiç sormayın. Çakra ve Aura'ya yeteri kadar bulaştık daha derinlere inmeyelim ve devam edelim.
Yoga yoluyla içimizde bulunan pozitif çakraları açmak mümkünmüş.
Hah tam burada sevdim bu konuyu. Çünkü yoga yapan kişilere Yogi deniyormuş.
Ne sevimli değilmi? 
Benim jenerasyonum çok iyi bilir. Şimdiki jenerasyon da bizden hatırlar. Çizgi film kahramanı Ayı Yogi vardı. İşi gücü bal yemekti. Kocaman biraz aptal bir ayıydı.

Biyoenerji uzmanı anlattıkça geçmişe döndüm.
Yıllar önce amcalarımdan biri felç geçirmiş, uzun bir tedavi sonucunda bastonla gezer hale gelmişti. Henüz ellili yaşlarda zar zor yürüyordu. Nereden duydularsa Rahmetli Cenk Koray'ın elleriyle hastaları iyileştirdiğini duymuş, araya hatırlı kişileri sokarak ondan bir randevu almış. Yengem ile birlikte Cenk Koray'ın evine gelmişler. Amcam Cenk Koray'ı görünce başlamış gülmeye. Ama ne gülme, susturabilene aşk olsun. Koskoca adam gülme krizine girmiş. Cenk Koray; "Biraz dolaşıp sakinleşin öyle gelin." demiş. Amcam dışarıya çıktığında gülmesi kesilmiş. Tekrar içeriye girdiğinde katıla katıla gülmeye başlamış ve susmuyor. Bu dışarıya çıkıp içeriye girmeler bir kaç kez tekrarlanmış.
Sonunda Cenk Koray amcamı evden kovmuş. 

Cenk Koray ve amcam birbirini takip eden zamanlarda öldüler. Allah rahmet eylesin. Belki orada tekrar yolları kesişmiş gülmeden konuşabilmişlerdir.
Yıllar sonra Elleri ile hasta iyileştirdiği söylenen Cenk Koray'ın gece sarhoş geldi diye attığı tokat yüzünden oğlunun başını cama çarparak öldüğünü öğrendim.
..
Biyoenerji uzmanı yeni yazdığı kitabı göstererek anlatıyor. 
"Dans ederek de çakralarınızı açabilirsiniz."



20 Kasım 2010 Cumartesi

GECİKEN PASTIRMA YAZI VE BAYRAM


Kurban Bayramı 9 gün olunca eskiden yaptığımız yurt dışı gezileri, Kıbrıs, Kaplıca, Kültür gezilerinin aksine birkaç yıldır yaptığımız gibi anne ziyareti yaptık.
Yazın tadına doyulmaz köy evleri, kışın bütün cazibiyetini yitirir. Sobalı bir evde yaşayanınız oldu mu bilmiyorum.
Bir odada soba yanar, kavurur. Diğer odalar Sibirya'dan biraz hallicedir. Banyo ile aranıza biraz mesafe koymanız gerekir çünkü banyodan sobalı odaya gidene kadar zatürre olma ihtimaliniz çoktur. 
Sobaya belli aralıklarla odun veya kömür atma seremonilerini kaçırırsanız soba söner yakması epey bir zaman alır. Çok rüzgarlı kış günlerinde muhtemelen baca tüter. İçeride dumandan göz gözü görmez. Yağmur yağsa köy evlerinin akma ihtimali kuvvetlidir. Daha önce bahsettiğim Kazım usta "Bu başa bu traş" diyerek baştan savma iş yapmıştır. O kızgınlıkla Kazım usta "Güzel" temennilerle anılır.
Ne kadar geç yatarsam yatayım Sapanca'da erken kalkmayı seviyorum. Şayet ablam varsa sabah yürüyüşleri yapar, annem de dahil bir çok kişiyi çekiştiririz.
Bu bayram ablam gelmedi, biz de annemle onu çekiştirdik. "Bu kız da Bayram seyran bilmiyor. Bi Ankara'dan gelemedi"

Otuz yıldır görmediğim bir arkadaşımı görmek nasip oldu bu Bayram. O da beni merak eder dururmuş.  Çok genç yaşta sevdiği gençle evlendi ve polis olan eşi ile kasabadan ayrılmıştı. Yıllar sonra emekli olup memlekete geri dönmüşler. Telefonlarımızı aldık. tekrar buluşmaya söz verdik.
Bir akşam teyzemi ziyarete gittik. iki yıldır görmediğim teyzemin kızı da oradaydı. Kuzenimin birazdan anlatacağım ilginç bir özelliği var.
Muhabbet esnasında "Ortaokuldan arkadaşım Nuriye ile 30 yıl sonra ilk kez tekrar bulduk birbirimizi" dedim.
Gayet sakin şöyle bir soru sordu;
"Nuriye Çalışkan değilmiydi o?"
Hayretten ağzım bir karış açılmıştı. Nuriye ile aynı mahallede olmadılar, aynı okulda okumadılar, aynı yaşta değillerdi. O da Nuriye gibi erken yaşta evlenip Bursa'ya yerleşmiş, senede üç beş kez memlekete geliyordu.
Yıllar önce bir şekilde benden adını duymuş, ve unutmamış. 
İşin garibi ben Nuriye'nin soyadını unutmuş, muhabbetimiz sırasında sormuştum.
Ben unutmuşum o hatırlıyor iyi mi?
O hafızada neler olduğunu varın siz tahmin edin?

17 Kasım 2010 Çarşamba

TATLI TOSTLAR


Tatlı bir şeyler yemek istiyorsunuz ama hemen yapılacak şeyler olsun diyorsanız;
Buyurun size pratik birkaç tatlı tarifi;
Ballı Kaşarlı Tost
Dilimlenmiş tost ekmeği, biraz bal, birkaç dilim kaşar peyniri,  tereyağı.
Tost ekmeğinin üzerine kaşar peyniri dilimlerini dizin, üzerlerine biraz bal gezdirip bir tutam toz şeker serpin. Ekmeği tost gibi kapatıp bastırın. Teflon tavada kızdırdığınız tereyağında iki tarafı  pembe olana kadar kızartın.
Üzerine pudra şekeri serperek sıcak servis yapın.

Çikolatalı Tost
Tost ekmeği ( mümkünse tahıllı), isteğe göre sütlü veya bitter çikolata( Bitter önerilir), blender ile toz haline getirilmiş birkaç tane bisküvi, bir çırpılmış yumurta, susam veya dövülmüş fındık.
Tost ekmeğine çikolata parçalarını dizin, üzerini diğer dilim ile kapatıp önce yumurtaya, sonra susam, fındık ve bisküvi tozuna bulayın. Kızdırılmış tereyağında kızartın. Sıcak servis yapın.

Waffle ( 4 Kişilik)
Bunları yapacağıma Waffle yaparım aynı şey diyorsanız işte basit bir tarif.
2 yumurta, 1.5 su bardağı süt, 3 çorba kaşığı sıvı yağ, yarım paket kabartma tozu, alabildiği kadar un.
Malzemeyi karıştırıp boza kıvamı haline getirin.
Wafle makineniz varsa iyice kızdırıp kepçe ile içine dökün, kızarmasını bekleyin. Şayet Waffle makineniz yoksa teflon tavayı hafif yağlayıp malzemeyi dökün, iyice piştiğine emin olunca ıspatula yardımı ile arkasını çevirerek kızartın.
Üzerine kakaolu fındık kreması, zevkinize göre ceviz, muz, çilek veya mevsim meyveleri ile süsleyerek servis yapın.
Afiyet olsun

16 Kasım 2010 Salı

CAN HAVLİ


Bayram için İspanya'ya gidenler boş yere zahmet etmişler. 
Buradaki görüntüler boğa güreşlerini aratmıyor.
Bütün televizyon kanallarındaki haberlerde, sahibinin elinden kurtulan onlarca dana uzun koşuşturmalar sonunda ya yol ortasında ya da yakalandığı yerde kesildi. Kanlar, etler her ne kadar  buzlanarak gösterilse de bırakın çocukları bizleri bile dehşete düşürdü.
Caddelerde danalar önde "danaya giren" sahipleri arkada bir koşuşturma yaşanmış ki sormayın. Sonra başka bir sahnede roller değişiyor dana kendisini kovalayanları önüne katmış koşturuyor.
Bir talihsiz dana can havliyle inşaat çukuruna, biri boğaz köprüsüne, biri insanların arasına dalmış. Fakat en azimlisi Çanakkale'den çıkmış.
Yaklaşık 3 kilometre kaçtıktan sonra bakmış ki peşini bırakan yok atmış kendini denize. Yüze yüze epey bir gittikten sonra yorulup kıyıya çıkmış. Zavallının nefeslenmesine fırsat vermeden çökmüşler boğazına.
Bu yıl Yurt dışından ithal ettiğimiz Anguslar yerli danalar gibi  kaderci değil. "Nasıl olsa öleceğiz ama bir ikisini de biz benzetelim" düşüncesiyle sahibini  boynuzunun altına aldığı gibi yere fırlatıyor ama kasaptan daha vicdanlı olmalı ki işi uzatmayıp yere düşen adamı bırakıyor. 
Muhabir adama soruyor;
- Ne oldu?
- Boğayı yatıralım derken kalktı, o bizi yatırdı.
Bir kanalın muhabiri kaçan danaları haber yapayım derken  dana tarafından kovalanıyor. Muhabir azimli işin ucunu bırakmıyor. 
ODTÜ ormanlarına dalan danayı su ile kandırmaya çalışıyorlar, etrafını sarıyorlar, kement atıyorlar. Belediyenin veterineri bayram izninde olduğu için ilaçlı tabanca bulunamıyor. ODTÜ'nün ormanında gezinen dana "Bu işler  eğitimle olur" düşüncesinden vaz geçip pes ediyor.

Bu arada her yıl olduğu gibi bu yıl da acil servisler acemi kasaplar yüzünden doldu taştı. Ben yazımı yazarken  yaralanma vakaları  3 bini geçmişti.
Elinden yaralanan adama muhabir soruyor;
- Geçmiş olsun nasıl oldu?
- Kesime başlayınca normalde bıçağı kaçırdım.
- Peki normalde siz kasap mısınız?
- Yoo değilim.
- ?
...

15 Kasım 2010 Pazartesi

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN


Hiç düşündünüz mü hangi ülkelerde bayram mesajları oluyordur?
Mesela Bir Amerikalı şükran gününü kutlarken yakın arkadaşına veya aile fertlerine; "Şükran gününüzü kutlar hayırlara vesile olmasını dilerim." der mİ?
Yoksa bir İngiliz," Noelinizi kutlar esenlikler dilerim." diye SMS atar mı tanıdıklarına.
Valla ben hiç duymadım. 

Kurban bayramı arifesinde yaptığımız mesaj trafiği ile ilgili operatörlerin cebine hallice kaynak akıttığımızı düşünüyorum. O operatörler de kazandıkları ekstra parayla ne kadar ünlü varsa onlarla reklam filmi çektirip, ünlümüzün yeni bir Ferrari almasına veya Avrupa da gardırobunu yenilemesi  gibi  ulvi bir amaca  vesile oluyorlar.
Ne oldu? kazandıkları para ile konuşmaların dakikalarını daha makul bir seviyeye çekeceklerini, ya da tarifelerin ücretini düşüreceklerini sanmıyordunuz değil mi?
Paralıdan alıp parasıza verme hikayesi Robin Hoot filmlerinde kaldı bilesiniz.
"Para Parayı çeker" sözü bize ait değil mi?

Bayram mesajları en sevdiğimiz uğraşılardan biridir.
Telefonumuzun rehberini açar yazdığımız tek bir mesajı herkese yollarız. 
"Bayramınızı en içten dileklerimle kutlar, mutlu, sağlıklı nice bayramlar dilerim." Bu yazdığım ortalama bayram mesajı patronunuza da çok samimi arkadaşınıza da gidebilir.

Birkaç yıl önce avukat olan bekar bir arkadaşım buna benzer mesajı rehberindeki herkese yollamış. Tatil için Antalya'ya gidecek. Havaalanında check in sırasında telefonu çalmış. Karşı taraftaki kadın,  "Sen kim oluyorsun da benim kocama mesaj atıyorsun" diyerek hakaretler etmeye başlamış.  Arkadaşım önce ne olduğunu anlayamamış. 
" Kusura bakmayın ben tek bir mesaj yazdım ve onu herkese yolladım. Herhangi birine özel bir şey yazmadım" demiş ve sormuş "Sizin eşiniz kim ben çıkaramadım?"
Kadının verdiği cevapla arkadaşım neredeyse yere yıkılıyormuş.
Kadının kocası Avukat arkadaşımın iş hanında çalışan 60 yaşlarındaki gece bekçisiymiş.
...
Bayramınız kutlu olsun.

14 Kasım 2010 Pazar

BUDUR


Tamam biliyorum çok fazla kafanızı karıştırdım, bir istikrar tutturamadım ama deneme yanılma metoduyla yolumu bulmaya çalışıyorum.
Blogumu her açtığınızda farklı renkler ve kombinasyonlarla karşılaşıyorsunuz ama söz bu son olacak. 
Aslında ayran gönüllü değilim, daha önce de yazmıştım her şeyden çabuk vazgeçmem ama daha önceki blog şablonlarım bir türlü içime sinmemişti.
Biraz soft, biraz da sevimli bir şeyler olsun istedim. 
Galiba oldu.
Blogumu ilk yazdığım aylarda bir teşekkür yazmıştım, tekrarlamayacağım dedim ama sizinle paylaşmak istediğim bir şeyler var. 
Artık blogumda reklamlar göreceksiniz, şaşırmayın.
Ben daha şaşkınım çünkü uzun zamandır bakmadığım istatistik sayfasında Amerika, Hollanda, Almanya, Bulgaristan ve Azarbeycan'dan okurlarım olduğunu görmek müthiş mutlu etti.

"Men pek sevinmişem ay balam" diyerek Azarbaycan'a bir selam yollayayım.
Yemek tariflerimin yer aldığı yazıların daha çok okunduğunu, karikatürlerin olduğu sayfaların arandığını da gördüm istatistiklerde.
Anlaşılıyor ki tariflere devam edeceğiz ve karikatürlerle güleceğiz.
İstatistiklerde çok sevimli bir grafik var ki mest oldum. Her ay ivme biraz daha yükselmiş.
Müsaade ederseniz biraz şımarabilir miyim?
Yakın bir zamanda Blog yazılarımın yer aldığı kitabımı da sizlerle paylaşmak isterim.
Yazdıklarımı okuma sabırı gösteren herkese bir kez daha çok teşekkür ediyorum.
İyi ki varsınız...

DANAYA GİRMEK


Beyaz kulak isminde bir danamız vardı.
Doğduğu yıl çok kış olmuştu. Ahırda üşümesin diye kocaman mutfağımızın bir köşesine kilimlerin üzerine yatırdı babaannem. Bir süre sıcakta yattıktan sonra kalkmaya çalıştı. Önce iki ön ayaklarında, sonra arka ayaklarının yardımı ile ayağa kalktı. İncecik bacakları titriyordu. Kocaman gözleri, kulağındaki beyazlık hariç  simsiyah tüyleri ile gördüğüm en güzel  yavruydu.
Yeni doğan insanın ayağa kalkması için yaklaşık bir yıl geçmesi gerekirken, buzağımız bir saat içinde titreyerek de olsa yürümeye başlamıştı.
Sonraki aylarda o büyüdükçe biz de onu ailenin bir ferdi gibi gibi görmeye başladık. Annesini  kurbanda kesmiş, onu öksüz bırakmıştık. Zaten babası da belli değildi.

Evimizden 3 kilometre uzakta olan tarlamıza götürür taze otlarla beslerdik.
Ama bizim beyaz kulak öyle sakin bir hayvan değildi. 
Bir keresinde mahalledeki inşaat alanında kireç çukuruna düşmüş boğulmaktan son anda kurtulmuştu.
Bir keresinde arı kovanına başını sokarak karıştırmış, eşek arılarının gazabına uğramıştı. Beyaz kulağın bütün vücudu arıların sokması sonucu şişmiş, babaannemin yaptığı kocakarı ilaçları ile iyileşmişti.
babaannemden çekinir, bizi iplemezdi. Babaannemin bize uyguladığı garip bir cezalandırma yöntemi vardı. Kızdığında neremizi yakalarsa oraya ısırırdı.
Bizim beyaz kulak da bu cezalandırma yönteminden nasibini almıştı. Bazen babaannemin elinden kurtulur kaçar mahalle mahalle onu arardık. Sonunda bulduğumuzda babaannem sinirle kulağını ısırırdı.

Bir Kurban Bayramı arifesinde biz üç kardeş kurban mevzuları yapılmadığını fark ettik. Bu işin içinde bir şey vardı. Beyaz kulak artık taze yem de yemiyor, samanla besleniyordu. "Hamile kalamıyor kısır galiba" sözleri dolaşıyordu büyükler arasında.
Hemen duruma uyandık. Bu sene kurban olma sırası beyaz kulağa gelmişti. 
Bayram sabahı sülaleden altı kişi bizim evde. 
Bir de biz yedi. Öyle ya kurban kesenler 5-7-9 gibi tek sayıda danaya girerlerdi.
Eyvah gitti beyaz kulak..
Üç kardeş öğle bir yaygara koparttık ki o kocaman adamlar ne yaptılarsa bizi ikna edemediler.
Büyük babam ağlamalarımıza dayanamadı. Ağabeyimi gelecek olan kasaba yolladı. Bir dana alıp getirmesini, evdekini kesmeyeceğimizi söyledi.
O Bayram yaşadığım en güzel Kurban Bayramı oldu. 
Beyaz kulak'ın hayatı kurtulmuştu.
Ta ki bir sonraki Kurban bayramına kadar.

13 Kasım 2010 Cumartesi

MEZARA DEĞİL PAZARA KADAR


Pazar deyince erkekler televizyonun karşısında oturup maç izlemeyi ve yemek yemeyi algılarken biz kadınlara Pazar bir tek çağrışım yapar.
Genelde sevdiğin bir arkadaşın komşun veya aile ferdinle birlikte yapılan açıkhava alışverişleridir pazar.
Hatta "Pazar yapmak" dibi bir deyimimiz vardır. İngilizcede "take a shower" denilen duş almak sözüne takarız kafayı. Neden "Duş yapmak" değil diye.
Yani severiz pazar yapmayı.
Ama pazar yapmanın yazılmamış bazı  kuralları  vardır.
Büyük şehirde yaşıyorsanız  sosyete pazarları takip edilmelidir. Televizyon dizilerindeki oyuncuların kıyafetleri pazarların gözdeleridir çünkü.
Aşk-ı Memnu dizisinde başrol oyuncusunun elinde tuttuğu ve  bir işçinin bir yıllık maaşına tekabül eden  çantanın sahtesini  boynuna asan tezgahtar bağırır; "Bihter çantaları burada abla"
Gelişmesini tamamlamamış, tamamlaması da zor görünen bir ülkenin genç kızları toplanır tezgahın başına.

Ünlü İngiliz markası Burberry'nin Türkiye sorumlusu Kanyon alışveriş merkezinde dolaşırken, ürettikleri çizmeleri giyen hanımların çokluğunu görünce Türkiye'ye satışını  durdurmuş. Gerekçe komik. "Herkesin üzerinde olan bir şey değerini yitirir az öz olsun." Beyefendi pazarlara gitmiyor galiba. Tamam kendisi gitmiyorsa bile piyasa araştırması yapan elemanları vardır. Söylediği çizmelerin onların akıl etmediği renklerini bile yapmışlar. 
Bizim pazarlarımızda bir markanın neredeyse henüz üretim aşamasındaki bir modelini bile bulmak mümkündür.

Pazarın kuralları var demiştik. Öncelikler bazı tezgahlardan sık sık alışveriş yapacaksınız ki sizi tanısınlar. Yoksa mağazadan indirim alırsınız ama burada bir kuruş inmezler.
Bazı tezgah sahipleri çok şanslıdır. Pazara ne getirirse satılır.
Bazı tezgahlara kimse uğramaz. Bu şanssız grup  pes etmez ve hemen B planını uygular. Oğlu veya kardeşine pazarın başka bir yerinde tezgah açtırıp kendi sattığının biraz altında fiyatla sattırır.
Bazı esnaf çok suludur, onu bozup ayar verme işi gençlere değil de orta yaşı biraz geçmiş sözünü sakınmayan bir teyzeye nasip olur. "Oğlum çıkar başından o iç çamaşırını bakayım. Bir de sesini inceltme öyle kadın gibi." Bunu söyleyen genelde emekli öğretmendir ve ona kızılmaz.
Pazarda mutlaka bir tanıdıkla karşılaşılır. Ayaküstü alınanlar birbirine gösterilir. Bazı uyanık geçinen kadınlar aldıklarını göstermek istemez. Çünkü bir arkadaş meclisinde giydiği kıyafeti bilmem hangi mağazadan dünyanın parasına aldığını söyleyecektir.

Bu arada pazarda satıcılar haricinde erkek azdır. Pek çok erkek yanındaki kadının bir tezgahın başında dakikalarca durmasından hoşlanmaz. 
Siz siz olun pazarda somurtarak gezen bir erkeği yanınıza almayın.
İyi alışverişler...