30 Eylül 2010 Perşembe

KUMARBAZIN BULUŞU


Yedi arkadaş kahve içiyoruz. On yıllık bir tanışıklığın verdiği rahatlıkla gülüp eğleniyoruz. Kimsenin ikincil bir kaygısı yok gibi görünüyor. Kimi kilolarından kimi başka şeylerden rahatlıkla şikayet edebiliyor.
Günün bu saatlerinde çevrede çoğunlukla kadınlar oluyor. Diğer masadakiler de bizim gibi orta yaşlarda kadınlar. Doğal olarak gençler ya okulda ya da çalışıyor oldukları için ortalıkta görünmüyorlar. Kahve içmek istediklerinde  Starbucks  onlar için ilk tercih edecekleri mekan. Karşımızdaki masada bizden bir jenerasyon büyük üç kadın oturmuş sandviç yiyorlar. Ekmeklerin arasından taşan marullar yemyeşil ve taze. Kadınların yaşları ile yedikleri yiyecek arasında pek bağlantı kuramadım diyeceğim yanlış anlaşılacak. 
Sandviç evde yemek bulunmazsa , ya da yolculuklarda gereksiz yemekler yememek için hazırlanan yiyecektir. İnsan dışarıya çıkıp evde yapacağı bir ekmek arası  peynire neden para verir?

Aslında bu yiyeceğin hikayesi de ilginçtir. 18. yüzyılda Kont John Montagu Sandwich kumar oynarken yerinden kalkıp yemeğe gitmek istemediği için hizmetkarlarına ekmek arası et hazırlatır onu yermiş. Bu çeşit hazırlanan yemek çok tutulunca Onun adıyla Avrupa'ya girmiş.
Sonraki yıllarda Kontun Sandviçi bulma hikayesi ailesi tarafından değiştirilmiş. Bir rivayete göre de Kont çok çalıştığı için masasından kalkacak zamanı yoktu. Hizmetkarları da efendilerine  ekmek arası et hazırladılar. Bu herkes tarafından çok sevildi ve kontun adıyla anıldı.
İkinci hikaye ailenin dışında fazla itibar görmemiş.
İçine çedar peyniri, yeşillik, salam, sucuk konulan, şimdilerde beyaz et modası yüzünden ton balıklı ve tavuklu olanlarının çok rağbet gördüğü sandviç dünyanın her yerinde zevkle yeniliyor.

Bu arada İngiltere Bristol üniversitesinde mükemmel sandviçin yapılması için ne kadar peynir, ne kadar salata ve diğer malzemelerin konulması gerektiğini içeren bir formül bulmuşlar.
Bu formülü okudum ama buraya yazmıyorum. Çünkü bir çimdik tuz, kibrit kutusu büyüklüğünde peynir, zar gibi salam benzetmelerine alışık olan bizler için ( w=1(bd)6.5...) tarzında bir yazı sandviçten soğumamıza neden olabilir.
Sıcak yiyeceklerle arası iyi olan bir toplum olarak her ne kadar sandviç sevsek de bol malzemeli Ayvalık tostunun yerini hiç bir şey tutamaz.
Hadi afiyet olsun.


28 Eylül 2010 Salı

ZENCEFİL TEPMESİ


Alışveriş merkezinde güvenlik görevlileri gururlu bir ifadeyle dolaşıp asayişi sağlamaya çalışıyorlar. Yüzlerindeki gururlu ifade altlarındaki Segway'den kaynaklanıyor olsa gerek.
2001 yılıydı. Amerika'da "Yüzyılın icadı" diye lanse edilen bir bir araçtan söz ediliyordu. Uzay 1999 dizileriyle büyümüş bir nesil olarak bu icadı ışınlama makinesi veya uçan araba olarak hayat ettik. Gösterilen nesne görüntü olarak tam bir düş kırıklığı olmuştu. İki tekerleğin ortasında bir sopa ve direksiyondan ibaret olan bu araca sevimli gözüksün diye "Ginger" yani "Zencefil" ismi takmışlar. Kullanıcının en ufak hareketiyle yönünü bulan bu bisikletten bozma araç saatte 20 km. yapıyordu. En büyük özelliği üzerinden düşmesi imkansızdı. 

İmkansızı başarabilme yeteneği sadece Amerikalılarda olduğu için üzerinden ilk düşen kişi de onlarca gazeteci ve ulusal televizyonların gözü önünde Başkan Bush'a nasip olacaktı.
Teksas şivesinden dolayı eleştirilen Bush zencefil'den de düşünce karadenizli Temel konumuna düşmüştü.
İşin garip yanı tarihinde en çok fıkralara konu olup "ti" ye alınan başkan, bir sonraki seçimde az bir farkla da olsa tekrar Amerikan başkanı olacaktı. Başkanlığı kıl payı kaçıran Al Gore kendini çevre işlerine adayıp, torunlarına "Daha iyi bir dünya için mücadele verdim " derken yalan söylememiş olacaktı. 
Alışveriş merkezinde, havaalanlarında, tatil köylerinde golf kulüplerinde görevlilerin kullandığı ginger Türkiye'de çok sevildi, fakat sokaklarda fazla rağbet görmedi. Her gün onlarca motosiklet kazasının olduğu İstanbul'da ginger kullanmak çok tehlikeliydi. Bu arada gingerle bir yere gittiğinizi farz edin. Nereye park edeceksiniz. Bıraktığınız yerde bulabilme ihtimaliniz hiç yok. Mahallenin veletleri çoktan deneme sürüşüne başlamış olacaklardır.
Bu yüzden ginger iş alanlarında yürüme mesafelerini kısaltmada çok işe yaramış görünse de asıl patronunun işine yaramamış.
Gazetede "Ginger'in patronu evinin yanındaki bir ırmakta yanında ginger'la  ölü bulundu" yazıyordu..
Atına vuran İdris amca yıllar önce  atının tepmesi sonucu ölmüştü.
Ginger'in patronunu, "Zencefif" tepmiş olabilir mi ?

27 Eylül 2010 Pazartesi

MERHABA DÜNYALI


Gazetelerde; "Uzaylılar geldiğinde Osman karşılayacak." diye bir yazı okuduğumda biri şaka yapıyor sandım.
Uzaylı türkücümüz    Mustafa Topaloğlu dururken bu osman na kimin nesiydi? Kimden bu yetkiyi almış da uzaylıları karşılayacaktı?
Birleşmiş milletler'de kurulan Uzay İşleri Ofisinin başına getirilen Astrofizikçi Mazlan Osman "Dünyaya Hoşgeldiniz." diyerek uzaylılara çay, kahve ikram edip ev sahipliği yapacakmış.
Birleşmiş Milletlerde kadro şişmiş anlaşılan. Bazı  bilimadamlarına   kadro açmak için Uzay işleri ofisi diye bir birim açmışlar. Uzaylılar geldiğinde ilk iletişime geçecek Mazlan  Osman uzaylıları insanlara karşı koruma görevini de üstlenmiş.

Uşak'ta uzaylılara taş atan köylü haberinden sonra uzmanlar bunu ciddiye almış anlaşılan.
Hatırlarsınız Uşak'ta köylüler tarlasına inen uzaylılara ürünlerimizi toplayacak korkusuyla taş atmıştı da haftalarca gazete manşetlerinde yer almıştı.
Biri milyonlarca ışık yılı uzaktan gelecek, bu kadar modern şehirler varken Uşağın bir köyüne inecek, kafasına taşı yiyecek.

Birleşmiş Milletler bu kez işi sıkı tutmuş. Gariban Uzaylıları bizden koruyacakmış.
Fakat garip bir tesadüf olmalı Astrofizikçi Mazlan Osman ismi bir Türk ismini çağrıştırıyor. 
Malezya Doğumlu iki çocuk annesi Mazlan Osman Ülkesinin ilk Astrofizikçisiymiş.
Erkek sanmıştınız değil mi?

26 Eylül 2010 Pazar

TAVŞAN MI ÖRDEK Mİ?


Arkadaşım "Wittgenstein Tavşan- Ördeği" ile ilgili bir yazı yaz dedi.
Hint bülbülümüz mısırı yazdım ya sırada tavşan var herhalde deyip "la havle" çektim. Tamam muhtelif defalar hayvanlardan bahsetmiş olacağım ama nereden çıktı şimdi bu tavşan diye söylensem de "Merak senin adın kadındır." sözüne helal getirmemek için Vikipediye girdim.
İtiraf etmeliyim ki araştırmadan önce Wittgenstein tavşanını , Sivas kangalı, Arap atı, Van kedisi gibi bir şehrin veya yörenin tavşanı olarak düşünmüştüm. Yanılmışım.
"Ben biliyordum" diyenleriniz varsa tebrik ederim. 
Ben bilmiyordum.
Wittgenstein bir isim.
Bakalım kimmiş!
Ludwig Wittgenstein 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biriymiş. Modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuş.
Viyana'da zengin bir fabrikatörün oğlu olarak dünyaya gelmiş. Viyana'nı en zengin ailelerinden olan babası 8 çocuğuna da paranın alabileceği en güzel olanakları sunmuş. Çocuklar çok yetenekli olmalarına rağmen üç kardeşi çeşitli sebeplerle intihar etmiş.
1. Dünya savaşında İtalya'da esir düşmüş.
Viyana'ya döndüğünde öğretmenlik yapmış.
Bir öğrenciyi tokatladığı için istifaya zorlanmış.
Cambridge'de felsefe profesörlüğü yapmış.
Kanser olduğunu anladığında hastaneye gitmeyi reddetmiş.
"Felsefedeki amacın ne?" diye soranlara; "
Bir sineğe sinek kavanozundan çıkış yolunu göstermek." diye yanıtlamış.
Yazı bitti Wittgenstein tavşan- ördeğini yazamadığımı fark ettim.
Tavşana da ördeğe de benzeyen bir resimde tavşan görmek istiyorsak tavşanı ördek görmek istiyorsak ördeği görüyormuşuz. 
Hayata bakışımız bizim görmek istediğimiz çerçeveden gerçekleşiyormuş.
Yani insan neyi görmek istiyorsa onu görüyor.
Sizi bilmem ama ben yukarıdaki resimde tavşan görüyorum.
Eee ne olacak şimdi?


21 Eylül 2010 Salı

YAŞASIN OKULUMUZ


Bilgisayarımızın ana sayfasında saat ve takvimin hemen altında günlük notlar tutmak için küçük bir pencere var.
O pencereye bizden sonra bilgisayarı açanlar için  yazılar yazarız. 
Büyük kızım komik anlamsız mesajlarla bizi güldürürken, ortanca kızım pollyanna tarzında mutluluk yazıları yazar.
Küçük kızımın o yazılar ilgisini çekmez.
Ailemizde her dönem yazma geleneği olmuştur. Ailede yolculuğa çıkanların valizlerine mutlaka küçük notlar koyar oradayken bizi hatırlamasını isterim.
Kızlar daha küçükken çekmecelerini, dolaplarını açar içerisi dağınıksa toparlamaları için yazılar yazardım. Büyüdükçe yazılara cevaplar gelmeye de başladı.
"Bu dolap sence düzgün görünüyor mu?"
"Bence gayet düzgün." gibi diyaloglar zaman zaman olduysa da yazılar hep işe yaradı. 

Bir yere gideceksem buzdolabına yapmaları ve yapmamaları gereken uzun bir yazı yazarım. Altına da "En sevdiğiniz anneniz." diye yazarım. 
Son dört yıldır doğum günlerimde, anneler gününde bana mutlaka mektup yazarlar. 
30 yıl mektup saklayan biri olarak bu mektupları özenle muhafaza ederim.
Bilgisayarın ana sayfasında 3 santimlik kare pencerede ortanca kızım; "Sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz." diye yazmış.
Ben de bunu  soru olarak algılayıp cevaben; "Bence de yaşasın. Nihayet okula gidiyorsunuz." diye yazdım.
Sanırım bu diyalog birimiz bıkana kadar bir süre devam eder. 
Ortanca kızımın inadını düşünürsek bu diyalog birinci yarıyıl tatilini bulacak gibi görünüyor.

20 Eylül 2010 Pazartesi

DUYARLILIK NEREYE KADAR


Televizyonda Amerikalıların hazırladığı "Küçük gezegende büyük fikirler" isimli bir belgesele rast geldim. 
Ülkedeki geri dönüşüm projelerinin anlatıldığı bir program. Bir projeyi futbol stadyumlarında hayata geçirmişler.
Stadyumdaki bütün kullanılabilir malzemeler geri dönüşüme uygun. Çöp poşetlerinden, içilen plastik bira bardaklarına kadar her şey amaca yönelik.
Sonra bir üniversite dünya çapında oyun organize etmiş. Oyuna dahil olmak için çevreye duyarlı ve kullanışlı bir icadın olacak. Bu icat için mucit olmaya gerek yok. Yaptığınız her neyse doğaya zarar vermesin, ya da doğaya zarar veren bir nesnenin zararını en aza indirip yarışmanın yapıldığı sitede tanıtılması gerekiyor. Bu tanıtıma sitedeki diğer üyeler puan veriyor. 
Ne mi kazanıyorsunuz?
İnsanlık, medeniyet, gelecek nesillere miras..
Yetmez diyenlere sözüm yok. 

İstanbul'un göbeğinde arabasındaki çöpleri dışarıya fırlatıp sözüm ona arabasını temiz tutan onlarca kişiye rastlamış biri olarak özlemle izledim programı.
Sanırım bir ülkede ilk haberler çevre ile ilgili olabiliyorsa o ülkede refah seviyesi arzu edilen düzeydedir.
Bu yaşıma geldim. Zam, Terör, Trafik kazası, politikacıların atışmasının ilk sırada olmadığı bir haber programı izlediğimi hatırlamıyorum.
II: dünya savaşından sonra bir çok devlet geri dönüşüm üzerine ciddi çalışmalar yapmış. Hatta Amerika'da geri dönüşüm yurtseverlikle ile eş tutulmuş. 
Japonya savaş sırasında doğal kaynaklarını koruma programını savaş sonrasına da taşımış.

Bizde   doğal kaynakları koruma deyince akla Tema Vakfı geliyor.
Kurucu Hayrettin Karaca bilinse de kurucu üyeler arasında; Rahmi Koç, Semahat Arsel,  Şarık Tara, Sabri Ülker, Suna Kıraç gibi isimlerin yanında; Doğan Holding, Akfil Sanayi, Eczacıbaşı Holding,Tekfen Holding gibi şirketlerin olduğunu biliyor muydunuz?
Keşke  çevreye duyarlı başka dernekleri de hatırlayabilseydik.

16 Eylül 2010 Perşembe

ASABİYİM MAZERETİM YOK


Sabah bir sinirle uyandım.
Uykusuz olmayı mazeret olarak alamayacağım bir durumdayım. Normalden daha fazla uyumuşum.
Böyle sinirle uyandığımızda kızacağımız ne varsa gelir bizi bulur.
Gün içinde çöpü devirdim, bardak kırdım, arabanın akü sorunu var, Bir türlü çalıştıramadım. Kızım pembe ile moru karıştırmış benim diş fırçamı kullanmış. Doğal gaz sayacının pili bitmiş, sıcak su akmıyor.

Neden bu kadar sinirliyiz?
Google'a girdiğinizde, "Neden sinirliyiz?" diye yazarsanız 424.000 sonuç çıkıyor karşınıza.
Yalnız ben değilmişim anlaşılan.
Biri haberleri izlediğinde şehit cenazeleri, mayınlar, patlamalar gördüğünde sinirleniyormuş haklı olarak.
Biri randevulu geldiği halde hastanede doktoru bulamadığı için sinirlenmiş.
Biri sevgilisi sözünü dinlemiyor diye sinirliymiş. 
Biri her sabah işe gelip patronunun yüzünü görünce sinirleniyormuş.
Biri "Hep sinirliyim ama nedenini bilemiyorum." diyor.

Google'da gezinirken görseller içerisinde bütün sinirlerimi alıp götüren bir videoya rastladım.
Başlık; Sinirli Kurbağa
Adam büyükçe bir kurbağanın sırtına pat pat vuruyor. Kurbağa garip bir ses çıkartarak zıplıyor. Adam tekrar aynı hareketi yapıyor. Kurbağa yine vırraklayarak zıplıyor.
Ne var bunda diyenleriniz vardır. Ben de aynen böyle dedim.
Hiç tanımadığınız biri gelip sırtınıza vursa sizde bağırıp kaçarsınız.
Kurbağanın sinirlenmesi normal.
Normal de, sizce bu adam normal mi?

Tıbbi bir sitede bir kadın çok çabuk sinirlendiğini yazmış, doktora nedenini soruyor.
Cevaben başka bir okur kendi sinirlendiği konuları yazarak ona nasihatler vermiş. Başka bir site ziyaretçisi kendi sorunlarını anlatıp öneriler getirmiş. Bir başkası başka şeyler yazmış.
Kısaca bu soruya 7 kişi cevap vermiş ama hepsi sinirli olmaktan müzdarip site takipçileri. 
Yani sorunun muhatabı doktor ortada yok.
Doktor kendi yerine cevap veren site takipçilerine sinirlenip cevap vermedi anlaşılan.

Sinirliyiz, asabiyiz.
Sen benim kim olduğumu biliyormusun? deriz. Kırar geçiririz.
"Mazeretim var asabiyim ben" diye şarkı söyleriz.
Benim babam senin babanı döver" deriz.
"Abicim sinirlendiğimde evde çoluk çocuğun ödü kopar." diye kahvede hava atarız.
Biri elinde telsizle yanımıza gelip; "Yere yat, kimliğini göster, elini kaldır?" dediğinde  kimlik mimlik sormadan dediklerini yaparız.
Asabiyiz ama mazeretimiz yok.

13 Eylül 2010 Pazartesi

İKİ BAYRAM ARASI


Ramazan Bayramı bitti.
Turizm şirketleri şimdiden Kurban Bayramı promosyonlarına başladılar bile.
Kışın evlenmek istemeyenler düğün hazırlıklarına başladı.
Bu arada "İki Bayram Arası Düğün olmaz." sözlerine  sıkça rastlar oldum.
Diyanet İşleri Başkanlığının Dini konularda vatandaşa yardımcı olduğu bir site var.
Kızım 18 yaşını doldurduğunda dövme yaptıracakken, bir arkadaşı bu siteye dövme yaptırmanın günah olup olmadığını sormuş. Böyle bir sitenin varlığını oradan öğrenmiştik.
İnternet çağını yaşadığımız bu devirde, evlenmeye niyetli gençler oradan buradan duydukları rivayetlerle iki bayram arası evlenmeye sıcak bakmasalar da, üzerime ne vazife düştüyse ben onlar için araştırdım.

İslamiyetten önceki Cahiliye Arapları, Ramazandan sonra başlayan Şevval ayında evlenmeyi uğursuz sayarlar, düğünlerini başka tarihlerde yaparlarmış. 
Çünkü, Cahiliye devrinde  iki bayram arasına denk gelen Şevval ayında veba hastalığı baş göstermiş. Binlerce insan bu hastalıktan ölmüş.
Bu adeti bizzat Peygamber efendimiz yıkmış. Hz. Aişe ile Şevval ayında nişanlanmış, üç yıl sonra Şevval ayında da evlenmiş.

Yani iki bayram arası iyidir.
Bir bayram tatilinin rehaveti henüz biterken bir diğer bayram çıkagelir.
Zaten refah olan ülkemiz 9 güne varan Bayram tatilleriyle iş kaybı olmadan yan gelir yatar.
12 taksitle yapığı tatil  borcu, bir daha ki bayram tatilinde sona erer.

En fazla tatil yapan ülkeler arasında ortalama 19.5 gün ile üst sıralarda yer almamız iyi bir şey olsa gerek. Üst sıralar havalıdır ne de olsa.
Fransa'da resmi tatil 10 gün.
İngiltere'de 8 gün.
Rusya'da 12 gün
İsviçre'de 9 gün
Amerika'da 10 gün
İspanya'da 16 gün
Yunanistan'da 15 gün
Japonya'da resmi tatil 20 gün.
O yüzden dünyanın her yerinde elinde fotoğraf makineleri ile dolaşan Japonlara rastlıyoruz.
Biz kendi şehrimizi tanımazken elin çekik gözlüleri bütün dünyayı dolaşıyorlar. 
japonya'dan sonra bir çok ülkeyi geride bırakarak ikinci sırada olmamız iyi bir şey.
"Bu insanlar 1945 yılında mağlup çıktıkları bir savaştan sonra, bu kadar ilerleyip nasıl tatil yapabiliyorlar?" diye kafanıza takmayın.
..
Siz en iyisi iki bayram arasında dilek tutun.
Kim bilir belki de dilekleriniz kabul olur.

11 Eylül 2010 Cumartesi

BAYRAMDA SAPANCA


Köprübaşına geldiğimde bir heyecan kaplar yüreğimi. Işıkları geçip de sağa sapınca 25 yıl geçirdiğim tanıdık sokaklar, pek fazla değişmemiş simalar.
Biraz onarılsa da tanıdığım binalar garip bir hoş geldin ifadesi ile öylece dururlar.
Önce İncir ağacını görürürüm.
" Bu yıl da yetişemedim yemeye." diye hayıflanarak.
Eski demir kapı yine zor açılır. Ancak annemim bildiği bir yöntemle kolay olarak açmak mümkün olsa da, ondan başka kimse bu yöntemi keşfedebilmiş değildir.

Kapıda Reno marka kırmızı araba. Ablam gelmiş. 
Demek ki bu Bayram şenlikli geçecek.
Çöpçüler, davulcular ve cenazeye gidenler eve uğrayamayacak.
Bayramlaşmaya gelenler ablam izin verirse ona el uzatabilecek.
Ne gariptir ki kimse ona kızamayacak.
Şeytan tüyü bu olsa gerek.

Annem bu bayramda "Bahriye usulü fişek tatlısı" yapamamış. İsmi de tam Sapanca'ya özgü; "Fişek tatlısı"
Yerine hazır yufkadan yalancı bir tatlı. Tadı fena değilse de eskiyle mukayese edilemez.
Arife gününden temizlik yaptık. Annem direktifler yağdırdı. Camın silinmesini beğenmedi, Tülleri ütülememizi istedi.
Arife günü iftar ile birlikte silahlar atılmaya başladı. Sapanca'ya özgü Bayram karşılaması ritüeli  kimse yaralanmadan tamamlanmış oldu.
Evimizin tam önündeki elektrik direğinden gün boyunca bayram mesajlarının, cenazelerin anonsları duyuldu. Ses o kadar yüksekti ki bir ara direğe tırmanıp hoparlörün kablosunu kopartmak istedik.

Uzun süredir görmediğimiz kuzenler ve akrabalarla bayramlaşıldı. Eskiler konuşuldu, bolca gülündü.
"Hiç değişmemişsin" yalanları  söylendi.
Gece geç vakitlere kadar oturulup sabah erkenden kalkıldı.
Yine bir Bayram böylece geçti gitti.

6 Eylül 2010 Pazartesi

BAYRAM


Bundan 24 yıl önce yine böyle bir Ramazan Bayramı arifesinde işten eve geldim. 
Ablam ve Eniştem bayram için gelmişler.  Yengem, Abim, Annem, Babaannem, son iftarımızı açtık. 
Babam dışarıda bir iftar yemeğine davetliydi. Midesi rahatsız olduğu için oruç tutamıyordu, ama davet edilmişti.
Göl kenarındaki tarlamızdan topladığı pembe ergelen kirazlarını yememiz için bize bırakarak iftara gitti.
Güzel bir Haziran gecesi iftar sonrası  babam geldi.
"Bir dahaki seneye ölsem de oruç tutacağım." diyerek, biz gençleri yalnız bırakmak için odasına geçti.
On dakika sonra " Nefes alamıyorum." diyerek çıktı. Yüzü kıpkırmızı ve ter içindeydi. Panik olmuştuk.
Abim ve eniştem bir taksi bulup hemen babamı Adapazarında hastaneye götürdüler.
Birkaç saat sonra geri geldiler. Babam yanlarında yoktu. Eniştem; "Babayı kaybettik." dediğinde inanamadık, şaka sandık.
Henüz 55 yaşındaydı.
Ve son 5 yıldır babamızı uzun uzun görebiliyorduk.
6 yaşındayken Sağmalcılar Cezaevinde ziyaretine gittiğimizde kalın camların arasından bana bakan yüzünü hatırlardım hep. Sonra Akyazı cezaevi, Sonra Sapanca, tekrar Akyazı..
Hep parmaklıklar ardında ve uzakta..
Evde olduğu anlarda da geceleri sessizce gelir, gündüz kaybolurdu.
Cebindeki silahını saklar, fildişi kakmalı çakısını göstermeyi severdi. 
Şimdi evdeydi ama;
Ablam ve abim evlenmiş ben çalışma hayatına başlamıştım.
Artık babalık  hissini de unuttuğumuz bir dönemdi.

Biz öldüğüne inanmasak da babam o gece eve gelmedi. Hastanenin önünde abimin kucağında can vermiş.
Bayram günü  allı güllü elbiseleriyle el öpmeye gidenler bizim evimize baş sağlığına geldiler.
Biz üç kardeş çok garip duygularla bir kenarda oturduk. Paylaştığımız anılar o kadar az ve silik di ki...
Yaşanmamış bir baba evlat ilişkisi üç kardeşin de boğazında bir yumru gibi tıkandı kaldı.
Baba gibi bilemedik, baba gibi güvenemedik, baba gibi sırtımızı dayayamadık. Her an gidebilirdi.
Hiç azarlamadı, okulumuza gelmedi, hastalandığımızda yanımızda olmadı, Bayramlarda elini öpemedik.
Seni seviyorum diyemedik. Ölümüne bile inanamadık.

Yarın Ramazan Bayramı.
Babamsız geçen 24 yıl.
..
Yarın Ramazan Bayramı.
Kızlarımın babasız geçen 4. yılı
Ben mi daha acınasıyım onlar mı?
Babayla gurur duyularak geçirilen dolu dolu 9-12-19 yıl yaşadılar. Geceleri kucaklarında uyudukları bir baba.
Omuzlarında çıktıkları bir baba.
Gece "Baba" diye ağladıklarında koşarak sarılan bir baba.
Bayramlarda "Doğduğunuz için ben de sizin elinizi öpeyim." diyebilen bir baba.
..
Ben mi daha acınasıyım onlar mı?
Nice Bayramlara...


5 Eylül 2010 Pazar

AYRI BURÇLARIN İNSANLARI


Televizyonda bir kadın programında yaşını başını almış bir kadın, kendisine talip olan adama burcunu soruyor. 
Adam biraz düşündükten sonra  "Başak" diyor. Adamın tarzına bakılırsa annesi; "Oğul sen doğduğunda buğday ekme zamanıydı." demiş. Adam da olsa olsa başak burcuyum diyerek yorum yapıyor.
Yaşını başını almış kadın dudak bükerek; " Yok bu iş olmaz, benim burcum akrep, başakla anlaşamam." diyerek kestirip atıyor. Sunucu kızın ve seyircinin ikna çabaları sonuçsuz kalıyor.
Kadın; "Beni taşıyacak bir adam arıyorum." diyerek son noktayı koyuyor. zavallı talip, kadının iri cüssesine bakarak  kadını kaldıramayacağını anlıyor." Eh ne yapalım kısmet değilmiş." diyerek çıkıyor.

Kocaman insanların burç meselesine bu kadar takmış olmalarına aklım sırrım ermiyor. Sizinle aynı burçtan olup da karakteri size benzeyen kaç kişi tanıyorsunuz? Böyle söyleyince hemen kılıf hazır.
"Yükseleniniz farklıdır." 
Ne yükselenmiş bu, bir türlü alçalmadı.
Eskiden memleketçe daha rahatmışız ki Rezzan Kiraz adında bonus saçlı, ilginç kıyafetler giyen astroloji uzmanını dinlerdik.
Rezzan hanım, hemen her kanalda gezer, "Bu gün sakın iş bağlantısı yapmayın, yıldızınız izin vermiyor", ya da "Bu gün sıkıcı bir gün geçireceksiniz" diyerek iyi geçecek günü de mundar ederdi.
Bu arada burçlarımız içinde en megaloman burcun benimki olması tesadüf mü bilemeyeceğim ama Aslan burcunun rahata düşkünlüğü, ve portakal, şeftali tarzı tatlı-ekşi lezzetleri sevdiği kısmı bana uyuyor.
Ama Başak burcu olmak isterdim. 
Hem adı güzel, hem de narin bir ot.

Allahtan Çin'de yaşamıyoruz. 
Burçları akıllara zarar.
Fare , Öküz, Yılan, Tavşan, Maymun, Köpek, Domuz gibi adlandırılmış.
Hangi aklı başında biri gururla "Ben Öküz burcuyum" der. Öküz bizde en kaba hakaretlerden biridir. 
Tavşan burcu olan birini ne kadar ciddiye alırsınız. Hele maymun... Mazallah..

Televizyondaki kadın işi iyice abarttı.
Yeni gelecek taliplerine duyuruyor.
"Beni taşıyamayan, yanıma yakışmayan sakın gelmesin."
Bir seyircinin çıkıp da; " Ne taşıması, sen kendini II. Elizabeth'mi sanıyorsun." demesini bekledim.
Kimse demedi.

3 Eylül 2010 Cuma

NASIL BİLİRDİNİZ?



Yukarıdaki resmi bir arkadaşım yollamış. Portekiz'de bir cenaze merasimi diye.
Mezarı bir oda büyüklüğünde açıp, merhuma ev ortamı yaratmışlar. Televizyon, içkiler, dinlenme koltuğu, kısacası her şey düşünülmüş. Üzerine ne örttükleri belli değil. Sanırım çatısı da vardır.
Burada olsa; "Rahmetlinin bu dünyada bir evi bile olmadı vasiyetini yerine getirdik." derlerdi. Orada amaç ne anlamadım. Şaka sandım ama araştırınca dünyada buna benzer bir sürü garip cenazelere rastladım.

Çin'in Bo bölgesinde insanlar ölülerini gömmek yerine dağ yamaçlarına tabutla birlikte asıyorlar. 
Hindistan'da eski bir geleneğe göre ölen adamın karısı da kocası ile birlikte diri diri yakılıyormuş. Bu gelenekte kadının rızası gerekse de  şaibeli ölümler çoğalınca gelenek kaldırılmış.

Tibet'in bir bölgesinde insanlar  ruhları özgür kalsın diye ölülerini akbabaların bulunduğu tepelere bırakıyorlar, böylece akbabaların yediği bedenlerinin  bir kuş misali göğe yükseldiği düşünülüyor.

Madagaskar yerlileri ölen aile fertlerinden özlediklerinin mezarlarını açıp, eskimiş kefeni değiştiriyorlar. Danslar eşliğinde bir süre sokaklarda dolaştırıyorlar.

Amerika'da bir itfaiyecinin cenaze merasimi en yüksek düzeyde merasimdir. Ölen itfaiyecinin bulunduğu şehirde resmi dairelerde bayraklar 30 gün boyunca yarıya indirilir. Yerel yönetimdeki bütün üst düzey yetkililer cenazede hazır bulunmak zorundadır. Merasimin bütün organizasyonu yerel yönetime aittir.

Dünyanın en pahalı cenaze merasimleri japonların. japonlar çok eskilerde cenaze merasiminin masraflarını karşılayamadıkları için yaşlılarını dağda bırakır orada ölüme terk ederlermiş. Bazı yaşlılar aileye yük olmamak için kendi istekleri ile giderlermiş.
Şimdilerde japonlar cenaze merasimlerindeki masrafı bölüşmek için birkaç cenaze merasimini birleştirerek daha az para harcıyorlar. Ölüyü süslemek, makyaj yapmak, Kimono giydirmek gibi ritüeller hala devam etmekte olsa da bazı aileler ölülerini yakıyor.

Eğer " Bu dünyadan bıktım." diyorsanız, Amerikalı bir girişimcinin proje halindeki yöntemini deneyin. Cenaze şirketi öldükten sonra küllerinizi yakıp, bir kapsül içinde uzaya fırlatmayı planlıyor.

Temel uzun yıllar Almanya'da kalıp nihayet memlekete döner. Yolda kardeşi İdris karşılar. Hal hatırdan sonra Temel sorar,
- Tenim tekir kedim ne yapiy?
- Senin kedi öldi.
- Neden öldi?
- Fareyi kovalamak için dama çikmişti, düşti.
Temel sinirlenir.
- Oyle pat diye soylenirmi, alıştıra alıştıra soyleseydin. senin kedi dama çikti sonra da duşti deseydin.
Yola devam ederler. Temel tekrar sorar;
- Annem babam iyilermi?
- Babam iyidur, haçan annem dama çikti...

2 Eylül 2010 Perşembe

RAMAZAN SONA ERERKEN


Ramazanın  sonlarına yaklaşıyoruz.
İtiraf etmeli ki zor geçti.
Bir yandan sıcak, bir yandan susuz kalmak performansımızı düşürdüyse de sağlıklı olmak ve oruç tutmak güzel bir şey.
İki büyükler pek heves etmeseler de küçük kızım zaman zaman benimle birlikte oruç tuttu.
Geceleri uyuyamayan, sabahları da erken kalkan biri olarak gün bir türlü bitmek bilmedi. 
Bu arada Anayasa değişikliği için yapılacak olan referandum öncesi parti arabaları bağırış çağırışla ortalarda geziyorlar.
Allahtan evimizde küçük bebek yok. Evde bebeği olanların işi zor. 
Seçim arabalarındaki müzik o kadar yüksek sesli ki uykuda bir bebeğin uyanmaması mümkün değil.
Bir partinin seçim aracında " Hani benim Recebim" şarkısı çalıyor.
Başka bir partinin aracında; "Son pişmanlık neye yarar." çalıyor.
Bir başkasında " Hem temiz, hem dürüst bir insanoğlu."diyor.
Bunları dinleyip oyunu değiştiren bir allahın kulu varmıdır acaba?
- Bu partinin şarkısını çok severim oyum ona olacak. 
- Tonguç bak bizim şarkımız çalıyor, hadi gidip oy verelim.
Belki de Tonguç'un bu şarkıdan haberi yok. Kız kendi kendine Gelin-Güvey olmuş.
Velhasıl  Ramazan, oruç, sıcaklar derken seçim konuşmaları ve  şarkıları ayarımızı bozmuş durumda.

Bir belediye Guinesse rekorlar kitabına girmek için 41 bin kişilik iftar yemeyi veriyor. İftar masasının  uzunluğu 10 kilometreyi bulmuş.
Bu yıl ünlülerin verdiği iftarlar medyada yer almadı. Ya ekonomik sıkıntıdan bu işten vazgeçtiler, ya da; "İyilik de ibadette gizli yapılır." ilkesini hatırladılar.
Ramazanın en popüler insanları başta Bünyamin Sürmeli ve Gökhan Abur olmak üzere bütün hava durumu yorumcuları oldu. Hava o kadar sıcaktı ki insanlar, yarın hangi havaya kalkacağız diye merakla Hava Durumunu dinlediler.
İkinci sırada dinlenenler ise vaaz veren hocalar oldu. Her kanal kendi hocası ile izleyici topladı.

Bir kaç yıl önce kanalların paylaşamadığı Yaşar Nuri Öztürk Hoca ise yanında kızlı erkekli gençlerle Antalya'da  denize girerken görüntülendi.
"Deniz suyunu içmediğiniz sürece oruç bozulmaz" dedi.